Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Kanal 7 (İskele Sancak) Televizyonuna Verdikleri Mülakat, 7 Ağustos 2014, Ankara Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Ülke TV’ye Verdikleri Özel Mülakat, 6 Ağustos 2014, İstanbul Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun TRT Türk Televizyonuna Verdikleri Özel Mülakat, 26 Temmuz 2014, Paris Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun A Haber Ankara Temsilcisi Murat Akgün'e Verdikleri Özel Mülakat, 24 Temmuz 2014, Ankara Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Kanal 24 Televizyonuna Verdiği Özel Mülakat, 20 Mart 2014, Konya Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun TRT 1 Televizyonunda Yayımlanan "Enine Boyuna” Adlı Programda Verdikleri Özel Mülakat, 2 Mart 2014 Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun A Haber Ankara Temsilcisi Murat Akgün’e Verdikleri Özel Mülakat, 9 Şubat 2014, Karaman Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun NTV/CNBC-e Televizyonlarına Verdikleri Özel Mülakat, 23 Ocak 2014, Davos Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun KANAL 24 Televizyonunda Yayımlanan ‘24 ÖZEL’ Programında Verdikleri Özel Mülakat, 9 Ocak 2014 Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun NTV Televizyonuna Verdikleri Özel Mülakat, 7 Ocak 2014 Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun KANAL 7 Televizyonunda Yayımlanan ‘Başkent Kulisi’ Programında Verdikleri Özel Mülakat, 29 Aralık 2013 Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu NTV'de Yayınlanan "Yakın Plan" Programına Konuk Oldu, 12 Kasım 2013, Ankara Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun KANAL 24 Televizyonunda Yayımlanan ‘24 ÖZEL’ Programında Verdikleri Özel Mülakat, 8 Kasım 2013 Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun TRT-1 Televizyonunda Yayımlanan Enine Boyuna Programında Yaptığı Açıklamalar, 27 Ekim 2013, Ankara Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Kanal 7 Televizyonuna Verdikleri Mülakat, 18 Ekim 2013 Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun CNNTürk Televizyonuna Verdikleri Özel Mülakat, 3 Ekim 2013, Ankara
Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun TRT-1 Televizyonunda Yayımlanan Enine Boyuna Programında Yaptığı Açıklamalar, 27 Ekim 2013, Ankara

TAHA ÖZHAN- Efendim, merhabalar, Enine Boyuna’ya hoş geldiniz. Bu Pazar günü özel bir konuğumuz var, Sayın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’yla beraberiz.

Hoş geldiniz efendim.

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Hoş bulduk. Siz de hoş geldiniz.

TAHA ÖZHAN- Biz Emine Boyuna olarak takımımızda eksik yok, Pazar günü Ankara’dan sizlerle beraber olacağız.

Dış politika konularına muhakkak gireceğiz, ama son haftalarda aslında Türkiye’nin iç siyasetinde son yıllarda yaşanan gelişmelerle doğrudan bağlantılı olarak uluslararası düzeyde bile tartışmalar oldu. Bunlardan bir tanesi, Hakan Fidan üzerinden MİT’in son yıllardaki değişimi, dönüşümü şeklinde yaşanan tartışma; bunu olumlu algılayanlar var, olumsuz algılayanlar var. O tartışmayla da bağlantılı olarakbunun aslında büyük ölçüde son yıllardaki Kürt sorunu ve PKK terörünün bitirilmesiyle ilgili atılan adımlar, girişimlerle, yani çözüm süreciyle ilişkili olduğu söylendi. Çözüm süreciyle ilgili de yine geçen sene bu programda aslıda Başbakanın ilk kez duyurmasıyla başlayan bir tartışma süreci var. O günden beri hayatını kaybeden insan olmadı ve birçok şeyler yaşandı, bir yol haritası ortaya çıktı ve çözüm sürecinde biz bir yerlerdeyiz.

Siz bu bulunduğumuz son yeri nasıl değerlendiriyorsunuz, özellikle de geleceği nasıl görüyorsunuz?

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Şimdi aslında çok doğru bir yerden girdiniz ama ben biraz daha geniş bir perspektif verebilmek açısından şunu ifade etmek isterim: Bundan birkaç sene önce yine bir çerçeve çizerken kapsamlı bir restorasyondan geçme ihtiyacı vardı, biz bunu yapmaya çalışıyoruz demiştim.

Şimdi toplumlar kendi iç dinamikleriyle çevre dinamikleriyle ve uluslararası dinamikleri uyumlaştırdıkları zaman, o iç dinamiklerden hareket ederek yeni bir çerçeve oluşturdukları zaman, özgün bir tutum sergilerler. Aslında siyasi hareketleri tarihte anlamlı kılan şey de bu özgün tutumu sergileyip sergileyemedikleriyle ilgilidir.
Şimdi baktığımızda Türkiye’de 10 yıl öncesinde, hatta daha öncesinde, soğuk savaş bittiği dönemden sonrasından itibaren bir restorasyon ihtiyacı vardı. Soğuk savaş bitmiş; soğuk savaş kültürü dağılmaya başlamış; küreselleşme ve teknolojik araçlar olağanüstü artmış; eski iletişim araçlarıyla kurulabilecek aidiyet bağları yerine yeni birçok aidiyet bağları doğmuş. Sosyal medya vb. ortaya çıkmasıyla artık, bu derece iletişimin arttığı yerlerde çok tek düze tanımlanmış kimlikler ve bu kimlikler üzerine inşa edilen siyasetlerin başarılı olma şansı yoktu.

Şimdi içeride ve dışarıda iki statüko durumu korumaya çalıştı. İçerideki statüko, soğuk savaş kültürünün devamı üzerinden Türkiye’yi tehditlerle tanımlamak, Türkiye’nin geleceğini ve ufkunu tehditlerle anlatmaya çalışmak ve bu çerçevede var olanı muhafaza etmeye dayalı bir yaklaşım. Bu tehdit kimi zaman iç tehdit şeklinde irtica diye tanımlandı, kimi zaman Kürt tehdidi, kimi zaman terör tehdidi, kimi zaman yine dış politikayla alakalı başka tehditler olarak tanımlandı.

Dışarıda da statükoyu savunanlar diyeyim, eski soğuk savaş statükosuna alışkın olanlar, Türkiye’nin kendi özgün tutumunu sergilemesi yerine, uluslararası statükoda belli güç merkezlerinin yakınlığına dayalı dış politika belirlemesini istiyorlardı.

İçerideki tehdit algısı ile dışarıdaki bu Türkiye’nin kontrol altında tutulmasına dayalı statüko algısı arasında da bir algı vardı. İçeride bu tehdidi sürdürmek isteyen, tehdit algısı üzerinden egemenliklerini sürdürmek isteyenler ile dışarıda Türkiye belli tehdit algısıyla hareket etsin ve kontrol edilebilir bir yerde gerektiğinde kullanılabilecek bir güç unsuru olarak kalsın diyenler arasında bir ittifak vardı. Biz AK Parti iktidarı olarak bu ittifakı ve bu ittifakın ardında yatan bütün varsayımlara meydan okuduk ve aksine bir tutumla buna karşı toplumu arkamıza alarak, toplumun desteğini alarak, içeride ve dışarıda tehditleri minimize ederek ve tehdit algısı yerine vizyon algısı oluşturarak içerideki statükoya da meydan okuduk, dışarıdaki statükoya da.

Şimdi son dönemde tekrar içerideki ve dışarıdaki statükocular bunun rövanşını almaya çalışıyorlar. Açık ve net konuşmak istiyorum burada. Bu şu anlama geliyor: İçeride statükoyu, bu alışılmış tehdit algısına dayalı statükoyu değiştirmenin aracı, demokratikleşmedir. Daha çok demokrasi, daha çok özgürlük, halka daha çok güvenmek ve sadece ve sadece halktan desteğini almış, halktan kaynaklanmış bir siyasi iktidar gücünü kullanmak, bir vesayet kültürünü yok etmek, hem siyaset içerisindeki vesayet kültürünü, müdahalelerle gelen vesayet kültürünü, hem de başta Kürt meselesi olmak üzere diğer meselelerde bu vesayet kültürünü besleyen tehditleri minimize etmek.

Dışarıda da Türkiye’nin ayağına takılmaya çalışılan prangaları aşarak Türkiye’yi kontrol edilebilir bir ülke veya kontrol edilmesi gereken bir ülke değil, aksine bölgesel ve küresel barışa ağırlık verebilen, yumuşak güç kullanarak çevresinde gelişmelere, dinamiklere yön verebilen bir ülke. Bu ikisinin kesiştiği yerde son dönemde saldırılar arttı. O bakımdan bunu doğru okumak gerekiyor.

İçeride ve dışarıda, mesela AK Parti’yi sanki bir Büyük Ortadoğu Projesi veya ABD’yle yakınlık içinde izah edenler, şimdi ABD’yle olan ilişkimiz, Amerika Birleşik Devletleri’yle olabilecek ilişkilerdeki gerginlikten bile medet umar hale geldiler. Bu çerçevede son 10 yıllık iktidarın özgün duruşu, halktan destek alan duruşu ve siyasal hareket olarak diğer hareketlerden onu farklı kılan boyut, içerideki demokratikleşmenin bir süreç olarak hiç aksamadan sürmesi, onun için son demokratikleşme paketi önemlidir.

Son demokratikleşme paketi, daha önce tehdit gibi algılanan unsurların tehdit olmadığını, aksine çoğulculuk ve özgürlük alanı içinde ülkemize prestij katan unsurlar olduğunu ortaya koydu. Dikkat ederseniz, içinde birçok unsur var. Demokratikleşme paketi, seçim sisteminden başörtüsü yasağına, ana dilde eğitimden birçok alana kadar sirayet eden bir yaklaşım. Eskiden tehdit olarak algılanıp o tehditler etrafında siyasi iktidarı kontrol etmeye dayalı veya toplumun dinamiklerine dayalı siyasetin sonunu getiren adımlar bunlar.

Bütün 28 Şubat sendromu, hanımların özgür iradeleriyle kıyafetlerini seçmeleri üzerine neredeyse odaklaşmış ve başörtüsü etrafında bir tehdit algısı oluşmuştu. Yavaş yavaş toplum normalleştikçe, demokratikleştikçe böyle bir tehdit algısının ne kadar suni, ne kadar yapay olduğu ortaya çıkıyor. Düşünün, kitleler sırf bu sebeple sokağa dökülüyordu, yani laiklik adına ve tabi buna karşı da kendini ve özgür iradesini savunmak adına başörtüsü yasağında mağdur olanlar talep getiriyordu ve toplumda bir gerginlik vardı. Şimdi bu bir normalleşme getiriyor. Aslında olması gereken, çok önce atılması gereken adımlar atıldığı zaman toplumda da o oluşturulan tehdidin nasıl yapay bir tehdit olduğu ortaya çıkıyor.

Aynı şekilde 10 sene önce Kürtçe bir kasetin bile takip altına alındığı, Kürtçe bir ifadenin kullanılmasının soruşturma sebebi olduğu günlerden, özel okullarda Kürtçe eğitime kadar giden bir kademeli süreçlere ve adım adım işleyen kademeli bir gidişata dayalı önemli bir değişim süreci yaşandı.

Şimdi bu iki şeyi birden yok ediyor, bu sefer.

Bir; bölücü tehdit algısına dayalı statükocu yaklaşımı, öbür tarafta da hak ihlallerini istismar ederek kendi kurdukları terör sektörünü sürdürmek isteyenleri aynı anda rahatsız ediyor.
Ve üçüncü bir çevreyi rahatsız ediyor, böyle tehditleri Türkiye’nin üzerinde sürekli Demokles kılıcı olarak bunları kullanıp, Türkiye’nin özgür ve bağımsız bir dış politika iradesi kullanmasını engellemek isteyenleri de rahatsız ediyor.

Şimdi tüm bu rahatsız olan çevreler belli şeylerle ve motiflerle bu değişimi yönetmeye çalışan siyasi iktidara yoğun bir saldırıda bulunuyorlar. Gezi olaylarının çıkış gerekçesi - ki bunlar çok tartışıldı - bu çerçevede, Sayın Başbakanımız etrafında otoriter, yani demokratik değil otoriter bir lider tipi, dış politika üzerinden bendeniz ve dış politikanın uygulanmasıyla ilgili olarak ütopik ya da yanlış giden bir dış politika algısı oluşturmak, son olarak da Hakan Fidan üzerinden çözüm süreci ve dış politikanın önemli bir unsuru olarak istihbarat ve diğer alanlarda kazanmaya çalıştığımız etkinlik alanlarına dönük doğrudan bir saldırı. Bu saldırıyla aslında inşa edilen bir paradigma çökertilmeye çalışıldı. Tam bunun ortasında ilan edilen demokratikleşme paketi, aslında zaten üzerinde çalışılan - bunlara tepki olarak üretilmedi - demokratikleşme paketi, AK Parti paradigmasının hiçbir şekilde değişmeyeceğini ve sürekliliğini devam ettireceğini ilan etti. Arkasından saldıralar daha da yoğunlaştı.

Bizim bu demokratikleşme paketi üzerinden, özgürlüklerin ve toplumdaki anayasa değişiklikleri de dahil olmak üzere reform sürecinin devam eden dinamik bir süreç olduğunu kabul ederek bu istikamet üzerinde yürümemiz şart.

Nihai kertede en önemli şey, devletle toplumu ve bireyleri birbirine bağlayan bağdır. Demokratikleşme paketi ve son 10 yıl içinde demokrasi ve özgürlükler etrafında ilan edilen, çok sayıda yapılan değişimler, aslında vatandaşlarla devlet arasındaki görünmeyen bağı tahkim etmeye dönük. Vatandaşlık bağı kimlikle ilan edilir ama bir de psikolojik bağ var. Bir başka deyişler, hukuki bağın ötesinde, o devlete aidiyet. Dolayısıyla insanların gurur duyacağı ve bu devlet, bu siyaset benim diyebileceği bir konjonktürün yaratılması. Biz kapsamlı bir restorasyondan geçiyoruz özetle söylemek gerekirse. Demokratikleşme bu restorasyonun en önemli ayağıdır.

Buna paralel olarak, bölgemizde de halk iradelerine dayalı düzenlerin oluşması ve bu yaklaşım ile yürütülen dış politikada yine bu restorasyon önemli bir parçası. Biz çevreyle bütünleşmeye, çevreyle bütünleşerek küresel rolümüzü pekiştirmeye çalışıyoruz dış politikada; bu da rahatsızlık doğuruyordur, doğaldır. Onun için işte sıfır sorun kavramına ısrarla saldırmalarının sebebi bu. Çünkü sıfır sorun tam da dediğim o statükocuların, içerideki statükocuların da, dışarıdaki statükocuların da oluşturmaya çalıştıkları tehdit algısını yok etmeye dönük, bizim tarafımızdan üretilen AK Parti’nin temel felsefesini yansıtan bir algıydı, bunu yıkmaya çalışıyorlar. Ama nihai kertede, bu doğrudan tarihin akışıyla uyumlu, bu tarihi akışın gerektiği bir adım olduğu için, kim ne derse desin, bu yeni yerleşen paradigma öyle veya böyle toplum tarafından benimsenmiş, kökleşmiştir ve gelecekte de herkes bu paradigma üzerine konuşacak.

HATEM EFE- Şimdi biz sizinle yaptığımız programlarda da Arap baharını çok konuştuk, ama Türkiye’nin bu kadar yoğun bir şekilde gündemde olmasının bir de galiba Ortadoğu’ya yönelik politikalarda bir makas değişikliğine uğramayla da bir ilişkisi var. İlk Arap baharı olduğunda Türkiye en fazla ön plana çıkan, toplumdan beslenen bir siyasal rejimin kurgulanmasına öncelik eden ülkelerin başında geliyordu. O dönemde bugün Mısır’daki darbeye destek veren, işte Tunus’ta bir türbülansın yaşanmasına ön ayak olan güçler de bir şaşkınlık içerisindeydiler ama, güçlü bir itirazla seslendirmiyorlardı ve birçok ülke de bu toplumsal hareketleri hoş karşıladılar, desteklediler.

Fakat öyle gözüküyor ki, bu seçim sürecinden sonra falan hem burada bir makas değişikliğine gidiliyor, hem de bunun bir yan unsuru olarak eskiden Suriye bağlamında oluşan bu yeni çatışma alanında İran’ı biraz daha fazla gündeme alan, İran’la ilişkileri daha fazla gözetmeye, daha fazla sahada zayıflamasını engellemeye yönelik yeni bir politika değişikliği de var.

Türkiye’nin her iki noktada da eski pozisyonuyla yeni pozisyonu arasında bu Batıdaki makas değişikliğine uyumlu ciddi bir değişimin olmaması da biraz Türkiye’nin çok fazla gündemde olmasını sağlıyor galiba. Siz bu ray değişikliğini neyle ilişkilendiriyorsunuz? Yani ne oldu da Batı 2-3 yıl aradan sonra bütün bir Ortadoğu algısına bir yeni ivme kazandırma, yeni bir yol açma ihtiyacı hissetti ve bu İran’la yakınlık, Suriye’ye bakışta ortaya çıkan değişiklik, yani orada birden sorun Esad’ın varlığı ve yokluğu olmaktan çıkıp muhalefetteki bir unsurun El Kaide’yle ilişkisine indirgenmeye başlandı? Bütün bir Suriye’yi Batı El Kaide üzerinden okuyor, hiç Esad’ın ne yaptığı, ne ettiği çok fazla gündeme gelmemeye başladı, ikinci düzeye düştü. Yani dolayısıyla 3 ülke üzerinden, yani Mısır’a yönelik, Suriye’ye yönelik ve İran’a yönelik politika değişikliğinin de Türkiye’nin bu alanda bu kadar fazla tartışılmasıyla nasıl bir ilişkisi kurulabilir?

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Aslında bunun zihniyetle ilgili bir ilişkisi var, yaklaşım biçimiyle ilgili, bir de doğrudan siyasetle ilgili.

Zihniyetle ilgili yönü şu: Aslında 90’lı yıllarda Doğru Avrupa’da, soğuk savaş sonrası uluslararası sistemde demokratikleşme eğilimlerine paralel demokratik yapılar öngörülürken, aynı yıllarda bugün Arap baharının aktörü olan aktörler tarafından - alandaki aktörleri söylüyorum - daha dar imkanlarla ve teknolojinin daha az kullanıldığı değişim süreçleri başlatılmıştı. Yani bugün Tunus’ta iktidarı elinde bulunduran ve halktan en büyük desteği son seçimlerde almış olan Nahda hareketi 1991’de de Tunus’ta yükselişteydi, Cezayir’de böyleydi, birçok yerde kıpırdanmalar başlamıştı. Nasıl Sovyetler Birliği sonrası Avrasya denkleminde özellikle Doğu Avrupa’da bazı demokratikleşme hareketleri vardı, orada da vardı. Fakat o zaman Batı, Doğu Avrupa’daki demokratikleşme hareketlerine destek verirken, Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da statükonun sürmesi yönünde eğilim gösterdi ve açık desteğini otoriter yapılardan yana kullandı.

Buradaki temel hala bugün süregiden, bazı Batılı elitte süregelen, bizim Türkiye’deki bazı kesimlerde de var olan hususiyet şu: Sanki demokrasi ve halkların iradelerini kullanma hakkı Avrupa’ya özgü ve ancak gelişmiş toplumlarda, liberal ekonomisi de gelişmiş toplumlarda yaşanabilir varsayımına dayalı olarak, diğer toplumlardaki demokratik eğilimlere ya geçici ya da kullanmak üzere bakmak, bizim işimize yarıyorsa olabilir, bizim çıkarlarımızı tehdit etmeye başlarsa onlar yerine otoriter yapılara meyil edebiliriz.

Şimdi bu sefer, Arap baharı yaşanmaya başlandığında, 90’lı yıllardan sonra ilk kez, işte bundan 3 sene önce, kitleleri heyecanlandıran bir başka şey eklendi, o da, Türkiye örneğinin mevcudiyeti. Yani her yerde, bütün bu ülkelerde Türkiye’deki başarılı demokratikleşme ve aktif dış politika ve ekonomik kalkınma üçgeni Arap toplumlarının birçoğunda bir güven oluşturdu, biz de yapabiliriz, biz niye yapmayalım? Özellikle Sayın Başbakanımızın Davos çıkışı bir psikolojik devrim yarattı. Hem kendisinden emin, özgüven içinde, hem rasyonel ekonomik politikalar uyguluyor, hem demokraside öyle hiç de aşağılık kompleksi içinde yarı demokrasi falan demiyor, tam demokrasi diyor, dış politikada da hiç yapılmayacağı düşünülen hamlelerle özgün, kararlı ve gerektiğinde işte büyük güçlere, İsrail’e hak adına meydan okuyabilen bir tavır. Bu, on yıllardır aslında Ortadoğu’daki kitlelerin beklediği, özlediği bir tavırdı. Bu sebeple bu hareketler bu kez, evet, biz de yapabiliriz diye yola çıktılar ve bir özgüvenle davrandılar.

İlk aşamada Batı ülkeleri - ki hepsiyle yakın temaslarımız oldu bütün bu süreçte - bu doğal tarihi akışa bir anlamda karşı çıkmak değil de yanında durmak gerektiğini düşündüler. Eskisi kadar, yani 90’lı yıllarda olduğu gibi otoriter rejimlerin yanında yer almamaya özen gösterdiler, çünkü yer almak bütün temel argümanları yok saymak anlamına gelecekti. Bizim için ise çok net ve açık bir durum vardı. Türkiye için ne istiyorsak Araplar için de aynısını istedik. Biz Türk oryantalizmi yapamazdık, bunu çok açık söylüyorum. AK Parti’nin kadrolarının Müslüman kardeşlerle, oradaki bazı muhafazakar kesimlerle, bu toplumlardaki ilişkisi falan değil, bazı ilişkiler, yani diğer kesimlerle ilişkiler de en az onlar kadar eski.

Esas buradaki temel mesele, bizim açımızdan tutarlılık testi şuydu: Ya biz Batı oryantalizmi gibi Türk oryantalizmi yapacaktık, yani diyecektik ki, Türk halkı bütün bu demokrasiyi hak eder, biz yapabiliriz, ama Araplar yarı otoriter rejimlerle de yaşayabilir diyecektik - bu zihniyetle ilgili bir mesele, siyasetle ilgili değil - ya da diyecektik ki; biz kendi halkımız için ne istiyorsak, kardeş Arap halkları için de onu isteyeceğiz, tutarsızlık yapamayız diyecektik. Ahlaken de doğru olan buydu, siyaseten de doğru olan bu, zaman gösterecek, yani bu çalkantılar sonra belli bir durulma gelecek, uluslararası bölgesel düzen açısından da doğru olan bu.

Şimdi biz bu tavrı aldık, sürdürdük ve sürdürüyoruz. Batı ülkeleri ise önce 90’lı yıllardaki yaklaşımı benimsedi. Kendileriyle her konuşmamda, bütün muhataplarıma, özellikle Amerikalı ve Avrupalı muhataplarıma, 90’lı yıllarda yapılan hatayı yapmayın, yapmayalım dedim. Çünkü 90’lı yıllarda yapılan hata, Cezayir ve Tunus başta olmak üzere binlerce insanın ölümünden mağda, yaşanması gereken doğal bir süreci erteledi, şimdi yapılan hata bir daha ertelerse bu sefer bu doğal sürecin rayına oturması çok büyük çatışmalarla söz konusu olur, çok büyük çatışmalarla.

Başta da bu konuda belli bir ortak tutuma doğru gelmiştik. Ne zaman şey değişti? Demin aslında Türkiye için söylediğim Arap toplumları için de geçerli, içerideki statükocu güçlerle dışarıda alışılmış statükoyu sürdürenler arasında tedirginliğe dayalı bir ittifak yaşanmaya başladığında eski alışkınlıklar depreşmeye başladı, özellikle Mısır örneğinde. Artık statükonun geri gelmeyeceği ya da sürdürülemeyeceği söz konusu olduğunda, içeride ve dışarıdaki statüko unsurları belli bir ittifak içine girdiler; o andan itibaren de bir sınav başladı, herkes için bir sınav. Bu yeni durumu halk iradelerine dayalı etik ve siyasi olarak, politik olarak aynı zeminde mi yorumlayacağız, yoksa bir tür revizyona mı gideceğiz?

Türkiye olarak biz şuna inanıyoruz: Arap halkları aynen diğer halklar gibi, onuruna düşkün halklar olarak kendi iradelerini artık eline alma başarısını gösterdiler. Bundan sonra yapılması gereken, bunun normalleşmesi, çatışmadan, kavga etmeden, yeni yeni gerilimlere sebebiyet vermeden bunun normalleşmesi.

Burada Mısır’daki bu tabiri caizse geri dönüşü veya sizin tabirinizle bir kaymaya sebep olan ana unsurlardan biri, Suriye’deki değişimin gecikmesi ve Suriye konusunda bütün bu aktörlerin ikircikli bir tavır sergilemeleri oldu. Bunlar birbirini olumsuz yönde, yani şu anda Ortadoğu bölgesinde pozitif ve negatif yönde domino etkileri var. Türkiye’deki başarı hikayesi pozitif bir domino etkisi çıkarmıştı. Suriye’deki değişimin kanla bastırılması ve buna karşı uluslararası toplumun sessizliği ve değişimin gecikmesi bu sefer negatif bir domino etkisi yapmaya başladı Mısır üzerinde ve diğer ülkeler üzerinde. Mısır’daki darbe bu negatif domino etkisini artırdı, bunun doğurduğu yeni bir konjonktür doğdu.

Şimdi Batılı veya uluslararası aktörler diyelim, bu durumu anlık tepkilerle yorumlayarak pozisyon belirlemeye çalışıyorlar. Biz ise vizyoner tepkiler geliştirerek şu anki pozisyonları geleceğe doğru olarak doğru yönde evriltmeye çalışıyoruz. Kimseyi karşımıza bu anlamda almadan, ama sürekli olarak etik ve politik doğru duruşu uygulanabilir günlük siyasete dönüştürmeye çalışıyoruz; aradaki hani makas dediğiniz şey buradan doğuyor. Bizim için ilkesel olarak durum değişmemiştir ve bunu mümkün olduğu kadar en doğal seyriyle yaşamak ve yaşatmak gerekir. Ve nasıl Türkiye’de asker-sivil ilişkisi sivillerin denetimine tabii olarak yaşanması demokratikleşme ise, Mısır için de bunu söylüyoruz. Burada tutum olarak açmaza düşenler, bu doğru olan ilkesel tutumla geliştirdikleri siyaset ya da düşünce arasında farklılık oluşturanlardır. Türkiye içinde de bunu görüyorsunuz, yani bizim dış politikamızı veya tutumuzu eleştirenlerin çoğu, daha önce bizim Suriye ve İran’la geliştirdiğimiz iyi ilişkileri de eleştirenler, hemen hemen hepsi. O zaman Batıdan kopuyoruz diye eleştiriyorlardı, şimdi de yine Batının tutumuyla aramızda tutum farkı var diye aynı politikayı eleştiriyorlar.

Dolayısıyla son dönemde, İran olayı ayrıdır, İran kendi içinde bir revizyon yaşıyor. Yani İran’dan hareketle durumu değerlendirmek doğru değil, çünkü Ruhani’nin gelişiyle İran kendi kendini yeniden sorgulamaya veya kendi kendini bir şekilde bir değerlendirmeye tabi tutarak yeni bir yol bulmaya çalışıyor; yani o bakımdan İran’da bir değişim kendi içinde yaşanıyor.

Ama keşke bugün İran’la angajman yapmaya çalışan ve bizim de desteklediğimiz bu angajmanı sürdürmeye çalışan Amerikan yönetimi, 2010 yılında yapmış olduğumuz Tahran Anlaşmasını değerlendirme cihetine gitseydi, belki de bugünkü angajmana çok önceden başlamış ve birçok bölgedeki riskler bertaraf edilmiş olurdu. Ama yine de biz İran’a dönük angajman politikasında hem İran nezdinde, hem Amerika nezdinde, Batı nezdinde teşvik ediyoruz, destekliyoruz. Türkiye tansiyonunun düşmesinden, sosyal hareketlerin doğal seyrine oturmasından ve bu yöndeki her hareketten hem memnun olur, hem de bu yönde gelişmeleri teşvik etmeye çalışır.

MUSTAFA KARAALİOĞLU- Sayın Bakan, bu çözüm süreci konusundan çıkmadan şunu sormak istiyorum: Son zamanlarda bir tempo düşüklüğü var, yani daha kaygılı herkes, çözüm isteyenler de kaygılı, İmralı ve Kandil tarafından mesajlar bir hayli karışmış durumda. Ne oldu, yani neler oluyor da bizlerin bilmediği ya da nasıl yorumlarsınız bunu, bu tempo düşüklüğü ve kafa karışıklığını? Öcalan’ın Nevruz’daki tavrından bir hayli uzaklaştığını rahatlıkla söyleyebiliriz ve gerçekten çözüm isteyenler için de biraz zaman zaman kaygı verici işler oluyor. Nedir sebebi?
DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Şimdi bu tür süreçlerde benim hep üzerinde durmaya çalıştığım bir husus var gözlediğim ve gerçekten de önemli olduğuna inandığım; sürecin daha elle tutulur politik yönleri var, bir de psikolojik yönü var.

Psikolojik boyut ve o yönde atılan adımlar bence gidişatı belirleyen en temel faktör. Çözüm sürecinin ben psikolojik zeminin hala çok kuvvetli olduğunu görüyorum, o yüzden de çok ümit varım. Diğer alanda müzakereler yürürken, birtakım politikalar geliştirilirken her aktör kendi pozisyonunu alır. Bazen bu aktörler mevzi kaybettiklerini düşünüp tansiyon yükseltiler, bazen tansiyonu düşürürler; bunlar hep yaşanabilir.

Ama en önemli şey, psikolojik olarak insanların gelecek algılarını belirlerken nereden hareket ettikleri? Yani 10 sene, 15 sene önce Türkiye’nin ayrılıkçı bir hareket ile olumsuz yönde etkileneceği ve bölüneceği senaryolarının konuşulduğu 90 yılları düşünün, o günkü psikolojik ortamı, bir de bütün bu yaraların sarılma sürecinde son yıllarda çözüm süreciyle yaşanan psikolojik ortamı. Bir kere daha zikretmiştim, bu akan bir nehirde karşıdan karşıya geçerken yaşanan psikolojik değişimi yansıtıyor. Yani nehrin yarısına kadar gelmişseniz, karşısına geçmek, bir an önce karşıya ulaşmak geri dönmekten daha avantajlıdır, çünkü geriye dönmenin riski en az karşıya geçmek kadardır. Şimdi biz psikolojik olarak nehrin yarısını geçtik, ben bu inancımı hala koruyorum.

Mart ayında Diyarbakır’da yatığım bir konuşmada da bunu aktarmaya çalışmıştım ve o günkü psikolojiyle bugünkü psikoloji arasında alanda çok büyük bir değişim olduğu kanaatinde değilim. O günden bugüne 6-7 ay içerisinde Türkiye’de hem genelde pozitif bir süreç var, Batı Anadolu’da ve İç Anadolu’da da, hani bu sürecin kaygılı takip edildiği düşünülen kesimlerde. Ve Akil Adamlar Topluluğunun yaptığı faaliyetler büyük katkı sağladı, tartışmayı bir entelektüel tartışma zemininde tuttu, bir iletişim kanalı oluşturdu. Güneydoğu Anadolu’da ise, bölgede de artık bu çözüm sürecinin pozitif sonuçlarından faydalanma dönemi başladı. Bundan sonra bu süreci yarım bırakarak geriye dönmek, nehri hemen geriye dönmeye çalışanlar kesinlikle kaybedecekler ve önce savunduklarını iddia ettikleri kesimlerden tepki görecekler. O bakımdan, sabırla, dirayetle ve bu tür süreçlerin vakit aldığını da unutmadan yürütmek lazım.

Ben siyasal anlayış itibarıyla toplumdaki aidiyet bağının gittikçe güçlenmekte olduğu kanaatindeyim ve bu konuda da kimsenin tereddüt etmemesi lazım. Tabi bundan rahatsız olanlar olacak, tansiyonu yükselterek acaba ne tür tavizler alırım diye düşünenler olabilecek. Ama bizim basiretle ve sabırla bu süreci yürütmemiz lazım. Son demokratikleşme paketi bu anlamda Hükümetimizin, Başbakanımızın iradesini ortaya koymuştur.

Bir de şu denmiyor hiçbir demokratikleşme paketinde: Artık bu kadarını yaptık, burada bitti denmiyor. Bu bir dinamik süreç, hep beraber bu ülkenin geleceğini, herkesin aidiyet bağının güçlendiği, tahkim edildiği bir vizyonla şekillendirmemiz lazım.

Bu tür mesajlara dayalı anlık resimler yerine, uzun dönemli dönüşümleri ve toplumsal algıları öne çıkarmak lazım. Orada da ben toplumsal algının son derece olumlu yönde...

MUSTAFA KARAALİOĞLU- Özel bir problem olduğunu düşünmüyorsunuz, sürecin tabiatının böyle olduğunu düşünüyorsunuz.

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Tabi.

MUSTAFA KARAALİOĞLU- Yani Öcalan’ın neden tavır değiştirdiği, neden frene basarak gidiyorlar, mesela demokratikleşme paketini olumlu benimsemek yerine baştan ret eden bir tavır; yani bütün bunlara ilişkilin başka bir şey olsa gerek diye düşünüyor insan.

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Kendi aralarında yürüyen tartışmalar var, yani kamuoyuna yansıyan gelişmeler dışında; bu da doğal. Yani çıtayı o kadar yukarıdan bir yerden başlatan bir yaklaşım, ayrılıkçı bir hareket olarak başlayan bir hareketin toplumda yeni bir politik bütünleşmeyi esas alan bir çözüm sürecinin parçası olması kolay olmuyor. Onlarda da bir zihniyet değişimi yaşanması gerekiyor. O anlamda ben, özgür tartışma alanı mevcut oldukça, her şeyin açıkça ifade edilmesi ile karşılıklı bir diyaloğun sürdüğü müddetçe ve silah boyutu ve terörün tekrar başlatılması olmadığı sürece, gelişmelerin kendi doğal seyrini bulacağına inanıyorum; ta ki bölgedeki gelişmeler de, Suriye’deki, Irak’taki gelişmeler de bunu destekleyici mahiyette seyretsin.

TAHA ÖZHAN- Burada bir ara verelim isterseniz, kısa bir aramız olacak, aradan sonra tekrar beraber olacağız.

(Reklam Arası)

TAHA ÖZHAN- Efendim, tekrar merhabalar, aradan sonra yine Enine Boyuna’da Sayın Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu’yla beraberiz. İlk bölüm biraz sakin geçti, Pazar günündeyiz, çok da hareket gerek yok aslında, ama hareketli konu başlıkları var...
İSMET BERKAN- Biraz olsa fena olmaz ama değil mi?

TAHA ÖZHAN- Tamam işte, ona başlayalım.

Suriye var, Irak var, sizin katıldığınız son Suriye toplantısı önemli gelişmelere gebe olduğunu gösterdi Suriye meselesinin. Ben ilk sözü alan olarak ilk baştaki hakkımı tekrar kullanmayıp İsmet Bey’e vereceğim ama, ondan önce bizzat kendimizin de yaşadığı bu Balkanlar’la ilgili küçük bir kriz oldu, son ziyaretten sonra Kosova’daki temasların ardından herhalde Sırbistan’da bazı tepkiler doğdu. Onunla ilgili cevabı hızla alayım, ben ondan sonra sözü diğer arkadaşlarıma devredeyim.

TAHA ÖZHAN- ... Ben ilk sözü alan olarak ilk baştaki hakkımı tekrar kullanmayıp İsmet Bey’e vereceğim ama, ondan önce bizzat kendimizin de yaşadığı bu Balkanlar’la ilgili küçük bir kriz oldu, son ziyaretten sonra Kosova’daki temasların ardından herhalde Sırbistan’da bazı tepkiler doğdu. Onunla ilgili cevabı hızla alayım, ben ondan sonra sözü diğer arkadaşlarıma devredeyim.

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Teşekkür ederim.

Gerçekten bir taraftan biz Ortadoğu’daki gelişmelerle ilgilenirken, Balkanlarda ve Kafkaslarda da her an gündemimizde olan konular oluyor. Ekim ayı başında Karadağ, Arnavutluk ve Hırvatistan’ı kapsayan bir ziyaret gerçekleştirmiştim, önümüzdeki hafta da Vişegrad toplantısı için Macaristan’da olacağım, yani yine Balkanlar’la ilgili bir toplantıda. Öyle bir şey ki Balkanlar, dikkatinizi biraz başka bir bölgeye verdiğinizde bir anda tekrar gündemi işgal edebiliyor.

Sayın Başbakanımızın Kosova’da Adem Jashari Hava Alanı açılışında yaptığı bir konuşma, arkasından da Prizren’de yaptığı bir konuşma... Aslında bu hava alanı Kosova için çok önemliydi ve bir Türk firması tarafından yapılmıştı. Dolayısıyla bu açılışta Arnavutluk Başbakanı Edi Rama, yeni Başbakan da oradaydı. Başbakanımızın orada yaptığı konuşma çok geniş yankı uyandırdı Sırbistan’da, birçok tepkiler geldi.

Ben bu sabah da sizin programdan hemen önce Sırbistan Dışişleri Bakanı değerli dostum İvan Mrkiç’le çok uzun bir görüşme yaptım. Esasında Türkiye-Sırbistan ilişkilerinin gelişimi yeni dış politika paradigmamızın en çarpıcı örneklerinden biri. Kosova ve Bosna’da çok farklı yaklaşımlara sahip olan iki ülke yakın ilişkiye geçince çok güzel bir sinerji oluşturdu. 90'lı yıllardakinin aksine Türkiye-Sırbistan ilişkisi Balkanlar’da bir istikrar omurgası oluşturdu. O bakımdan da biz bu ilişkiyi korumaya, geliştirmeye büyük önem veriyoruz, büyük özen gösteriyoruz.

Sayın Başbakanımızın konuşması, özellikle de Kosova’yı ikinci evi olarak değerlendirdiğini ifade etmesi ve Kosova’yla Türkiye’nin kaderinin müşterek olduğu hususlarını vurgulaması, tabi Sırbistan’daki bazı milliyetçi çevreler tarafından tek boyutlu ve bir cümlenin kontekstinden alınıp çıkarılması şeklinde yansıtılınca bazı tepkiler ortaya çıktı. Ben bugün değerli dostum İvan Mrkiç’le de konuyu ele aldım. İki konuşma, Priştine’de ve Prizren’de yapılan konuşmalar bir bütün olarak ele alındığında, aslındaTürkiye’nin Balkanlar’a nasıl yaklaştığını Sayın Başbakanımız gayet veciz bir şekilde özetliyor.

Bir kere, Balkan haklarının ortak geleceğinden bahsediliyor her iki konuşmada da. Ve herhangi bir halk ayırt edilerek, yani bir taraf olunarak şu halklara veya bu halklara karşı, şu ülkelere veya bu ülkelere karşı bir dikotomi konuşmanın bütününde hiç yok. Bütün halklarla ilgili olumlu ifadeler var. Balkanlar halkları tek tek sayılırken, Sırp, Boşnak, Hırvat, Arnavut ve bütün bu kesimler sayılarak aslında bütün halklara olan yakınlığımız vurgulanıyor. Ve bir cümle var ki çok hayatidir: Türkiye Balkanlar halklarının tümüne aynı mesafededir. Şimdi bu aslında bir Türk Başbakanın Kosova’da bunu dile getirmesi, Balkanlar’da istediğimiz, arzu ettiğimiz ortamın sağlanması bakımından çok önemli. Bu boyutu ile Balkan vizyonumuzu ortaya koyuyor.

Ayrıca Priştine-Belgrad diyaloğuna verdiğimiz önem de ortaya konuyor ve bu konuda Sırbistan’ın tutumu da takdir ediliyor. Esasen Sırbistan’la olan ilişkilerimizi biz her zeminde olumlu yönde vurgularız.

Neticede iki konuşma bir araya getirildiğinde ve birlikte değerlendirildiğinde aslında Türkiye’nin Balkan ülkelerinin tümüne verdiği önemin dile getirilmesi ve bundan sonra Balkanlar’da barış, istikrar için bütün Balkan halklarının bir araya gelmesi gerektiği vurgusu çok önemli.

Maalesef orada, "Türkiye Kosova’dır, Kosova Türkiye’dir" gibi, birçok zeminde yakınlık ifade etmek, kültürel yakınlık ifade ederek kullanılmak istenen ifade Sırpça öyle bir şekilde tercüme ediliyor ki, sanki Türkiye bir yayılmacı veya neo Osmanlıcı bir yaklaşım içindeymiş gibi gösteriliyor. Ben değerli dostuma da söyledim, biz Belgrad’a geldiğimizde de Sayın Başkanımız veya ben, Belgrad bizim ikinci evimizdir deriz ve bunu çok doğal olarak söyleriz. Gerçekten de Belgrad da Priştine gibi, Prizren gibi çok sevdiğimiz şehirlerdir. Sırp halkı da Arnavut halkı gibi bizim dost gördüğümüz ve ilişkileri geliştirmeyi arzu ettiğimiz bir halktır, ülkedir.

O bakımdan, konuyu istismar etmek isteyen ve Sırbistan’da tansiyonu yükseltmek isteyen çevreler çıktı. Ama bu sabah yaptığımız görüşmede iki dost ülkenin yakın iki dost bakanı olarak bunları ele aldık. Bu sıkıntılar olur, bazen konuşmanın bütününden kopartılan ifadeler bir kriz sebebi gibi gösterilebilir, görülebilir. Bunları aşmak bakımından bizim yeteri tecrübemiz var.

Öte yandan, Sırbistan da, biz de Kosova konusundaki görüş ayrılığımızın farkındayız. Bu görüş ayrılığını her iki taraf da kabul ederek bu ilişkileri yürütüyor. Ancak hiçbir zaman hiçbir Türk Başbakanı veya herhangi bir Türk yetkilisi hiçbir ülkeyle ilgili olarak yayılmacı bir dil kullanmaz. Sadece yakınlığımızı ifade etmek bakımından en sıcak ifadeleri kullanırız. Sayın Başbakanımız da burada yakınlık ifade eden sıcak bir dil kullanmıştır. Türkiye’de de yaşayan Kosovalılar var. Kosovalılar da baktıklarında Türkiye’yi kendilerine yakın hisseder. Sırbistan açısından da bu durum farklı değil.

Ben yine söyledim, Sırbistan Cumhurbaşkanı Sayın Nikoliç de İstanbul’a geldiğinde İstanbul benim ikinci evim dediğinde biz mutlu oluruz, alkışlarız bu sözü, çünkü yakınlık ifadesidir. O bakımdan bu sıkıntının aşılacağına inanıyorum. Dostum Mrkiç'le Bu çerçevede çok güzel bir görüşme yaptık sabah. Karşılıklı olarak yeni bir şey olursa her zaman değerlendiririz.

Öte yandan, demin söylediğim gibi, Türkiye Belgrat-Priştine diyaloğuna da destek verecektir. Yaklaşan seçimler öncesinde bu dönemde Belgrad-Priştine diyaloğunda Sırbistan tarafı gerçekten yapıcı bir tavır sergilemiştir. Sırbistan’ın Kosova seçimleriyle de ilgili olarak olumlu, diyalog içinde bir yaklaşım sergileme çabası içinde olduğunu görüyoruz.

Önemli olan, gerginlikleri artırmak değil. Aksine Türkiye, Kosova’yla Sırbistan arasında, Bosna Hersek içinde Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar arasında ve Bosna Hersek ile Sırbistan arasında olabilecek her türlü pozitif gelişmeye katkıda bulunur, hiçbir zaman da bir gerginlik çıkmasını istemez, gerginliğin bir tarafı da olmayı arzu etmez.

MUSTAFA KARAALİOĞLU- Üçlü mekanizmayı kurtarabilecek misiniz Sayın Bakan? Yani çünkü Sırbistan Cumhurbaşkanı çok net ve erken bir tavır koydu.

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Evet. Bugün sabah, çok dostane şekilde bir açıklama beklediklerini ifade ettiler. Metnin İngilizcesini de, Türkçesini de Büyükelçimiz Sırp tarafına iletti. Sırp basınına yansıyan tek bir sembolik cümle böyle abartılarak yansıtıldı. Metnin bütünü okunduğunda söylenmek istenen çok açık görülüyor. Sayın Mrkiç de sabah biz konuşmaların bütününü görmek isteriz dedi. Bunları konuştuk.


Böyle hassasiyet içeren ilişkilerde her zaman inişler çıkışlar olabilir. Ama biz Türkiye-Bosna Hersek-Sırbistan üçlü mekanizmasını kolay inşa etmedik . Eminim Sırbistan da, biz de bu tür günlük sıkıntıları aşarız.

İSMET BERKAN- Ayrıca belki Sayın Bakanın az önceki sözleri de bu aşılmaya bir ölçüde yardımcı olur belki. Yani diplomatik kanalların dışında ayrıca bir böyle kanal da var sonuçta, kamuya açık söylüyor.

Sayın Bakan, ta programın en başında işte Türk iç ve dış politikasındaki ortak vizyonu anlatırken komşularla sıfır sorun politikasına atıfta bulundunuz, bundan ötürü bunu kullanarak da bizi eleştiriyorlar bugün dediniz. Aslında belki biraz eleştirileri hatırlamakta da fayda var. Yani bunu hatırlatıp ondan sonra bir şey sormak istiyorum size.

Yani düne kadar işte ne bileyim Suriye’yle ortak bakanlar kurulu toplantısı yapıyorduk, işte vizeler kaldırılmıştı serbest geçişler vardı, Irak’la hakeza aynı şekilde ciddi bir yakınlaşma vardı. Sonra bu iki ülkeyle de; ki çok geniş bir sınır alanımızı kapsıyor bu iki ülke, kara sınırlarımızın yarıdan fazlasını bu iki ülkeyle yapıyoruz biz, bu iki ülkeyle ilişkilerde çok ciddi kopma oldu. Suriye’deki durum malum, iç savaş var. Fakat Irak’la ilgili önemli bir gelişme yaşandı geçen hafta, Irak Dışişleri Bakanı epeyi bir aradan sonra, iki ülke arasındaki epeyi bir boşluktan sonra Irak Dışişleri Bakanı Türkiye’yi ziyaret etti, ben de basın toplantınızı izledim, neşeli bir basın toplantısı da oldu ve hatta işte Irak Başbakanının Türkiye’ye geleceği söylendi falan.

Şimdi ben şunu merak ediyorum: Biz Irak’la neden bozuştuk, şimdi neden barışıyoruz; ne oldu o arada? Belki seyircilerimiz de merak ediyordur.

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Komşularla sıfır sorun ilkesi bizim temel ilkelerimizden biri ve hala bunu savunuyoruz ve savunmaya devam edeceğiz.

Hatta, bir Avrupa Konseyi parlamenterler meclisi toplantısında Ermeni delege kalktı, Ermenistan’la ilişkilerdeki durağanlığı veya komşularla sıfır sorun diyorsunuz, ama Ermenistan’la hala sıkıntılar var dediğinde ve bazı itirazlar ve eleştiriler getirdiğinde, bekledi ki benim karşı bir tepki olarak Ermenistan’ın hatalarından bahsedeyim, karşı tezler söyleyeyim. Benim orada kullandığım bir ifade var, bunu yaklaşımımızın temel şeyini yansıtıyor, bizim dış politikamızda iki kategori ülke var, bekleniyor ki, birisi dost ülkeler, birisi problemli ülkeler, bugün, dost ülkeler, biri de potansiyel dost ülkeler. Yani düşman ülke kategorisiyle dış politikaya bakamazsınız. Her ülkeyle, en yakın dostunuzla bile ihtilaflar yaşayabilirsiniz, en uzak gördüğünüz bir ülkeyle de ortak bir yerde bulaşabilirsiniz bir konuda.
Komşularla sıfır sorun ilkesi derken, tam da başta söylediğimiz içeride ve dışarıdaki tehdit algısına dayalı statükocu paradigmayı sarsmak için biz o prensibi vaaz ettik. Tabi ki iniş çıkışlar olacak, güllük gülistanlık bir ortamda, bir bahçede değiliz. Ama mesele, temel oryantasyonunuzun ne olduğunun doğru ve açık şekilde vaaz edilmesi. Ve o kadar büyük bir mesafe alındı bu ilke üzerinden, hatta Arapçaya, diğer dillere de tercüme edilerek kullanıldı, tasfiye el müşkülat gibi, Türkiye’nin bir yaklaşımı, bir markası olarak neredeyse tescil edildi. Bundan rahatsız olan çevreler var. Türkiye’nin komşu ülkeleriyle sıkıntılar yaşanmasından memnun olan çevreler her zaman çıkacaktır.

Öyle bir algı oluşturdular ki, bir anda Suriye bağlamından hareketle, sadece Suriye, bakın Irak’ı demiyorum, Irak’ı izah edeceğim, hareketle Türkiye’nin komşularla sıfır sorun ilkesi çöktü diye İngilizce, Arapça, Türkçe müthiş bir yayın propagandası oluştu. Yani pozitif literatürün oluşturduğu etkiyi, algıyı kırmak için, kısa bir sürede büyük bir negatif propaganda alanı oluşturulmaya çalışıldı.

Şimdi sadece şunu söyleyeyim: Komşularla ilişkilerimizin bulunduğu nokta itibarıyla, bu aylık programıma bakınız yürüttüğümüz faaliyetler itibarıyla, Irak Dışişleri Bakanı geldi, ben de Irak’a gideceğim bir hafta içinde. İran Dışişleri Bakanı gelecek hafta gelecek, ben de 26 Kasım’da, yani yine bu ay içinde İran’a gideceğim. Yunanistan Dışişleriyle çok pozitif bir görüşme geçen ay New York’ta yaptık, vaktim el verirse bu ay, en geç Aralık başında Atina’ya gideceğiz, yüksek düzeyli stratejik işbirliği konseyi hazırlıklarını başlatacağız. 21 Kasım’da Rusya’yla Moskova’da YDSK, yüksek düzeyli işbirliği Konseyi toplantısını yapacağız, Ukrayna’yla geçen ay yaptık. Bulgaristan Dışişleri Bakanı dün Türkiye’ydi, Gürcistan’la zaten ilişkilerimizin geldiği düzey malum.

Şimdi bütün bu komşular... Hatta komşularla ilişkiler bağlamında bir olağanüstü gelişmeyi de yaşayacağız, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nden ilk defa bir yetkili, müzakereci Ankara’ya gelecek, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden bir yetkili Atina’ya gidecek. Yani bu ay içinde Suriye dışında temas kurmadığımız, bir ay içinde kurmadığımız ve bir şekilde YDSK, üst düzey işbirliği konseyi toplantısı yapmadığımız hiçbir ülke yok komşular arasında.

İSMET BERKAN- Ermenistan’ı saymadınız.

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Ermenistan’la ilgili de çok yoğun bir çaba içindeyiz, bunu da söyleyeyim. Detaylarını şimdi konuşmak için erken ama, çok yoğun bir çaba içindeyiz. Bu ay başında İsviçre’ye yaptığım ziyarette de bunu konuştuk.

Dolayısıyla, nereden çıkıyor Türkiye’nin bütün komşularıyla problemli olduğu? Yani hem bütün komşularla problemli olacaksınız, hem de bu ay içinde hepsini hem ağırlayıp, hem oraya gideceksiniz bir ay içinde? Yani bu olumlu bir miti yok etmek için oluşturulan bir şehir efsanesi.

Bizim Suriye’yle ilgili sıkıntımız da Türkiye’den kaynaklanmıyor. Türkiye’nin tek başına çözebileceği bir konu da değil. Suriye’de iç savaşı çıkartan temel faktör, Suriye rejiminin kullandığı acımasız yöntemlerdir.

Irak’la ilgili yaşananlar ise, biraz önce Sırbistan meselesinde olduğu gibi, bazen ilişkileriniz çok iyi seyrederken belli yerlerde iniş çıkışlar yaşanabilir, bu doğal. Önemli olan, bunu nasıl kontrol altına aldığınız. Irak’la ilişkilerimizdeki temel sebep yine Türkiye-Irak ilişkilerinin doğasından kaynaklanmasından daha çok, Suriye’deki gelişmelere de paralel olarak Irak’ta yaşanan bazı iç gelişmelere, Irak’taki değişik siyasi gruplar arasında söz konusu olan bazı anlaşmazlıklarla ilgili Türkiye’nin bütün tarafları mümkün olduğu kadar sürecin içinde tutma çabasının yanlış anlaşılması diyebiliriz.

Bizim hiçbir zaman Irak’ta herhangi bir kesimi diğer kesime karşı tuttuğumuz, teşvik ettiğimiz veya bir kesime karşı tavır aldığımız söz konusu değil. 10 yıl içinde Irak’la bütün kesimlerle ilişkilerimiz o kadar yoğunlaştı ki, Sünni, Şii, Arap, Kürt, Türkmen, bütün unsurlarıyla çok yakın temasımız var.

Ne oldu? Tabi karşılıklı bir durağan bir dönem yaşadık, doğru. Yani 2012 Ocak’ından...

İSMET BERKAN- Bugüne kadar.

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Bugüne kadar, ama bugün yakın bir dönem. Ben 2012 Ocak’ından 2013 Nisan’ına kadar diyeyim, çünkü ondan sonra dikkat ederseniz karşılıklı açıklamalarda herhangi bir ton yoktu.

Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari bugün kalıp da Türkiye’ye gideyim diye karar verip gelmedi. Yani bugün bir gazete okudum, ne oldu da eleştiriler bitti? Dikkat edilirse, son 8-9 ay içerisinde Türkiye’den Irak’a dönük bir eleştiri, Irak’tan da Türkiye’ye dönük yoğun bir eleştiri yoktu.

Nisan ayında Cumhurbaşkanıvekili Sayın Huzayi’yle Arap Ligi çerçevesinde bir görüşmemiz oldu, karşılıklı olarak o kadar büyük ortak alanımız var ki, bu ortak alanı gözeterek birbirimizin niyetlerinden şüphe eden bir tutumla değil, pozitif mesajlarla bir yakınlaşma temin edelim konusunda belli bir mutabakat sağlandı Sayın Başbakanımızla da istişarede.

O günden bugüne kademe kademe ilerleyen ve son olarak Sayın Nuceyfi’nin Ankara ziyaretiyle; ki Sayın Nuceyfi Meclis Başkanı olarak Sayın Maliki’yle ciddi çelişkiler de geçmişte yaşayan bir isim. Sayın Nuceyfi’nin Ankara’ya getirdiği mesajlar, Sayın Başbakanımızla olan görüşmemizde getirdiği mesajlar ve Sayın Maliki’nin Türkiye’yle ilişkileri geliştirme konusundaki olumlu ifadeleri, olumlu mesajları, ilişkileri tekrar daha güçlü bir şekilde inşa etme konusundaki çağrısı, son olarak çünkü 2011’de Sayın Maliki’nin Türkiye’ye gelmesi söz konusuyken bazı sıkıntılar başlamıştı, kendisinin de her zaman Türkiye’yi ziyaret etme arzusu içinde olduğu söylendi. Sayın Başbakanımız da Irak’la olan dostluğumuzun kadim arka planını kısaca şey yaptıktan sonra, biz YDSK’yı ilk olarak Irak’la kurduk, bundan sonra da ilişkileri geliştirmeye kararlıyız ifadesi. Arkasından Sayın Hoşyar Zebari’yle biri New York’ta, diğeri Cenevre’de iki uzun görüşmede bunun ... nasıl olacağı, hangi adımların atılacağı konusunu ele aldık. Sayın Cumhurbaşkanımız Sayın Huzayi’yle New York’ta görüştü. Böyle adım adım işlenen ve karşılıklı kanaatleri bir anlamda tekrar olumlu yönde değiştiren hususlar oldu, gelişmeler oldu. Şimdi Sayın Hoşyar Zebari’nin gelişiyle, nerede kalmıştık,-tabiri caizse- oradan aynı kararlılıkla devam edelim iradesi oluştu.

Zaten bir de önemli bir boyut, tabi ilişkilerin gelişmesi açısından veya ilişkilerin normalleşmesinin getireceği en önemli katkı, Irak’ta seçimler var önümüzdeki ilkbaharda, o seçimlere Irak’ın sakin ve huzurlu bir şekilde gitmesi çok önemli. Biz her zaman Irak’ta bütün kesimlerin katıldığı bir siyasi yapı oluşsun istedik.

Tabi Kuzey Irak Bölgesel Yönetimiyle çok yakın ilişkilerimiz var, bu dönemde o gelişti, gelişmeye de devam edecek. Basra’yla, Necef’le, Kerkük’le, Musul’la geliştirdiğimiz özel ilişkiler var, çünkü Irak’ta vilayetler de önemli, valiler çok ciddi yetkilere sahip. Sayın Necef Valisi ziyaret etti, Basra’dan da ayrıca heyetler geldi, yani Şii bölgelerinden de gelen yoğun heyetler oldu.

Bütün bunlar göz önüne alındığında, şimdi inşallah önümüzdeki 10 gün içinde veya iki hafta içinde diyeyim, çünkü Sayın Maliki’nin Amerika Birleşik Devletleri ziyareti var, onlar dönünce muhtemelen 10 Kasım ile 15 Kasım arası bir tarihte benim bir ziyaretim söz konusu olacak. Tabi Muharrem ayı olduğu için de özellikle de ben bu dönemde gitmeyi önemsiyorum. Daha sonra Sayın Maliki’nin ziyareti, Sayın Meclis Başkanımızın Nuceyfi’ye olan mukabil ziyareti, Sayın Başbakanımız ola ki zamanla onun ziyareti, bunların hepsi adım adım atılacak.

Şu anda bizim için en önemli olan husus, Irak’la ikili ilişkilerimizin geliştirilmesi, Suriye konusunda yoğun bir istişari ilişki içine girmemiz - çünkü en çok etkilenen iki ülkeyiz - ve Irak’ın seçimlere suhuletle gitmesi ve temsil kabiliyeti yüksek bir hükümetin kurulması.
İSMET BERKAN- Peki efendim, bir kaldı Suriye şimdi geriye. Geçmişi konuşmak ne kadar faydalı bilmiyorum ama, son birkaç günde ya da son birkaç haftada ortaya çıkan bir durum var, Amerikan tarafı Suriye’ye ilgili sanki bir dezangajmana giriyor. Sizde de böyle bir bilgi ya da böyle bir hissiyat...

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Kiminle dezangajmana?

İSMET BERKAN- Suriyeli muhaliflere olan yardımını, öldürücü olmayan yardımını, şimdi zaten sınır kapısı kapalı olduğu için zannediyorum ama, galiba bir süre sonra hiç göndermemeye de başlayacak.

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Hayır, tam onu söylemek mümkün değil. Aksine, Londra toplantısı,11 ülkenin oluşturduğu çekirdek grup toplantısı Suriye’nin Dostları Grubu’nda bu tür söz konusu olabilecek; hani sadece bu değil, bu grup arasında görüş ayrılıkları olduğu, Türkiye’yle Amerika’nın, Amerika’yla Fransa’nın, Arap ülkelerinin bir kısmıyla Türkiye’nin aralarında görüş ayrılıkları olduğuna dair çok sayıda yayın yapıldı. Öyle bir algı oluştu ki, öbür tarafta konsolide bir Suriye rejimi, arkasında duran Rusya ve İran, bu tarafta ise bölünmüş bir muhalefet ve farklı kanaatlere sahip ülkeler gibi bir algı oluşturulmaya çalışıldı. Bu da psikolojik manevraların tabiri caizse bir ayağı. Londra toplantısı bunun böyle olmadığını açık bir şekilde ortaya koydu.

Londra toplantısından önce Kurban Bayramında Sayın Kerry ve Fabius’la benim iki uzun telefon görüşmem oldu, orada Londra toplantısına karar verdik. Çevrede bu algı oluşturulmaya çalışıldığını biz de gördüğümüz için, gidilebilecekse Cenevre-2’ye - ki hepimiz istiyoruz gitmeyi - oraya gitmeden bu ülkeler arasındaki pozisyonun konsolide edilmesi, birlikte ortak parametrelerin belirlenmesi ve muhalefetin de bu parametreler etrafında Cenevre-2’ye gitmeye ikna edilmesi, açıkçası tutum bu. Şimdi baktığınızda - ki Suriye’nin Dostları Grubu’nun bu 8’inci toplantısı, bu yıl içinde de çekirdek grubu toplantısı olarak 5’inci toplantı, biri Türkiye’de yapılmıştı, diğeri Roma’da, Amman’da, New York’ta, şimdi de Londra’da - en net bildirilerden biri bu bildiridir. Bizim çok önem verdiğimiz birçok unsur bildiride yer almıştır ve bütün taraflar aslında bu temel parametreler etrafında angaje olduklarını da deklare etmişlerdir.

Nedir bunlar? Cenevre-2’nin Cenevre-1 parametreleri etrafında bir geçiş hükümeti kurulması ve bu geçiş hükümetinde, tam şeyi geçiş organı diyelim, hükümet daha farklı, bu yeni yönetimin devreye girmesiyle birlikte eli kanlı olan, eline kan buluşmuş unsurlara, yakın çevresi kimler varsa bunların Suriye’nin geleceğindeki rollerinin bitmesi, yani yeni bir yönetimin kurulması.

Bu yeni yönetimde tabi ki iki taraf olacak, tabi ki taraflar bir araya gelip müzakere edecekler. Ama bir kez bu kuruldu mu, bu kurulan yapının tam yetkisi sahip olması; bunu yapmazsanız zaten müzakerenin anlamı yok. Burada tam yetki muhalefetin de elinde olacak değil, rejimin unsurlarının da elinde olacaktır, ama yeni yapının elinde olacak, bu yeni yapıda eli kana bulaşmış unsurlar olmayacak.

İkincisi; bu önü açık bir süreç olmayacak. Yani oturursunuz, bizim için bu çok önemliydi, otururlar, bir sene müzakere ederler, iki sene, düşünün, Filistin müzakereleri ne kadar sürdü, Kıbrıs müzakereleri ne kadar sürdü. Önü açık bir şekilde bir kısır döngüye giren müzakereler olmayacak, ne kısa sürede tamamlanması için prensip kararına varılacak, önümüzdeki birkaç ay içinde en geç.

Üçüncüsü, yine bu çerçevede önemli bir tartışma konusu, kimler katılacak? Yani rejim bir tarafta, farklı muhalefet unsurları karşı tarafta oturacak gibi bir algı yayılmaya çalışılmıştı, bu da ret edildi ve rejim ile muhalefet birer delegasyonla temsil edilecekler dendi ve muhalefetin delegasyonu Suriye Ulusal Koalisyonu’nun merkezde olduğu ve onun yönettiği bir delegasyon olacağı. Eğer diğer unsurlar buna katılmak istiyorlarsa, o vakte kadar, Cenevre’ye kadar Suriye Ulusal Koalisyonu’yla müzakere edecekler ve katılacaklar. Ama, yok buraya katılmayacaklarsa rejim tarafına gidip katılacaklar. Özellikle PYD için falan bu bir sınavdır, nerede olduğunun tespiti, tarafınızı seçin, ya buradasınız, ya orada. Bir gün orada, bir gün orada yürüyecek bir şeyin içinde olunmayacak.

Dördüncüsü; yine Türkiye’nin girişimiyle girdi, Cenevre görüşmelerinde insani meseleler ve mülteciler konusu bir parametre olarak tartışılacak, konuşulacak ve bu sorun çözülecek, yani bir şekilde bu sorunu çözülecek. Yani aynı kimyasal silahlar gibi, kimyasal silahlarla ilgili bir süreç başladı, sanki bütün Suriye konusu kimyasal silaha indirgendi, şimdi de muhalefetle rejim arasında bir diyalog başlayacak, bütün konu buna indirgenmiş olamaz. Aksine, bütün tarafların mülteciler ve insani konularla ilgili, hem Suriye dışındaki mülteciler, hem Suriye içindeki insani konuyla ilgili müzakereler de merkezi bir konum olacak.

Beşincisi; yine önemli bir unsur, Suriye’nin geleceğini belirleyecek olan seçimler kurulacak olan bu yapı tarafından yönetilecek, yani geçiş yönetimi tarafından ve uluslararası denetime açık olacak. Suriye yanlısı çevrelerce bazı kanaatler segileniyor: Bu müzakereler sürsün, nasıl olsa 2014 Mayıs’ında, Haziran’ında Beşar Esad 4 yılını dolduracak ve onun yönetiminde bir seçime gidilsin, adaylar da çıksın, kim kazanırsa. Görünüşte naif bir şekilde bakıldığında doğru görünüyor, kim kazanırsa. Peki Beşar Esad Şam’da otururken ve bu şehirler böylesine bombalanırken o şartlarda yapılan bir seçim ne anlam ifade edecek?
2012’de biliyorsunuz parlamento seçimleri yapıldı bu şartlar altında ve parlamento seçimler neticesi Riyad Hicab’i Başbakan seçildi. O seçimler neticesi Başbakan seçilen Riyad Hicab’i Haziran ayında Başbakan oldu, Ağustos ayında Suriye’den kaçmak zorunda kaldı. Dolayısıyla, o seçimlerin bir anlamı yok. Bu seçimler yeni yönetimin yönetiminde ve uluslararası denetim altında yapılacak, ha o zaman serbest seçim olur. O döneme kadar da o seçime giderken yeni yönetim mutlak yürütme erkine sahip olacak. Yani Beşar Esad’ın yürütme erkine sahip olduğu şartlarda gidilecek bir seçimin çözüm üretmesini beklemek mümkün değil.

İSMET BERKAN- Bu anlattığınız Cenevre-2’ye giderken Suriye’nin Dostları Grubu’nun pozisyonu. Peki, Rusya, İran ve Suriye’nin pozisyonu?

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Oraya geçmeden, Suriye muhalefetiyle ilgili olarak; Londra’da sabah 11 ülkenin dışişleri bakanları toplandı, sonra Suriye muhalefetine davet ettik, bu parametreler etrafında Suriye muhalefeti Cenevre-2’ye gitmeyi kabul etti.

Cuma günü de ben Ankara’da Suriye muhalefetinin hem yönetim konseyinde değişik kanatlarını davet ettim, 4 saat süren uzun müzakerelerle bu konuda zihninde şüphe olan bazı Suriye muhalefet unsurlarını da bir anlamda ikna etmemiz mümkün oldu. Yani Suriye muhalefeti içinde de değişik gruplar var, yani değişik kanaat sahibi olanlar var, hepsi şu anda Cenevre-2’ye gitme konusunda mutabık kaldılar, bu 11 ülkenin sağladığı garantiyle diyelim.

Salı günü...

İSMET BERKAN- Peki diğerleri geliyor mu, İran, Rusya ve Suriye?

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Ona geleceğim. Salı günü Arap Ligi toplanacak ve o da Suriye muhalefetiyle görüşecek. Suriye muhalefetinin Londra’da söylediği en temel prensip, El Carba’nın: Biz bu sürece katılırız, Cenevre’ye de gideriz, ama Türkiye’nin ve Arap Ligi’nin garantisi şartıyla, onlar yanımızdaysa ve onlar bize bu süreçte bizimle birlikte olduklarını söylerlerse bizim bu konuda adım atmamız daha kolay olur ve onların garantisiyle geliriz. Onun için Cuma günü ben toplandım, Salı günü Arap Ligi toplanacak, Suriye muhalefetinin pozisyonu konsolide olmuş oldu.

Şimdi diğerlerinin tepkilerini göreceğiz tabi. Ama şu denirse: Beşar Esad Cumhurbaşkanı olarak orada duracak, Beşar Esad’ın bu ölüm makineleri bütün hızıyla devam edecek, bu arada rejimle muhalefet otursun konuşsun ve Beşar Esad’ın kaldığı bir senaryoyla seçimlere gidilecek denirse, zaten buradan bir netice almak mümkün değil. Bunu Suriye halkına anlatmak da mümkün değil. Rusya’nın Londra toplantısıyla ilgili ilk açıklaması olumsuzdu. Ama ümit ederiz, otururlar değerlendirirler, Suriye muhalefetinin kabul ettiği bir platformu rejimin reddetmesine izin vermezler. Bu bir şanstır, gelsinler, bu parametreler karşısında kendi görüşleri varsa onlar da onları dile getirsinler.

Ama şunu ben iddialı şekilde söyleyebilirim: Bu parametrelerin hepsi Cenevre-1’de ilan edilen bildirinin özüne de, doğasına da uygun parametrelerdir ve onun parçasıdır. Cenevre-1’i kabul edenlerin buna karşı çıkmalarını anlamak mümkün olmaz.

HATEM EFE- Sayın Bakanım, bu Suriye bağlamında Türkiye’de de çok yankısı olan meselelerden biri de, bizim sınırımızda PYD’yle El Kaide ya da PYD’yle Nusra arasında çatışma. PYD zaman zaman Türkiye’yi de suçladı, bize karşı kullanılan silahların Türkiye’den temin edildiğini söyledi.

Net olarak Türkiye bu çatışmada nerede ve bu çatışmaya nasıl bakıyor? Türkiye PYD’nin boğulmasına bir taraf mı Suriye’nin babında?

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Aslında Türkiye’nin o derece açık bir pozisyonu var ki ve hiçbir şüphe götürmeyen, bu açıklamaların hiçbir karşılığı yok.

Bakın, Suriye’de dönüşüm başlamadan önce de biz oradaki Kürt kardeşlerimizin hakları konusunu Suriye yönetimiyle müzakere ettik, talepte bulunduk, ta Nisan 2011’de Şam ziyaretimizde bunu kendisine söyledik. Ve Kürtlerin kimliklerinin ilk defa tanınması o görüşmelerden sonra mümkün olabildi.

Türkiye’nin ne Irak’ta, ne Suriye’de Kürtlerin haklarıyla ilgili bir meselesi yoktur. Aksine, oradaki Kürtler, Türkmenler, Araplar ne kadar iyi şartlarda kendi haklarını kullanabilirse bundan o kadar çok fazla memnun oluruz. Düşünün, Irak Merkezi Hükümetiyle bazı sıkıntılar yaşayıp Kürt Bölgesel Yönetimiyle ilişkilerimiz geliştiğinde de bu sefer tam tersi kanaatler serdedildi ve bu eleştirildi. Bizim Erbil’le ilişkimizin gelişmesi kime fayda sağlıyor? Herkese fayda sağlıyor.

Onun için, Suriye’deki Kürtlerle ilgili bizim...

TAHA ÖZHAN- Sayın Bakanım, Kürtler deyince sanki bir yanlış anlaşılma olabilir, PYD’den bahsediyoruz. PYD...

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Şimdi oraya geleceğim. İlkesel olarak Kürtlerle ilgili hiçbir sıkıntı yok. Ama Kürtlerin Suriye’deki organizasyonuyla ilgili bir durum var. Kürtlerin Suriye’deki yapılanmalarına baktığımızda, bir Suriye Kürt Ulusal Konseyi var; ki bizimle ilişkileri son derece iyidir, kendilerini ben Ankara’da daha geçen ay ağırladım ve muhalefetle de görüştü, Abdulhakim Başar ve diğer arkadaşları, muhalefetle de görüşmelerini temin ettik ve muhtemelen Cenevre-2’ye muhalefet bünyesinde katılacaklar Suriye Kürt Ulusal Konseyi. Yani Suriye Kürtlerini tek başına PYD temsil ediyor değil, orada aşiretler var, diğer yapılar var...

TAHA ÖZHAN- Türkiye medyasında da böyle çok yoğun bir patent hakkı artık şey oldu da, onun için...

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Onun için zikrettim Kürtleri genel olarak. Çok doğru hatırlattınız Taha Bey... Sanki Kürtlerin haklarını PYD temsil ediyor, PYD’yi de Türkiye engellemeye kalkıştığı için aslında Kürtlerin haklarına karşı. Hayır, böyle bir durum yok. Aksine, Kuzey Irak’taki Kürtlerle geliştirdiğimiz ilişkilerden de açıkça görüldüğü gibi, Suriye’de herhangi bir şekilde elde edeceği haklar bizi rahatsız etmez, Türkiye’yle Suriye arasında bir başka dostluk köprüsü oluşturur.

Ama PYD şunu söylüyor: Bütün Kürtleri ben temsil ediyorum. Hayır, temsil etmiyor, aksine PYD’nin baskısından son derece rahatsız olan gruplar var, işte Suriye Kürt Ulusal Konseyi gibi, aşiretler var, onlar da bize gelip destek istiyorlar. Dolayısıyla, meseleye bir Kürt-Arap çatışması veya El Kaide’nin Kürtlere baskı yapmasına Türkiye’nin sessiz kalması veya destek vermesi gibi bir konu değil.

Peki PYD’yle Suriye muhalefeti arasında ilişkiler nedir? Biz birleşmesini isteriz. Bunu iddia edenler son 3 ay içinde, 4 ay içinde PYD’yle dorudan temas kurulmasını Türkiye’nin göz ardı ediyorlar. Herhalde hiç kimse bundan 6 ay önce Salih Müslim’in Türkiye’ye gelip görüşmeler yapacağını düşünemezdi. Biz PYD’ye çok açık bir şekilde 3 ilke etrafında olumlu davrandıklarında Türkiye’yle bir sıkıntıların, Suriye muhalefetiyle bir sıkıntılarının kalmayacağını ifade ettik.

Birisi, Suriye rejimiyle ilişkilerini kesmeleri.

TAHA ÖZHAN- Bu devam ediyor mu hala?

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Tabi, maalesef devam ediyor.

MUSTAFA KARAALİOĞLU- Yani PYD’le Esad’la ilişki durumunda.

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Tabi Esad son derece her zaman uyguladığı taktiği uygulayarak Kürtlerin haklarını onlarca yıl gasp ettikten sonra, kuzeyden çekilirken silahların PYD unsurlarına bıraktı. Belli yerler de, tabiri caizse, pazarlık usulüyle belli kapıları Esad güçleri mi kontrol ediyor, PYD güçleri mi, belli değil. Yoksa PYD’nin bu kadar yoğun bir silah gücüne sahip olması mümkün olmaz.

PYD o günden bu güne denge Esad lehineyse Esad’ın yanında, Esad güç kaybediyorsa muhalefetin yanındaymış gibi bir görüntüye girdi, bu ikircikli tutum muhalefette büyük bir şüphe uyandırdı. Yoksa geçen sene Kahire’de yaptığımız, Temmuz 2012’de Kahire’de yapılan muhalefet toplantısına PYD davet edilmişti, ama hep bu ikircikli tutumun doğurduğu tepkilerle karşılaşıldı. Biz de bu ikircikli tutumun kalkması için, muhalefete de PYD’yle görüşmelerini telkin ettik bundan birkaç ay önce.

PYD’yi de Türkiye’ye çağırdık, arkadaşlarımız konuştular ve dediğim gibi rejimle ilişkilerini kesmeleri, özellikle bu askeri ilişkilerini, çünkü bizim için de tehdit oluşturuyor. Suriye Ulusal Koalisyonu’yla entegre olacak şekilde müzakere yürütmeleri ve seçilmiş Suriye parlamentosu oluşana kadar hiçbir defacto oluşuma yönelmemeleri.

Seçilmiş Suriye parlamentosu içinde bütün Suriye’yi oluşturan halklar neye karar verilerse biz buna saygı gösteririz, kimsenin hakkına karşı çıkmayız. Ama eğer PYD’nin kontrolünde bir Kürt bölgesi oluşursa, karşı tarafta bir Sünni bölgesi oluşursa, onun ötesinde bir Nusayri bölgesi oluşursa, Suriye’yi bir arada tutmak mümkün olmaz. Onun için, bu parametrelerle bizim görüşmelerimiz sürdü.

Hatta, BDP’li bazı yetkililerin de temasları, talepleri ve paralelinde yürüyen şeyler, onlardan da bağımsız olarak yürüttüğümüz insani yardım faaliyetleri vardı, bunun için büyük kolaylıklar sağlandı.

İSMET BERKAN- Barzani de sıkıntılar yaşıyor, yani o da...

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Bu sefer Kuzey Irak’la sıkıntılar yaşamaya başladı. Geçen sene Erbil’e gidip görüşmüştük Kürt gruplarla, şimdi Salih Müslim’in işte Kuzey Irak’a geçişi... Çünkü, aynı anda hem rejimle işbirliği yapıyor, hem oradaki Kürt unsurlarla savaşıyor, hem muhalefetle savaşıyor.

Buradan şunu çıkarmak gerekir: Bizim arzumuz, bu müzakereler hızlansın ve bütün Kürt gruplar muhalefet içinde yerlerini alsınlar, Cenevre-2’de de hak ettikleri konumda bulunsunlar.Ama PYD bu ikircikli tutumu sürdürdükçe muhalefetin ona olumlu davranması mümkün değil. Bakın muhalefet diyorum, El Kaide unsuruyla ilgili bir şey söylemiyorum.
El Kaide’ye yakın unsurlara gelince, bunlara Türkiye’nin her hangi bir şekilde destek vermesi söz konusu değil. İster PYD’yle olan ilişkilerinden de bağımsız olarak, Türkiye’nin PYD’yle olan ilişkilerinden bağımsız olarak El Kaide veya bu tür grupların Türkiye için de, Suriye için de, bölge için de tehdit oluşturduğu... Hiçbir şekilde bu radikal eğilimli gruplara bizim destek vermemiz söz konusu değil.

Ancak burada bu unsurların kendilerine alan bulamaması için de Suriye’deki krizin bir an önce çözülmesi ve Suriye’de kamu otoritesinin oluşması lazım. Bu olmadan da alanda maalesef bu çatışmaların önüne geçmek mümkün olmaz.

TAHA ÖZHAN- Sayın Bakanım, bu temennimizle bitirelim isterseniz. Çok teşekkür ediyoruz, bir kez daha siz bizi ağırladınız.

DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU- Ben teşekkür ediyorum, çok sağ olun, çok teşekkürler.

TAHA ÖZHAN- Efendim, Enine Boyuna’nın sonuna geldik, Sayın Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu’yla beraberdir. Gerçi programın sonunda biraz daha ateşli konulara girebildik, özellikle PYD meselesi üzerinden.

Haftaya tekrar buluşmak üzere diyorum, hayırlı hafta sonları diliyorum.