Sorularla Dış Politika

Türkiye neden AB’ye üye olmak istemektedir?

Türkiye’nin AB’ye üyeliği ülkemiz için stratejik bir seçimdir ve Avrupa ülkeleri ile asırlardır devam eden kapsamlı ilişkilerimizin doğal bir sonucu olacaktır. AB ile ortak bir kaderi paylaşmaktayız. AB’nin üzerine inşa edildiği, demokrasi, insan haklarına saygı, temel özgürlükler ve hukukun üstünlüğü gibi değerler ve normlara önem vermekte ve bunları savunmaktayız.

Türkiye, Avrupa ailesinin bir parçasıdır. Ülkemiz, Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana, çoğunluğunda kurucu üye olmak üzere, Avrupa kuruluşlarının hemen hemen tümünde yer almış; Avrupa Konseyi, OECD, NATO ve AGİT gibi uluslararası örgütlerde oynadığı yapıcı rol sayesinde günümüz Avrupasının şekillenmesine önemli katkılar sağlamıştır.

AB ile dış politika konularını da içeren hemen her konuda kapsamlı bir işbirliği yapmaktayız. AB’nin güvenlik ve savunma politikasına önemli katkılarımız bulunmaktadır. AB, 1996’dan bu yana Gümrük Birliği’nin bir parçası olan Türkiye’nin en önemli ticaret ortağıdır.

Katılımın Türkiye ve AB’ye katkıları ne olacaktır?

AB’nin genişleme politikası, kıtamızda en başarılı bütünleşme projesi olarak nitelendirilmektedir. 28 üyeden oluşan ve 500 milyona yaklaşan nüfusuyla Avrupa Birliği, kıtamızda siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel işbirliği ve kalkınma açısından çok boyutlu ve güçlü bir uluslararası yapıya dönüşmüştür.

AB’nin gıda güvenliğinden dış güvenlik ve savunma konularına kadar çok geniş bir yelpazede standartları yükseltmeyi amaçlayan kapsamlı bir müktesebatı bulunmaktadır. Bu müktesebata uyum hedefi doğrultusunda devam eden reform çalışmaları, halkımıza günlük hayatlarının her alanında en yüksek norm ve standartları sağlayacaktır.

İçinde bulunduğumuz süreçte, AB’nin gerek Brexit, gerek terörizm, gerekse yabancı düşmanlığı ve islamofobi gibi iç ve dış sınamalarla karşıkarşıya bulunduğu bir gerçektir. Bu bağlamda, önemli jeo-stratejik konuma sahip demokratik ve çağdaş bir Türkiye’nin AB’ye katılımı ülkemize olduğu kadar AB’ye de büyük faydalar sağlayacaktır. AB gittikçe yalnızlaşan bölgesel bir kurum haline gelmek yerine küresel öneme sahip bir aktör olmak istiyorsa, Türkiye gibi bir ülkenin katılımı bu yönde önemli bir adım olacaktır.

Dinamik ekonomimiz ve genç nüfusumuz sayesinde, Türkiye’yi içine alarak genişlemiş bir Birlik, küreselleşmenin sınamalarına daha iyi cevap verebilir hale gelecektir. Pro-aktif ve çok boyutlu dış politikası ve bölgedeki ülkeler ile güçlü bağları sayesinde Türkiye AB’nin dış politikasının itibarına ve etkinliğine katkıda bulunabilecektir. Türkiye, coğrafi konumu itibariyle ayrıca, petrol ve doğalgazın Avrupa pazarlarına ulaşım yollarının genişletilmesine ve çeşitlendirilmesine yardımcı olabilecektir. Türkiye, AB ile aynı evrensel değerleri paylaştığı cihetle, Birliğin kültürler arasında çeşitlilik ve diyalog algısına da katkıda bulunabilecektir.

Ayrıca, bölgesinde bir istikrar unsuru olan Türkiye’nin AB üyeliği, bölgesel ve küresel barış ve istikrara olduğu kadar evrensel değerlerin geniş bir coğrafyaya yayılmasına da katkıda bulunacaktır. Bunun en somut ve güncel örneği 2015-2016 yıllarında yaşanmış olan göç krizidir. AB’nin tarihinde yüzleşmiş olduğu en büyük krizlerden birinin çözümünde Türkiye kilit rol üstlenmiştir. Ege’deki yasadışı geçişlerin ve ölümlerin çok büyük oranlarda azaltılmış olması, Türkiye ve AB’nin birlikte neler başarabileceğini gözler önüne sermektedir.

AB’nin, yasadışı göç ve terörle mücadele başta olmak üzere özellikle son dönemde karşı karşıya olduğu sınamalarda ülkemizle işbirliği yapmasının ne denli önemli olduğunun idrakinde olduğu görülmektedir.

Müzakere sürecinde mevcut durum nedir?

2005 yılında başlayan müzakere sürecinde bugüne kadar toplam 35 fasıldan 16’sı açılmış ve bunlardan biri (Bilim ve Araştırma-25) geçici olarak kapatılmıştır.

Müzakere sürecimizin siyasi saiklerle sekteye uğratılmamasının önemi her fırsatta dile getirilmekte, siyasi ve suni blokajların bir an evvel sonlandırılmasının önemi muhataplarımıza iletilmektedir. Beklentimiz, AB’nin ilişkilerimizi ve müzakere sürecimizi bazı ülkelerle yaşanan sorunlara kurban etmemesidir. Üyelik hususundaki kararlılığımız bu konuda sarfetmekte olduğumuz samimi gayretlere de açıkça yansımaktadır.

Katılım Müzakerelerinde Aralık 2017 Tarihi İtibariyle Mevcut Durum

Müzakere Fasılları

Açılan Müzakere Fasılları

Kapatılan Müzakere Fasılları

1 – Malların Serbest Dolaşımı

2 – İşçilerin Serbest Dolaşımı

3 – İş Kurma Hakkı ve Hizmet Sunumu Serbestisi

4 – Sermayenin Serbest Dolaşımı

19 Aralık 2008

5 – Kamu Alımları

6 – Şirketler Hukuku

17 Haziran 2008

7 – Fikri Mülkiyet Hukuku

17 Haziran 2008

8 – Rekabet Politikası

9 – Mali Hizmetler

10 – Bilgi Toplumu ve Medya

19 Aralık 2008

11 – Tarım ve Kırsal Kalkınma

12 – Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı

30 Haziran 2010

13 – Balıkçılık

14 – Ulaştırma Politikası

15 – Enerji

16 – Vergilendirme

30 Haziran 2009

17 – Ekonomik ve Parasal Politika

14 Aralık 2015

18 – İstatistik

26 Haziran 2007

19 – Sosyal Politika ve İstihdam

20 – İşletme ve Sanayi Politikası

29 Mart 2007

21 – Trans-Avrupa Şebekeleri

19 Aralık 2007

22 – Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu

5 Kasım 2013

23 – Yargı ve Temel Haklar

24 – Adalet, Özgürlük ve Güvenlik

25 – Bilim ve Araştırma

12 Haziran 2006

12 Haziran 2006

26 – Eğitim ve Kültür

27 – Çevre

21 Aralık 2009

28 – Tüketicinin ve Sağlığının Korunması

19 Aralık 2007

29 – Gümrük Birliği

30 – Dış İlişkiler

31 – Dış, Güvenlik ve Savunma Politikası

32 – Mali Kontrol

26 Haziran 2007

33 – Mali ve Bütçesel Hükümler

30 Haziran 2016

34 – Kurumlar

35 – Diğer

 

Türkiye AB’ye ne zaman üye olabilir?

Türkiye, katılım müzakereleri tamamlandığı, yani bütün müzakere başlıkları başarıyla kapatıldığı zaman AB’ne üye olabilecektir. Bu konudaki kararın AB üyesi devletlerin oybirliği ile alınması gerekmektedir.

Bazı üye ülkeler (Fransa, Avusturya) Türkiye’nin AB’ye üyeliğini referanduma sunma kararı almışlardır.

Türkiye AB’ne olan ilgisini kaybetti mi? Türk halkı halen AB’ne üye olmayı istemekte midir?

Türkiye’nin AB ile 50 yılı aşan bir ilişkisi bulunmaktadır. AB üyeliği ülkemiz için stratejik bir hedeftir.

Ortak değerler temelinde diğer Avrupa halklarıyla müreffeh bir geleceği paylaşma arzusunda olan halkımız, AB üyelik sürecini desteklemektedir. Kamuoyumuzun desteği reform çabalarımızın arkasındaki asıl itici gücü oluşturmaktadır. Ancak, müzakere sürecimizde karşımıza çıkarılan siyasi engellerin yanı sıra bazı Avrupalı devlet adamlarının olumsuz tutum ve açıklamalarının ülkemizin AB’ne katılımına ilişkin olarak halkımızın inancı üzerinde olumsuz yansımaları olmaktadır.

Halkımız katılım öncesi sürecin faydalarının farkındadır. AB, siyasi reformları desteklemeye, hukukun üstünlüğü ve insan haklarını güçlendirmeye, altyapıyı geliştirmeye, çevrenin korunmasına katkı sağlamaya ve eğitim programları ve burslar yoluyla eğitim kalitesini artırmaya yönelik çeşitli projelere finansal destek sağlamaktadır. Katılım süreci, vatandaşlarımızın ve ülkemizin refahını artırmaya hizmet eden reformların sürdürülmesine yardımcı olmaktadır.

29 Kasım 2015 Türkiye-AB Zirvesi Sonuç Bildirisi’nde vatandaşlarımız için AB ülkelerinde vize serbestisini teminen Vize Serbestisi Yol Haritası sürecinin Ekim/Kasım 2016’da tamamlanacağına da yer verilmiştir. Vatandaşlarımızın Avrupa ülkelerine vizesiz seyahat edebilmeleri Türk halkının AB’ye üyelik sürecine desteğini daha da artıracaktır.

Bazı üye devletlerin muhalefetine karşın, AB ülkelerinin çoğunluğu Türkiye’nin AB’ne katılımını genelde desteklemektedir.

AB ile Gümrük Birliği ekonomimizi ne yönde etkilemiştir? Gümrük birliğinin işleyişinde karşılaşılan sorunlar nelerdir?

Türkiye, 1996 yılında tesis edilen ve sanayi malları ile işlenmiş tarım ürünlerini kapsayan Gümrük Birliği sayesinde AB ile ticari açıdan bütünleşmiş ve kendi iç pazarını uluslararası normlarla uyumlaştırmıştır.

Gümrük Birliği, AB ile ticaretimizin önemli ölçüde artmasını, Türk üreticilerinin gelir düzeyi yüksek ve geniş bir piyasaya erişimini sağlamış ve sanayimizin rekabet gücünün gelişmesine katkıda bulunmuştur. Bu olumlu unsurlara karşın, ülkemizin özellikle AB’nin dış ticaretiyle ilgili karar alma mekanizmasında yer almamasından kaynaklanan bazı sorunlarla da karşılaşılmaktadır.

Ülkemizin AB ile olan Gümrük Birliği çerçevesinde AB’nin ortak ticaret politikalarıyla uyum yükümlülüğü bulunmaktadır. Zira, ülkemiz AB’nin üçüncü ülkelerle akdettiği Serbest Ticaret Anlaşmalarından (STA) doğrudan etkilenmektedir. Bunun için, ülkemiz, AB ile STA imzalamış olan veya bu yönde görüşmeleri sürdüren bazı ülke veya bölgesel örgütlerle benzer anlaşmalar imzalamayı arzu etmektedir. Bazı ülkelerin/örgütlerin bu konuda isteksiz davranabilmeleri de bir başka sorunu oluşturmaktadır.

AB ile bütünleşmemizde önemli bir aşamayı teşkil eden Gümrük Birliği’nin, dünya ekonomisinde ve AB’nin ticaret politikasında meydana gelen değişiklikler ışığında güncellenmesine ilişkin temel hususlar üzerinde AB Komisyonu ile 2015 yılında mutabakat sağlanmıştır. Gümrük Birliği’nin güncellenmesine dair resmi müzakerelere Komisyonun AB Konseyi’nden müzakere yetkisini almasının ardından başlanabilecektir.

Türkiye AB ile ABD arasında imzalanması düşünülen Transatlantik Ticaret ve Yatırım ortaklığı Anlaşmasından nasıl etkilenecektir?

Özellikle, ABD-AB arasında müzakerelerine 8 Temmuz 2013 tarihinde başlanan geniş kapsamlı bir Serbest Ticaret Anlaşması niteliğindeki Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşmasının (TTYO) küresel ticaretin işleyişini ciddi biçimde etkilemesi, kural koyucu nitelik taşıması öngörülmektedir.

TTYO müzakereleri, dünya milli gelirinin yaklaşık % 50’sini üreten AB ve ABD’nin dünya ticaretinden daha fazla pay alan Asya-Pasifik karşısında rekabet güçlerinin artırılması ve teknik ve yasal standartlarda yapılacak uyumlaştırma suretiyle ABD ile AB arasındaki ticaret ve yatırım ilişkilerinin güçlendirilmesi ihtiyacından doğmuştur.

TTYO Anlaşmasının yürürlüğe girmesinin Türkiye’nin dış ticareti üzerinde olumsuz etkisi olması kaçınılmazdır. Bu olumsuzlukların önüne geçilebilmesi için Türkiye’nin TTYO’ya paralel olarak ABD ile ayrı bir STA imzalaması veya ABD ile AB arasındaki TTYO müzakerelerine katılımı gibi alternatif seçenekler üzerinde durulmaktadır.

AB’nin ülkemizde geçici koruma altında bulunan Suriyelilere yönelik 3 milyar Euro tutarındaki finansman desteğinin nasıl kullanılması öngörülmektedir?

Göç krizi ve yasadışı göç ile mücadele son dönemde AB ile ortak gündemimizin en önemli konu başlıklarından biridir. Bu çerçevede, 29 Kasım 2015 tarihinde Brüksel’de düzenlenen Türkiye-AB Zirvesi’nde kabul edilerek uygulamaya konulan Ortak Göç Eylem Planı kapsamında ülkemizde geçici koruma altında bulunan Suriyeliler konusunda karşılıklı yük ve sorumluluk paylaşımı ilkesine uygun olarak hareket edilmesi öngörülmektedir.

Bu anlayış doğrultusunda AB'nin 18 Mart Mutabakatı uyarınca taahhüt ettiği 3 milyar Avro tutarındaki finansman desteği için Komisyon tarafından “Sığınmacı Mali İmkanı (Facility for Refugees in Türkiye)” oluşturulmuş olup, bu konuda 3 Şubat 2016 tarihinde üye ülkeler tarafından mutabakata varılmıştır. Sığınmacı Mali İmkanı Yönlendirme Komitesi toplantılarına AB üyesi ülkelerin yanısıra ülkemiz de katılmaktadır.

Gelinen aşamada, sözkonusu meblağ Suriyelilerin ihtiyaçlarını karşılamada kullanılmak üzere ülkemize proje bazında aktarılmaktadır. Mali desteğin ülkemizin talepleri doğrultusunda ve zamanlıca aktarılması önem arzetmektedir. 21 Aralık 2017 itibariyle, ilk 3 milyar Avro’luk fonun 2.5 Milyarı sözleşmeye bağlanmış olup, bunun 1.2 Milyarı halihazırda ülkemize aktarılmıştır. 2018 yılı sonuna kadar ikinci 3 milyar Avro’luk fonun AB tarafından ülkemize tahsis edilmesi beklenmektedir.

Dışişleri Bakanlığı Türk vatandaşlarının Avrupa Birliği’ne (AB) vizesiz seyahat edebilmesi için ne yapmaktadır?

Dışişleri Bakanlığı konuyu gerek AB Komisyonu gerek AB üyesi ülkelerin nezdinde çok taraflı ve ikili platformlarda aktif bir şekilde dile getirmektedir.

Topluluk ile Türkiye arasındaki Ek Protokol’den kaynaklanan kazanılmış haklarının yanısıra 1996 yılından beri AB ile Gümrük Birliği Anlaşması olan müzakereci aday ülke olarak Türk vatandaşlarının AB ülkelerine vizesiz seyahat etmesi gerekmektedir.

Türk vatandaşlarının AB ülkelerine vizesiz seyahat etmesine yönelik AB kriterlerinin karşılanması bağlamında Türkiye bazı adımlar atmıştır: 1) biyometrik pasaport, 2) ICAO standartlarında vize etiketi, 3) Geri Kabul Anlaşması’nda ilerleme, 4) havalimanı transit vize uygulaması.

Biyometrik pasaportlar 1 Haziran 2010 tarihinden itibaren kullanılmaktadır.

AB ile Vize Serbestisi Diyaloğu 16 Aralık 2013 tarihinde başlatılmıştır. AB ile Geri Kabul Anlaşması da aynı gün imzalanmış olup, 1 Ekim 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Vize serbestisinin gerçekleştirilmesine yönelik çabalarımız devam etmektedir.

Türk vatandaşlarının haksız vize uygulamaları çerçevesinde AB ülkelerinden hesap sorabileceği hukuki bir yol var mıdır?

Haksız vize uygulamasına maruz kalan Türk vatandaşlarının ilgili ülke makamları nezdinde bir avukat vasıtasıyla hukuki yollara başvurmaları mümkündür.

Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerimizin Türk Dış Politikasındaki yeri ve önemi nedir?

ABD ile ilişkilerimiz, Türk Dış Politikasının temel unsurlarından birini oluşturmaktadır.

Gücünü sağlam ittifak ve dostluk bağlarından alan Türk-Amerikan ilişkileri, karşılıklı saygı ve müşterek yarar çerçevesinde, gerek ikili gerek BM, NATO ve G-20 gibi uluslararası platformlarda, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi ortak değerler temelinde gelişerek Model Ortaklık düzeyine yükselmiştir.

Balkanlardan Kafkaslara, Avrupa’dan Orta Doğu’ya ve Afrika’ya uzanan çok geniş ve zorlu bir coğrafyada, terörizmle mücadele, enerji arz güvenliği, nükleer yayılmanın önlenmesi ve küresel ekonomik gelişmeler gibi kritik önem taşıyan konuları kapsayan Türk-Amerikan ortaklığı, iki ülkenin sahip olduğu karşılaştırmalı üstünlükler sayesinde somut sonuçlar doğurabilmektedir.

Dünyanın farklı bölgelerinde bulunan iki demokratik ülke olarak Türkiye ile ABD bazı konularda farklı yaklaşımlara sahip olabilmektedir. Bu durum bu denli kapsamlı ve çok boyutlu bir ilişkide sağlıklıdır ve doğal karşılanmalıdır. Her halükarda, iki ülke görüş ayrılıklarını gidermek için birbirlerinin hassasiyetlerini dikkate alan çözümler üretebilme tecrübesine sahiptir. Son yıllarda Türkiye’nin yakın çevresinde yaşanmakta olan gelişmeler ve ortaya çıkan yeni tehditler, Türkiye ile ABD arasında yakın istişare ve işbirliğini daha da önemli kılmıştır.

ABD ile ilişkilerimizin ekonomik, ticari ve yatırım boyutlarının siyasi, askeri ve güvenlik ilişkilerimize uygun bir düzeye getirilmesine yönelik çabalara ivme kazandırılması diğer bir önemli önceliğimizdir.

Türkiye’nin Balkan politikasının ana eksenleri ve temel ilkeleri nelerdir? Üçlü Süreçlerin Balkanların istikrarına somut katkıları olmuş mudur?

Kendisi de bir Balkan ülkesi olan Türkiye bölgede barış, istikrar ve refaha büyük önem vermektedir.

Balkanlar ile tarihi, kültürel ve insani bağlarımız bulunmakta, bölge, Batıya açılan fiziki kapımızı oluşturmaktadır.

“Bölgesel sahiplenme” ve “kapsayıcılık” ilkeleri gözetilerek şekillendirilen Balkan politikamızın dört ana eksenini;

-üst düzeyli siyasi diyalog,
-herkes için güvenlik,
-azami ekonomik entegrasyon,
-çok etnili, çok kültürlü, çok dinli toplum yapısının muhafazası teşkil etmektedir.

Zaman içinde kaydedilen tüm olumlu gelişmelere karşın, Balkanlar halen Avrupa’nın kırılgan bölgesidir. Esasen bölge, Avrupa’da kalıcı barış ve istikrarın tesisi açısından belirleyici niteliktedir. Türkiye, Balkanların, bir istikrar ve refah alanı olacak şekilde desteklenmesi ve bölgenin çok kültürlü yapısının bir model olarak ön plana çıkarılması gerektiğini savunmaktadır. Ülkemiz ayrıca, tüm Balkan ülkelerinin AB ve NATO ile bütünleşme çabalarını desteklemektedir.

Diğer taraftan, Türkiye-Bosna Hersek (BH)-Sırbistan ve Türkiye-BH-Hırvatistan üçlü danışma mekanizmaları bölgemizde istikrara önemli katkılar sağlayagelmiştir.

Türkiye ile Bosna Hersek ve Sırbistan ilişkilerinin önemli bir boyutunu ülkemizin inisiyatifi ile 2009 yılında ihdas olunan Türkiye-Bosna Hersek-Sırbistan Üçlü Danışma mekanizması oluşturmaktadır. Danışma mekanizması çerçevesinde, üç ülkenin Dışişleri Bakanları, sonuncusu BM 70. Genel Kurulu marjında 29 Eylül 2015 tarihinde New York’ta Sayın Bakanımız, Bosna-Hersek (B-H) Dışişleri Bakanı Igor Crnadak ve Sırbistan Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı İvica Daçiç'in katılımıyla olmak üzere, bugüne kadar 10 defa biraraya gelmişlerdir.

Türkiye-Bosna Hersek-Sırbistan üçlü danışma mekanizması, 24 Nisan 2010 tarihinde İstanbul’da Sayın Cumhurbaşkanımızın evsahipliğinde düzenlenen Zirve toplantısıyla Devlet ve Hükümet Başkanları düzeyine taşınmış; toplantı sonunda yayınlanan İstanbul Bildirisi’yle kurumsallaşması kararlaştırılmıştır.

Sürecin ikinci Zirve toplantısı 26 Nisan 2011 tarihinde Sırbistan’ın Karadjordjevo kentinde düzenlenmiştir. Bosna Hersek’in Sırbistan’a Büyükelçi ataması, Sırbistan Parlamentosu’nda Srebrenica soykırımı hakkında kınama ve özür kararı çıkartılması, dönemin Sırbistan Cumhurbaşkanı Tadiç’in Sayın Başbakanımızla birlikte Srebrenica’yı ziyaretleri Zirvelerin yarattığı olumlu atmosferle mümkün olmuştur.

Zirve’nin üçüncüsü 14-15 Mayıs 2013 tarihlerinde Ankara’da düzenlenmiştir. Sayın Cumhurbaşkanımız, Bosna Hersek Cumhurbaşkanlığı Konseyi’nin o dönemdeki Başkanı Nebojsa Radmanoviç, o dönemdeki Konsey Üyeleri Zeljko Komsiç ve Bakir İzetbegoviç ile Sırbistan Cumhurbaşkanı Tomislav Nikoliç’in katılımıyla "Geleceği Birlikte İnşa Etmek" teması altında düzenlenen Üçlü Zirve’de, Nisan 2010'da İstanbul'da başlatılan Üçlü Zirveler sürecinin daha kapsamlı ve ileri bir noktaya eriştiği liderler tarafından belirtilmiştir. Zirve’de bu sürecin artık kriz çözme ve tarafları buluşturma aşamasından, pozitif bir gündem temelinde ortak projeler üretme safhasına geçtiği, üç ülke arasındaki diyalog ve eşgüdümü daha da güçlendirdiği ve bölgesel istikrar ile işbirliğine katkıda bulunduğu kaydedilmiştir.

Zirve sonunda kabul edilen “Ankara Zirve Bildirisi”nde istikrarlı, barış içinde ve müreffeh bir Balkanlar’ın yaratılması yönündeki temel hedef vurgulanmış; Avrupa yapıları içinde bütünleşme alanlarında son on yılda Balkanlar’da kaydedilen ilerlemeler memnuniyetle karşılanarak, Türkiye, Bosna-Hersek ve Sırbistan’ın AB ile bütünleşmelerinin karşılıklı olarak teşvik edilip desteklenmesi ve tarafların katılım sürecindeki deneyimlerini birbirleriyle paylaşmaları taahhüt edilmiş; ayrıca önceki Üçlü Zirvelerde mutabık kalındığı üzere ekonomi, kültür, eğitim, bilim, enerji, altyapı, ulaştırma, spor ve turizm alanlarındaki işbirliğinin geliştirilmesi hususlarında üçlü danışma sürecinin işlevsel bir kurumsal çerçeve olarak taşıdığı öneme vurgu yapılmıştır.

Bu doğrultuda, Türkiye-Bosna Hersek-Sırbistan Üçlü Danışma Mekanizmasının ekonomik ayağı da 2013 yılında tesis edilmiştir. Türkiye-Bosna Hersek-Sırbistan Üçlü Ticaret Komitesi, 2015 yılı içinde, sırasıyla 17-18 Ağustos tarihlerinde Ankara’da ve 19 Ekim’de Belgrad’da olmak üzere iki kez toplanmıştır.

Dönemin Ekonomi Bakanı Sayın Nihat Zeybekci’nin eşbaşkanlığında 19 Ekim 2015 tarihinde düzenlenen Üçlü Ticaret Komitesi toplantısı vesilesiyle Türkiye-Sırbistan-Bosna Hersek arasında 2016-2018 dönemi için “Orta Vadeli Program ve Eylem Planı” imzalanmıştır. Müteakiben, 20 Ekim 2015 günü, Saraybosna’da “Türkiye-Sırbistan-Bosna Hersek Üçlü İş Forumu” düzenlenmiştir.

Orta Vadeli Program çerçevesinde İstanbul’da kurulması kararlaştırılan ve masrafları Türkiye İhracatçılar Meclisi tarafından üstlenilen Sırbistan-Bosna Hersek Ortak Ticaret Ofisi’nin açılışının önümüzdeki dönemde gerçekleştirilmesi planlanmaktadır.

Sayın Bakanlar ayrıca, önümüzdeki dönemde üçlü işbirliği mekanizmalarının devamı niteliğinde, İstanbul’da bir iş-yatırım forumu ile Belgrad’da bir turizm forumunun düzenlenmesini öngördüklerini belirtmişlerdir.

Bosna Hersek’in barış ve istikrarını desteklemek, bu ülkenin kurucu unsurları arasında yer alan ve Bosna Hersek Federasyonu çatısı altında birlikte yaşayan Boşnak ve Hırvat halkları arasındaki ilişkilere katkıda bulunmak amacıyla, yukarıda sözü edilen üçlü sürece paralel olarak Türkiye, Bosna Hersek ve Hırvatistan Dışişleri Bakanlıkları arasında da üçlü bir danışma mekanizması tesis edilmiştir.

Üç ülkenin Dışişleri Bakanları başkanlıklarındaki heyetler bu çerçevede 2010 yılı boyunca dört kez biraraya gelmişlerdir. İlk etapta üzerinde mutabık kalınan projeleri, Mostar Belediye Binası’nın ve Müzik Okulu’nun restorasyonu ile Türk ve Hırvat tur operatörlerinin düzenledikleri gezilerde misafirlerini Mostar’da bir gece konaklatmalarının sağlanması teşkil etmiştir. 5C Koridoru ve Mostar Havaalanı’nın yeniden kullanıma açılması da üzerinde durulan diğer projeler olmuştur.

Türkiye-Bosna Hersek-Hırvatistan Üçlü Danışma Mekanizması, BM 70. Genel Kurulu marjında 29 Eylül 2015 tarihinde New York’ta Sayın Dışişleri Bakanımız ile Bosna Hersek (BH) Dışişleri Bakanı Igor Crnadak ve dönemin Hırvatistan Başbakan Yardımcısı ve Dış ve Avrupa İşleri Bakanı Vesna Pusiç'in katılımlarıyla Bakanlar düzeyindeki beşinci toplantısını gerçekleştirmiştir. Toplantıda, mekanizmayı canlandırmak yönündeki irade bütün taraflarca teyit edilmiştir.

Güneydoğu Avrupa Ülkeleri İşbirliği Süreci Balkanlarda önemli bir konuma sahip midir?

Güneydoğu Avrupa Ülkeleri İşbirliği Süreci (GDAÜ), Balkan ülkelerinin ortak iradesini ve özgün sesini yansıtan tek bölgesel işbirliği forumudur. Ülkemizin etkin biçimde katkıda bulunduğu GDAÜ, başta AB olmak üzere uluslararası planda bölgesel bir muhatap olarak kabul görmektedir. GDAÜ’nün katılımcı ülkeleri, Türkiye, Arnavutluk, Bosna Hersek, Bulgaristan, Hırvatistan, Karadağ, Kosova, Makedonya, Moldova, Romanya, Sırbistan, Slovenya ve Yunanistan’dır.

1996 yılında ihdas edilen GDAÜ, bölge ülkeleri arasında siyasi ve güvenlik işbirliğinin güçlendirilmesi, ekonomik işbirliğinin teşvik edilmesi ve işbirliğinin demokratik kurumlar, adalet, yasadışı faaliyetlerle mücadele ve beşeri boyutlarının genişletilmesini amaçlamaktadır.

Esnek bir daimi istişare mekanizması şeklinde yapılanan ve bir merkezi bulunmayan GDAÜ’nün “icra organı” dönem başkanlıklarıdır. Ülkemiz, 1998-1999 ve 2009-2010 Dönemlerinde olmak üzere bugüne kadar iki kez GDAÜ Dönem Başkanlığını üstlenmiştir. Hâlihazırda Bulgaristan’ın yürütmekte olduğu GDAÜ Dönem Başkanlığı, Haziran 2016 itibariyle Hırvatistan’a geçecektir.

Bir siyasi diyalog ve istişare forumu olarak GDAÜ, katılımcı devletlerin Avrupa ve Avrupa-Atlantik yapılarıyla bütünleşmeleri bağlamında önemli bir araç olarak görülmektedir.

GDAÜ’nün siyasi şemsiyesi altında çalışan ve 2008 yılında kurulan Saraybosna merkezli Bölgesel İşbirliği Konseyi (BİK) de, icra alanında önemli bir rol üstlenmektedir.

GDAÜ, kurulduğu tarihten bu yana Balkanların tümünü kapsayan yegâne işbirliği platformu olarak üye ülkeler arasında üst düzeyde diyaloğun kesintisiz olarak devam etmesini sağlamıştır. Kuruluşunun 20nci yılında, Sürecin, çağın gereklerine ayak uydurabilen bir kurumsal mimariye kavuşturulması ve somut işbirliği projelerini hayata geçirebilecek şekilde daha işlevsel bir örgüt haline gelmesi gerektiğine inanılmaktadır.

24 Şubat 2015’te Tiran’da düzenlenen ve ülkemizin Gençlik ve Spor Bakanı Sayın Akif Çağatay Kılıç tarafından temsil edildiği GDAÜ Gayrıresmi Dışişleri Bakanları Toplantısında “GDAÜ Terörizme Karşı Ortak Bildirisi” kabul edilmiştir.

Bu bildiriyle BİK bünyesinde oluşturulması kararlaştırılan "Güney Doğu Avrupa’da Terörizm ve Yabancı Terörist Savaşçılara Yol Açan Radikalleşme ve Şiddete Varan Aşırıcılıkla Mücadele Bölgesel Platformu"nun ilk “Temas Noktaları Toplantısı”, ülkemizin de katılımıyla 27 Ocak 2016’da Saraybosna’da tertip edilmiştir.

Bulgaristan Dönem Başkanlığı’nın evsahipliğinde 2 Şubat 2016’da Sofya’da düzenlenen GDAÜ Gayrıresmi Dışişleri Bakanları Toplantısında ülkemizi Sayın Bakan Yardımcımız temsil etmiştir. Toplantıda, “Göç Sınaması Bağlamında Ortak Bildiri” kabul edilmiştir.

GDAÜ’nün ayrıca parlamenter boyutu da bulunmaktadır. 1997 yılında Atina’da düzenlenen GDAÜ Parlamento Başkanları Toplantısında, katılımcı ülkelerin ulusal meclisleri arasında düzenli bir istişare mekanizmasının tesis edilmesi ve bu bağlamda, bir “Parlamentolar Arası Danışma Asamblesi”nin kurulması hususunda irade birliği olduğu teyit edilmiştir.

2007 yılında, GDAÜ katılımcı ülkeleri arasında, parlamentolar arası işbirliğinin geliştirilmesine yönelik adımların kurumsallığa dayalı yeni bir anlayış çerçevesinde şekillendirilmesi hususunda bir Mutabakat Zaptı imzalanmış, bu çerçevede, Sofya’da “Güneydoğu Avrupa’da Parlamenter İşbirliği Bölgesel Sekretaryası”nın tesis edilmesine karar verilmiştir.

2010 yılında Antalya’da düzenlenen GDAÜ Parlamento Başkanları Sekizinci Konferansı’nda, parlamentolar arasındaki işbirliğini kurumsallaştırmaya yönelik çalışmaların nihai hedefinin bir “Parlamenter Asamble” tesis edilmesi olduğu hükme bağlanmıştır. Bu amaçla 2011 yılında bir Çalışma Grubu kurulmuştur.

26-28 Mayıs 2013 tarihlerinde Ohri’de düzenlenen GDAÜ Parlamento Başkanları Onuncu Konferansı’nın sonuç bildirisinde GDAÜ Parlamenter Asamblesi’nin kuruluşuna ilişkin karar alınmıştır.

Bu çerçevede, GDAÜ PA’nın 9-11 Mayıs 2014 tarihlerinde Bükreş’te yapılan Açılış Toplantısı’na TBMM Başkanımız Sayın Cemil Çiçek katılmıştır.

GDAÜ PA’nın kurumsal yapısının güçlendirilmesine yönelik çabalar çerçevesinde, ülkemiz, GDAÜ PA’nın daimi bir sekretaryaya sahip olması fikrini ortaya atmıştır. Bahsekonu öneri üzerinde sağlanan uzlaşı zemininde, Türkiye, sözkonusu sekretaryaya İstanbul’un ev sahipliği yapmasını önermiştir. Ülkemiz, GDAÜ PA Daimi Sekretaryası İstanbul’da tesis edildiği takdirde, ilk beş yıllık masraflarını karşılamaya hazır olduğunu da katılımcı ülke parlamentolarına bildirmiştir. Bulgaristan ise, Sofya’da kain “Güneydoğu Avrupa’da Parlamenter İşbirliği Bölgesel Sekretaryası”nı da kurumsallaştırarak GDAÜ Parlamenter Konferansı Daimi Sekretaryası’na dönüştürmeyi önermiştir.

GDAÜ PA Daimi Sekretaryasına evsahipliği için ülkemiz ve Bulgaristan tarafından yürütülen kampanyaların neticesinde GDAÜ PA katılımcı ülkelerinin 8’i İstanbul’un adaylığını desteklerken, Sofya’nın desteği 3’te kalmıştır. Bununla birlikte, kararın oydaşmayla mı, oy çoğunluğuyla mı alınması gerektiğine ilişkin usul kuralları bağlamındaki fikir ayrılıkları nedeniyle keyfiyet 22-26 Mayıs 2015 tarihlerinde düzenlenen Tiran Zirvesi’nde karara bağlanamamıştır.

Önemli oranda soydaş nüfus barındıran Bulgaristan ile ilişkilerimizin durumu nedir?

Komşu, dost ve müttefikimiz Bulgaristan ile ilişkilerimiz gelişmektedir.

İki ülke Başbakanlarının birlikte eş başkanlık ettikleri ve 20 Mart 2012 tarihinde Ankara'da gerçekleştirilen Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi (YDİK) toplantısı, iki ülke ilişkileri açısından bir dönüm noktası teşkil etmiştir.

İki ülke arasında üst düzey temaslar sürmektedir. Sayın Başbakanımız, son olarak 15 Aralık 2015 tarihinde Bulgaristan'a bir çalışma ziyareti gerçekleştirmiş ve ilişkilerimiz kapsamlı biçimde değerlendirilmiştir.

Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov, 14 Ekim 2015 tarihinde İstanbul’da düzenlenen Küresel Göç ve Kalkınma Forumu 8. Zirve Toplantısı marjında Sayın Başbakanımızla görüşmek üzere ülkemize günübirlik bir ziyaret gerçekleştirmiştir.

İlişkilerimizin en önemli unsurlarından biri Bulgaristan’da yaşayan soydaşlarımızdır.

Bulgaristan’daki ulusal Türk azınlığın sayısı resmi verilere (2011 nüfus sayımı) göre 588.318, yani toplam nüfusun yaklaşık %8,8’idir. Ancak nüfus sayımında etnik ve dini kimlik ile anadil konusundaki soruların yanıtlanması zorunlu tutulmamaktadır.

Bulgaristan Meclisi’nin, “Bulgaristan Müslümanlarına Yapılan Zorla Asimilasyon Girişiminin Kınanmasına İlişkin Bildiri”yi 11 Ocak 2012 tarihinde kabul etmesi memnuniyet verici bir gelişme olmuştur.

24 Ocak 2016 tarihinde düzenlenen II. Bulgaristan Müslümanları Ulusal Konferansı kararlarının Sofya Şehir Mahkemesi’nce tescil edilmesiyle Müslüman toplumun seçilmiş Başmüftü Mustafa Aliş Hacı başkanlığındaki Başmüftülük makamı tarafından temsil edildiği karara bağlanmıştır.

Öte yandan, Bulgaristan Ulusal Meclisi’nin, ırkçı bir siyasi partinin önerisi olarak gündeme getirilen ve 1915 olaylarını "toplu katliam" olarak nitelendiren “1915-1922 döneminde Osmanlı İmparatorluğu Tarafından Ermenilerin Toplu İmhasının Tanınması” başlıklı bir kararı 24 Nisan 2015 tarihinde kabul etmesi, ilişkilerimizi sınayan bir gelişme olmuştur.

Bulgaristan’la ikili ticaret hacmimiz 2015 yılında 4 milyar Dolar (İhracatımız: 1.7 milyar Dolar / İthalatımız: 2.3 milyar Dolar) seviyesinde gerçekleşmiştir. Türkiye, Bulgaristan’ın ilk beş ticaret ortağı arasındadır. Bulgaristan’ın dış ticaretinde Türkiye’nin payı %8 civarındadır. Bulgaristan’ın dış ticaretinde Türkiye’nin payı %8 civarındadır. İki Türk sermayeli bankanın yanı sıra Bulgaristan’da yaklaşık 1.500 Türk şirketi faaliyet göstermekte olup bunlar 10.000’i aşkın kişiye istihdam sağlamaktadır. Türk müteahhitlik firmaları tarafından tamamlanan ve devam eden projelerin tutarı ise 1,2 milyar Dolar’a ulaşmıştır.

İkili ilişkilerimizdeki gelişmelere rağmen, çözüm bekleyen konular da bulunmaktadır.

Türk azınlığın kazanılmış eğitim ve kültürel haklarının Bulgaristan’ın üyesi olduğu Avrupa Birliği standartlarına yükseltilmesi, aşırı milliyetçi çevrelerin soydaşlarımıza ve kutsal mekânlara yönelik sözlü ve fiziksel saldırıları, zorla asimilasyon süreci nedeniyle ülkemize göç etmek zorunda kalan soydaşlarımızın sosyal güvenlik haklarının iadesi, asimilasyon sürecinde görev alan devlet yetkililerinin adalet önüne çıkarılması, komünist rejim döneminde kamulaştırılan Bulgaristan Müslümanları Başmüftülüğü’ne ait vakıf mallarının Başmüftülüğe iadesi sürecinde yaşanan zorluklar gibi sorunlar, iki ülke ilişkilerinin gündemindeki önemli konu başlıkları olmaya devam etmektedir.

Yunanistan’da yaşayan etnik Türk nüfusun sorunları nelerdir?

Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesi sonucu, Batı Trakya haricinde Yunanistan’da yaşayan Müslüman Türk nüfus ile İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada dışında ülkemizde yaşayan Rum Ortodoks nüfus yer değiştirmiş, anılan yerlerde yaşamakta olan nüfusa ise azınlık statüsü tanınmıştır.

Batı Trakya’da yaklaşık 150.000 kişilik Türk Azınlığı nüfusu bulunmaktadır. Batı Trakya Türk Azınlığı (BTTA), başta 1923 tarihli Lozan Barış Anlaşması olmak üzere, uluslararası ve ikili anlaşmalardan kaynaklanan haklarından tam olarak yararlanma konusunda engellerle karşılaşmaktadır. BTTA’nın karşı karşıya olduğu hak ihlalleri, başlıklar halinde aşağıda sunulmuştur.

1. Etnik kimliğin inkârı ve dernekleşme özgürlüğünün ihlali: BTTA kendi kendini tanımlama hakkından mahrum bırakılmaktadır. Yunan yönetimleri Lozan Antlaşmasında "Türk Azınlık" ifadesinin bulunmadığını ileri sürerek, Azınlığın etnik kimliğini inkar etmektedirler. Lozan Antlaşması’nın “Azınlıkları Korunması” başlıklı maddelerinde (md.37-45) “Müslüman” tabiri kullanılmışsa da, yine Antlaşma’da yer alan diğer hükümlerde geçen “Türk” sıfatından ve ayrıca Konferans tutanaklarında yer alan beyanlardan mübadele dışı bırakılan Batı Trakya Azınlığı mensuplarının Türk oldukları açıkça anlaşılmaktadır.

1927’de kurulan ve Azınlığın en eski sivil toplum örgütü olan “İskeçe Türk Birliği”nin (İTB) isminde “Türk” kelimesi bulunduğu gerekçesiyle yasaklanması üzerine anılan dava ile aynı gerekçelerle kurulmalarına izin verilmeyen “Rodop İli Türk Kadınları Kültür Derneği” ile “Evros Azınlık Gençleri Derneği” davaları Azınlık mensuplarınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) taşınmıştır. AİHM, sözkonusu üç davada Yunanistan’ın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) dernekleşme özgürlüğüne ilişkin 11. maddesini ihlal ettiğine hükmetmiştir. İskeçe Türk Birliği davasında ayrıca, AİHS’nin 6. maddesinin (adil yargılanma hakkı) ihlal edildiğine hükmetmiş ve bu çerçevede Yunanistan 8.000 Avro manevi tazminat ödemeye mahkum edilmiştir. Yunanistan, sözkonusu kararları uygulamaya yanaşmamaktadır. AİHM kararının kesinleşmesi sonrasında kapatılma kararlarının kaldırılması ve eski resmi statüye kavuşulması amacıyla bahsekonu dernekler hukuki mücadelelerini sürdürmektedirler.

AİHM tarafından alınan bu kararlara rağmen, kapatılan derneklerin yeniden faaliyete geçmesinin sağlanamamasının yanısıra isminde “Türk” kelimesi bulunan yeni derneklerin kurulmasına da izin verilmemektedir. Son olarak, “İskeçe İli Türk Kadınları Kültür Derneği”nin kuruluş başvurusu da Trakya İstinaf Mahkemesi’nin 17 Şubat 2011 tarihli kararı çerçevesinde reddedilmiştir.

Yunanistan’ın AİHM kararlarını uygulamaması nedeniyle keyfiyet AİHM kararlarının icrasının gözden geçirilmesinden sorumlu merci olan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin gündeminde yer almaya devam etmektedir.

2. Eğitim alanında eşit imkânlardan yararlanamamaları: Azınlık eğitimi, Yunanistan ortalamasının oldukça altında bir seviyeye sahip olup, acil çözüm gerektiren bir niteliktedir. Yunanistan’da yapılan mevzuat değişikliği uyarınca, 2011-2012 eğitim öğretim yılından bu yana anaokulu azınlık için de zorunlu hale getirilmiş; ancak Azınlığın çift dilli anaokulu açılması talebi cevapsız bırakılmıştır.

Batı Trakya’da her yıl Azınlık okullarından mezun olan 1.000 kadar öğrencinin devam edebileceği, biri (nüfusunun yarısını soydaşlarımızın oluşturduğu) Gümülcine’de, diğeri (nüfusunun % 45’i soydaşlarımızdan müteşekkil) İskeçe’de olmak üzere, sadece iki Azınlık ortaokul-lisesi bulunmakta olup, sözkonusu okulların fiziki koşulları ihtiyaçlara cevap vermemektedir. Azınlığın her iki ilde yeni okullar açma ve İskeçe’deki ortaokul-lisesine ek bina inşası için yaptığı başvuruyu Yunan makamları cevapsız bırakmışlardır.

Azınlık ilkokullarında, Türkiye’deki öğretmen okullarından mezun soydaşlarımızın görevlendirilmesi uygulamasına 1973 yılında son vermiş ve Azınlık ilkokullarında pedagojik formasyonları yetersiz öğretmenler tayin edilmeye başlanmıştır. Bu durum, Azınlık ilkokullarındaki eğitim seviyesinin düşmesine yol açmıştır. Ayrıca, 1952 ve 1955 yıllarındaki Nota teatilerine istinaden, Batı Trakya’daki Türk azınlık okulları ile ülkemizdeki Rum azınlık okullarında karşılıklı olarak görevlendirilen 35 kontenjan öğretmeninin sayısı, Yunanistan tarafından, 1991-1992 öğretim yılından başlayarak aşamalı olarak azaltılmış olup, 2002-2003 öğretim yılı itibariyle öğretmen sayısı 16’ya düşürülmüştür.

Bölgedeki Azınlık eğitiminin düzeyinin düşüklüğü, soydaş öğrencilere Yunan üniversitelerinde sağlanan %0,5’lik kontenjanın etkin kullanımını engellemektedir.

Yunan Hükümetinin idari reform çalışmaları kapsamında, 2011 yılından bu yana Batı Trakya’daki Türk Azınlığa ait onlarca ilkokulu kapatılmış ve/veya birleştirilmiştir. Yunan tarafı bunun “kapatma” değil, öğrenci yetersizliğinden dolayı “askıya alma” uygulaması olduğunu iddia etmekte; soydaş veliler ise azınlık öğrencilerinin Yunan devlet okullarına gönderilmesini amaçlayan bir adım olarak görmektedirler.

Azınlık eğitimi ile ilgili yeni düzenlemeler öngören ve 27 Kasım 2014 günü Parlamentoda kabul edilen yapılan oylama neticesinde kabul edilen Yasa, azınlıkla temsilcilerine danışılmadan hazırlanmış olup, Türkiye mezunu öğretmen adaylarının azınlık okullarında istihdamı önünde ilave zorluklar getirmektedir.

3. Dini özgürlükler alanında yaşanan sıkıntılar: Yunan yönetimi, 1913 Atina Antlaşmasıyla öngörülmüş, 1920 yılında kabul olunan bir yasayla (2345/1920) Yunan iç hukukuna dercedilmiş ve 1923 Lozan Antlaşmasıyla güvence altına alınmış olan “Azınlık’ın dini liderleri olan müftülerini seçme hakkını”, 1920 tarihli yasayı ilga eden 1990 tarihli bir Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile BTTA’nın elinden almış ve Müftülerin Yunan yönetimince tayinle işbaşına getirilmelerine yönelik yeni bir uygulama başlatmıştır. Müftülerin tayinle işbaşına getirilmesini öngören sözkonusu Kararname, 22 Ocak 1991 tarihinde Yunan Meclisi tarafından onaylanmıştır. Bunun neticesinde bugün Azınlığın seçmiş olduğu Gümülcine ve İskeçe Müftülerine karşın Gümülcine ve İskeçe’de Yönetim tarafından tayin edilmiş birer müftü bulunmaktadır.

Seçilmiş Müftüler tarafından AİHM’e götürülen davalar sonucu alınan 5 AİHM kararından dördünde Yunanistan’ın, AİHS’nin ifade özgürlüğünü güvence altına alan 9. maddesini ihlal ettiğine; birinde ise AİHS’nin adil yargılanma hakkını güvence altına alan 6. maddesinin ihlal edildiğine hükmedilmiştir.

Öte yandan, Yunanistan, 2013 yılında halk arasında “240 İmam Yasası” olarak bilinen bir yasal düzenlemeyi azınlığın isteği hilafına hayata geçirmiştir. Böylelikle, azınlığın uluslararası anlaşmalarla teminat altına alınmış olan din ve eğitim alanındaki özerk yapısı bir kez daha aşındırılmıştır.

4. Türk Azınlığa ait vakıfların, otonomilerini tanımayan ayrımcı mevzuata tabi olması: 21 Nisan 1967 darbesiyle Yunanistan’da iktidara gelen Yunan cuntası, Lozan Antlaşmasının 40. maddesi (Batı Trakya Türk Azınlığı’nın giderlerini kendileri karşılamak üzere, her türlü hayır kurumu, dinsel ve sosyal kurum, her türlü okul ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek, denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olması) hilafına, seçimle işbaşına gelmiş olan Gümülcine ve İskeçe Türk Cemaati Vakıfları İdare Heyetlerini azletmiş ve bu heyetlere kendi belirlediği kişileri tayin etmiştir.

Azınlığın 1967 yılından itibaren yönetiminde söz hakkına sahip bulunmadığı vakıflarına tahakkuk ettirilen gelir ve emlak vergilerinin yüksekliği nedeniyle vakıf malları vergi borçları nedeniyle ipotek altına alınmıştır. Yunan Parlamentosu tarafından 27 Mart 2007 tarihinde kabul edilen Yasa ile getirilen vergi affı sorunları çözememiş olup, vakıflar geçmişten kaynaklanan borçlar nedeniyle halen baskı altındadır.

Diğer taraftan, Batı Trakya Türk Azınlığı vakıflarına ilişkin olarak Yunan Meclisi’nde 13 Şubat 2008 tarihinde kabul edilen Yasa (3647/2008), kağıt üzerinde Azınlığa vakıfların yönetim kurullarının üyelerini seçme fırsatını sunmaktadır. Bununla birlikte, sözkonusu Yasa ile vakıfların işleyişi Doğu Makedonya-Trakya Bölgesi Genel Sekreteri (Ocak 2011 itibariyle Doğu Makedonya-Trakya Bölge Başkanı) ve Azınlığın tanımadığı ‘atanmış müftülerin’ denetim ve onayı altına alınmaktadır. Yasa, ayrıca, vakıf mallarının idaresini bölmekte ve okul vakıflarını, üyeleri keza Bölge Başkanlığı tarafından atanabilen okul Encümen Heyetlerinin denetimi altına koymaktadır.

Azınlığın en üst karar organı olan Batı Trakya Türk Azınlığı Danışma Kurulu, bu çerçevede, Yasa’nın bu şekliyle uygulanmasına karşı olduğunu, zira Azınlığın Yasa’ya ilişkin görüş ve tepkilerinin Yunan Yönetimince dikkate alınmadığını açıklamıştır.

5. 60.000 civarında olduğu tahmin edilen 19. madde mağdurlarına Yunan vatandaşlığının geri verilmemesi: 1955-1998 yılları arasında Yunan asıllı olmayanlara uygulanan Yunan Vatandaşlık Kanunu’nun 19. maddesi uyarınca bir daha ülkeye dönmemek üzere ayrıldığına hükmedilenler Yunan vatandaşlığından çıkartılmışlardır. Anılan maddenin yürürlükten kaldırılması, vatandaşlıktan çıkartılan kişilere vatandaşlık yolunu açmamıştır. Yunan Vatandaşlık Yasası’nın bahsekonu 19. maddesinin uygulanmasıyla vatandaşlıktan çıkarılan ve bu nedenle AB üyesi ülke vatandaşı olma haklarından da yoksun bırakılan soydaşlarımızın, Yunan vatandaşlığına Azınlık mensubu statüsüyle geri alınmaları Yunanistan’ın yükümlülüğüdür.

6. Siyasi temsil düzeyinin düşüklüğü: BTTA’nın seçme-seçilme hakkı bağlamında karşı karşıya kaldığı kısıtlamalar, Azınlığın sorunlarının Yunanistan siyasetine taşınması imkânlarını da daraltmaktadır. Seçim yasasında 1990 tarihinde yapılan bir değişiklikle getirilen yüzde 3'lük ülke barajı uygulamasının bağımsız adaylar için de geçerli olması nedeniyle, BTTA’nın Yunanistan Parlamentosu’na kuracağı bir parti adına ya da bağımsız olarak temsilci gönderme imkânı fiilen elinden alınmıştır. Bu kapsamda en çarpıcı örneği, azınlığın Dostluk, Eşitlik ve Barış (DEB) Partisi’nin 25 Mayıs 2014 tarihinde düzenlenen ve ilk defa katıldığı Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği başarıya rağmen AP’ye parlamenter gönderememesi teşkil etmiştir. DEB Partisi sözkonusu seçimlerde, Rodop ve İskeçe illerinde sırasıyla % 42 ve % 26 oy oranlarıyla birinci parti; Rodop, İskeçe, Meriç, Kavala ve Drama’yı içine alan Doğu Makedonya Trakya bölgesinde ise YDP ve SYRİZA’yı takiben %12.23’lük oy oranıyla üçüncü parti olmuştu. Böylece, BTTA mensuplarının milletvekili seçilebilmeleri için diğer siyasi partiler tarafından aday gösterilmeleri gereği ortaya çıkmıştır.

7. İfade ve basın özgürlüğünde karşılaşılan sorunlar: Azınlık gazeteleri ve radyoları da çeşitli baskılara maruz kalmakta, gelirleriyle orantısız şekilde ağır para cezalarıyla karşılaşmaktadırlar.

8. Cami ve minare inşası için gerekli izinlerin alınmasındaki sıkıntılar ile Batı Trakya dışındaki tarihi camilerde ibadet etme taleplerinin olumsuz yanıtlanması: Yunanistan, Ortodoksluk dışındaki dinlere ait ibadet yerlerinin inşası bakımından oldukça sınırlayıcı bir mevzuata sahiptir. Bu nedenle, BTTA mensupları cami ve minare yapım/onarımlarında çeşitli bürokratik ve hukuki engellerle karşılaşmaktadır. Diğer taraftan, Azınlığın geçtiğimiz yıllarda, Serez Zincirli, Tırhala Osman Şah ve Yanya Fethiye gibi Batı Trakya dışındaki tarihi camilerde günübirlik dini-kültürel etkinlik gerçekleştirme yönündeki taleplerinin tamamına Yunan makamlarınca olumsuz yanıt verilmiştir.

Rodos ve İstanköy’de Yaşayan Soydaşlarımız: Yunanistan, Rodos ve İstanköy’deki Müslüman Türk nüfusun Azınlık statüsünü, sözkonusu Adaların Lozan Barış Antlaşması imzalandığında İtalya’nın hakimiyetinde olduğu gerekçesiyle tanımamaktadır. Adalardaki Müslüman Türk nüfus, vakıfların yönetimi, Müftülük makamı, dini vecibelerini yerine getirme, Türkçe ve din eğitimi gibi alanlarda sorunlarla karşılaşmaktadırlar.

Ege Denizi’nden kaynaklanan temel sorunlar nelerdir? Bu sorunları çözmek için ne yapıyoruz?

Ülkemiz ile Yunanistan arasında Ege Denizi’nde birbiriyle bağlantılı ve ülkemizin temel hak ve çıkarlarını doğrudan etkileyen bir dizi sorun bulunmaktadır. Bunlar karasularının genişliği, kıta sahanlığının belirlenmesi, deniz sınırlarının tespiti, egemenliği uluslararası anlaşmalarla Yunanistan’a bırakılmamış ada, adacık ve kayalıklarının statüsü, hava sahasının genişliği, FIR (Uçuş Malumat Bölgesi) sorunları, Doğu Ege Adalarının uluslararası antlaşmalar hilafına silahlandırılması olarak özetlenebilir.

Ege Denizi’nde karasularının genişliği meselesi konusundaki tutumumuz açıktır. Özel koşulların hüküm sürdüğü Ege’de açık deniz alanlarının muhafazası ve bu çerçevede karasularının tek taraflı olarak genişletilmemesi ülkemiz için hayati önemi haizdir. Zira, halihazırda 6 mil olan karasularının 12 deniz miline genişletilmesi Ege’deki açık deniz alanlarını yaklaşık % 50’den % 19’a inmesine sebep olacak ve ülkemizin Ege’ye erişimini ciddi biçimde kısıtlayacaktır. Bu meyanda, TBMM’nin 8 Haziran 1995 tarihli bildirisi Yunan Parlamentosu’nun Yunan Hükümetine karasularını tek taraflı olarak 12 mile çıkarma yetkisini veren kararı üzerine kabul edilmiştir. Yunan tarafı, bunu bilinçli olarak BM sisteminin yasakladığı “casus belli” kavramıyla tanımlayarak, kendi aldığı kararı unutturmaya çalışmaktadır.

Öte yandan, Yunanistan ile Ege Denizi’nden kaynaklanan tüm sorunlara iki ülkenin de hak ve çıkarlarına dayalı kapsamlı ve kalıcı çözüm bulma çabalarımız sürdürülmektedir.

Mart 2002’den bu yana süregelen istikşafi temaslar sürecinde tüm Ege sorunları kapsamlı biçimde ele alınmaktadır. Anılan süreçte, Ege sorunlarının tümünün çözümlenmesine yönelik yöntemlerin belirlenmesine çalışılmaktadır.

Bunlara ilaveten, ülkemiz ile Yunanistan arasında Ege’deki güven ortamının artırılması amacıyla 29 Güven Artırıcı Önlem üzerinde uzlaşı sağlanarak yürürlüğe konulmuştur.

Türkiye, Ege sorunlarının hakkaniyete uygun ve barışçı bir şekilde çözüme kavuşturulmasını arzu etmektedir. Yunanistan'la mevcut diyalog kanallarından azami fayda sağlanması arzulanmaktadır. Türkiye bugüne değin bu sorunlara, bir bütün olarak barışçı yollarla çözüm bulunması için samimi çaba sarfetmiştir.

Kıbrıs’ta kapsamlı çözüme yönelik müzakereler 15 Mayıs 2015 tarihinde yeniden başlamıştır. Müzakerelerdeki mevcut durum nedir?

Mevcut müzakere süreci Ada’daki iki taraf arasında, BM Genel Sekreteri’nin İyi Niyet Misyonu çerçevesinde Eylül 2008’den bu yana sürmektedir. Ada’da çözümün, iki kesimlilik, iki toplumluluk, eşit statüde iki Kurucu Devletten müteşekkil, iki kurucu halkın oluşturacağı yeni bir ortaklık devleti gibi parametreleri, on yıllardır süren müzakereler neticesinde ortaya çıkmıştır. Kıbrıs’ta yeni bir düzen oluşturacak çözüme bir an evvel ulaşılmasını temin edebilecek bu unsurlar, devam eden müzakerelerin çerçevesini belirlemiş olan, Liderlerin 11 Şubat 2014 tarihli ortak açıklamasında da yer almaktadır.

KKTC’nde gerçekleştirilen ve Sayın Mustafa Akıncı’nın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle sonuçlanan seçimlerin ardından, müzakereler 15 Mayıs 2015 tarihinde yeniden başlamıştır.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin Özel Danışmanı Espen Barth Eide’nin de 2015 yılı Kasım ayında işaret etmiş olduğu üzere, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum Liderlerinin bu aşamaya kadar gerçekleştirmiş olduğu görüşmeler, mevcut sürecin yoğunlaştırılması ve Liderlerin daha etkin bir rol üstlenebilecekleri bir safhaya geçmek için sağlam bir zemin teşkil etmiştir.

Bu aşamada tarafların, sürece halihazırda hakim olan olumlu atmosferden yararlanarak, tüm enerjilerini ve samimi gayretlerini ortaya koyması gerekmektedir.

Kıbrıs Türk tarafı sürece samimi, yapıcı ve dinamik bir tutumla yaklaşmakta, müzakereleri yoğunlaştırıp hızlandırarak bir anlaşmaya varmak üzere girişimlerini artırmaktadır.

Ülkemiz, mevcut süreci ve Ada’da kapsamlı çözüme yönelik çabaları kararlılıkla desteklemektedir. Kıbrıs meselesi, Kıbrıs Türk tarafının siyasi eşitliğini, meşru haklarını teminat altına alacak şekilde, adil, kalıcı ve kapsamlı bir çözümle bir an evvel nihayete ulaştırılmalıdır.

Ada’da varılacak bir çözüm, Doğu Akdeniz bölgesinde işbirliği için olumlu bir hava yaratacak ve bölgesel istikrarın sağlanmasına katkıda bulunacaktır.

Türkiye ile Ermenistan arasındaki normalleşme süreci ne aşamadadır?

Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkilerini normalleştirme yönündeki iradesi, Türkiye’nin Güney Kafkasya ülkeleri arasında iyi ilişkiler ve işbirliğini öngören geniş vizyonunun bir parçasıdır.

Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesi yönündeki irademiz çerçevesinde hayata geçirdiğimiz tek taraflı birçok güven artırıcı önlemin yanında, 10 Ekim 2009 tarihinde Zürih’te “Diplomatik İlişkilerin Tesisi Protokolü” ile “İkili İlişkilerin Geliştirilmesi Protokolü” imzalanmıştır. Türkiye, Ermenistan’la ilişkilerini normalleştirme yönündeki iradesini korumaktadır. Bu çerçevede, Protokoller TBMM gündeminde yer almaya devam etmektedir.

(Zürih Protokollerini görmek için tıklayınız.)

Türkiye-Ermenistan Protokollerine ilişkin olarak Ermenistan Anayasa Mahkemesi 12 Ocak 2010 tarihinde, anayasaya uygunluk kararını açıklamıştır. Mahkemenin gerekçeli kararında ise Protokollerin lafzına ve ruhuna aykırı önkoşullar ve kısıtlayıcı hükümlerin zikredildiği tespit edilmiştir. Bu karar, sözkonusu Protokollerin müzakere gerekçesiyle ve Protokollerle hedeflenen temel amaçla çelişmektedir. Sonuç olarak, bu yaklaşımın tarafımızca kabul edilemez olduğu başta Ermenistan olmak üzere diğer muhataplarımıza iletilmiştir.

Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, 22 Nisan 2010 tarihinde Ermenistan’ın protokolleri belirsiz bir süreliğine askıya aldığını açıklamıştır. Bilahare, Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan Zürih Protokollerini Şubat 2015’te Ermenistan Parlamentosundan çekmiştir. Ermenistan, “1915 olaylarının 100. yılı” bahanesiyle 2015 yılı boyunca her fırsatı kullanarak ülkemiz aleyhindeki girişimlerini yoğunlaştırmış ve Türkiye’yle ilişkilerini normalleştirme iradesine sahip olmadığını belli etmiştir. Ermenistan’ın bu konuda önümüzdeki dönemde daha yapıcı bir tutum sergilemesini ümit ediyoruz.

1915’te ne oldu?

1915’te Türkler ve Ermeniler arasında tam olarak ne olduğunu anlamak isteyen birisinin 1915 öncesinde ne yaşandığını araştırması gerekmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu dönemin İmparatorlukları gibi çok etnili, çok dinli bir topluluktu.

Türkler ile Ermeniler Anadolu’da sekiz yüzyıldan fazla bir süre barış içinde yaşamışlardır. Ermeniler Osmanlı toplumuna uyum sağlama konusundaki başarılarından ötürü 19. yüzyıla kadar Millet-i Sadıka olarak isimlendirilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun imtiyazlı tebaası konumundaki Ermeni toplumu, bakanları, büyükelçileri, belediye başkanları, sanayicileri ve iş adamlarıyla ön plana çıkmıştır. Ermeniler hiçbir biçimde etnik ve dini kökenleri sebebiyle ayrımcılığa maruz kalmamıştır.

Osmanlı döneminde:

-29 Ermeni Paşa olarak en üst düzey idari görevlerde bulunmuş; - 22 Ermeni, aralarında Dışişleri, Maliye, Ticaret, Bayındırlık, Posta ve Telgraf Bakanlıklarının yer aldığı makamlarda Bakan olarak görev almış (örneğin; 1912-1913 yıllarında Ermeni kökenli Gabriel Noradunkyan Dışişleri Bakanlığı yapmıştır); -Birçok Ermeni tarım, nüfus sayımı ve iktisadi kalkınma alanları dâhil çeşitli işlevlere sahip idari birimlere başkanlık etmiş; -1876 sonrası Osmanlı Mebusan Meclisi’ne 33 Ermeni milletvekili seçilmiş; -7 Ermeni Büyükelçi ve 11 Başkonsolos ile Konsolos Osmanlı diplomasi teşkilatında hizmet etmiş; - Ermeni kökenli 11 üniversite öğretim üyesi Osmanlı akademik yaşamına değerli katkılar sağlamıştır.

19. yüzyılın sonuna doğru, dönemin İtilaf Devletleri Ermenileri Osmanlı’ya karşı manipüle edilebilecek önemli bir araç olarak görmeye başlamıştı. Bu devletler, Ermenilerin azınlık olarak bulunduğu Doğu Anadolu bölgesinde, Ermenilere çelişkili bir biçimde kendilerine ait bir devlet kurma sözü vermişti.

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı müteakip gerçekleştirilen Berlin Konferansı’nda Ermeniler çok önemli siyasi kazanımlar elde etmiştir. Konferans sonucunda kabul edilen Antlaşma’nın 61. Maddesi (Osmanlı Hükümeti, halkı Ermeni olan vilayetlerde mahalli ihtiyaçların gerektirdiği ıslahatı yapmayı ve Ermenilerin Çerkes ve Kürtlere karşı huzur ve güvenliklerini garanti etmeyi taahhüt eder ve bu konuda alınacak tedbirleri devletlere bildireceğinden, bu devletler söz konusu tedbirlerin uygulanmasını gözeteceklerdir) “Ermeni Meselesi”ni uluslararası gündeme taşımıştır.

1887 yılında İsviçre’nin Cenevre, 1890 yılında Gürcistan’ın Tiflis şehirlerinde sırasıyla Hınçak ve Taşnak Komitesi adı altında kurulan iki radikal devrimci Ermeni komitesinin ortaya çıkmasıyla birlikte, bu Komiteler tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli vilayetlerinde provokasyonlar ve yurtdışından finanse edilen isyanlar başlatılmıştır. İlk büyük Ermeni isyanı 1896’da Van’da çıkmıştır. Hükümetin bu isyanı bastırmasını müteakip Ermeni örgütler faaliyetlerine devam etmiş ve farklı şehirlerde birçok isyan çıkartmışlardır.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı Devleti’nin İtilaf Devletleri’ne karşı savaşa girmesi, bu devrimci gruplar tarafından büyük bir fırsat olarak görülmüştür. Bu gruplar, işgalci Rus ordularıyla ve diğer dış güçlerle işbirliği içerisinde, Osmanlı ordusuna ve Müslüman sivillere cephe gerisinden saldırılar başlatarak ve sabotaj eylemlerine girişerek Osmanlı Hükümeti’ne karşı isyan etmiş ve Rus güçleri Mart 1915’te Van’a doğru hareket etmeye başlamıştır. 11 Nisan 1915’teki Sarıkamış Harekâtı başarısızlığı sonrasında, Van Ermenileri bu bölgedeki Türkleri katlederek şehrin Ruslar tarafından kısa sürede ve kolayca işgal edilebilmesine yol açan ve Van’daki Ermenilerce çıkartılan ikinci isyan niteliği taşıyan genel bir ayaklanma başlatmıştır. Sonuç olarak, Osmanlı Hükümeti 27 Mayıs 1915 tarihinde Tehcir Kanunu’nu çıkartmış, askeri açıdan stratejik konuma sahip yerlerde yaşayan Ermeniler savaş bölgesinden uzak diğer bölgelere sevk edilmiştir.

1915 Olaylarını tarihsel bağlamında analiz ettiğimizde, terörist saldırılar, isyanlar ve düşmanla işbirliği gibi muazzam iç ve dış tehditlere maruz kalan Osmanlı Hükümeti müdafaa tedbirlerine başvurmuş ve aldığı önlemleri artırmıştır. Dolayısıyla, sözkonusu önlemler önceden planlanmamış ve mutlak bir ideoloji temelinde herhangi bir siyasi amaç gütmemiştir. Buna karşın, sözkonusu tedbirler askeri ve güvenlik konularıyla bağlantılı gereklilikler nedeniyle uygulamaya konmuştur.

Askeri tarih uzmanları, askeri gereklilikler ve ayrılıkçı hareketlerin yarattığı tehditler nedeniyle Osmanlı Hükümeti’nin 27 Mayıs 1915 tarihli Tehcir Kanunu’nu kabul etmek zorunda kaldığını belirtmektedir.

Belirtilmesi gereken bir diğer husus ise, Ermenilerin sürgün edilmelerinin değil Osmanlı savaş bölgeleri dışındaki yerlere nakledilmelerinin öngörülmüş olmasıdır. Doğu Anadolu’da yaşayan Ermeniler, savaşın sona ermesini müteakip geri dönme haklarını muhafaza ederek Osmanlı coğrafyasındaki diğer bölgelere nakledilmiştir.

Ermenilerin nakledilmesine gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra başlanmıştır. Bu esnada, askeri harekâtların icra edildiği bölgenin dışında yaşayan Ermeniler bahsekonu tehcir kapsamına alınmamıştır. Böylece, İstanbul, Kütahya ve Aydın gibi şehirlerde yaşayan Ermeniler Tehcir Kanunu’ndan etkilenmemiştir. Bu nedenle, Osmanlı Hükümeti tarafından alınan karar herhangi bir ideolojinin uzantısı değildir.

Sözkonusu Kanun’da, tehcire tabi tutulan Ermenilerin güvenliğinin sağlanmasına yönelik her türlü tedbirin alınması öngörülmüş ve Ermenilerin muntazam bir biçimde tehcir edilebilmesi amacıyla Osmanlı Hükümeti gerekli güvenlik önlemlerinin alınabilmesini teminen, yerel makamları eğitime tabi tutmuştur. Buna ilaveten, Hükümetin talimatlarına uymayan ve Ermeni kafilelerine karşı suç işleyen resmi görevliler ile siviller, 1915-1916 yıllarında kurulan Askeri Mahkemelerde (Divan-i Harbi Örfi) yargılanmıştır. Mahkemeler, 1763 kişinin tutuklanmasına 67 kişinin idamla cezalandırılmasına hükmetmiştir. Sözkonusu davaya ilişkin belgeler Osmanlı arşivlerinde erişilebilir durumdadır. Tüm bu tedbirlere rağmen, savaş koşulları, yerel çeteler, yağma, yerel düzeydeki nefret ve intikam duyguları gibi faktörler nakledilen Ermeni kafilelere saldırılara yol açmıştır. Osmanlı Hükümeti bu tür olayları önleyebilmek adına çaba sarf etmiş ve nitekim devlet otoritesinin görece daha hâkim olduğu bölgelerdeki Ermeni kafilelere karşı yapılan saldırılar oldukça sınırlı düzeyde kalmıştır. Savaş koşullarında gıda ve diğer yaşamsal malzemelerin yetersizliği, zor iklim şartları ve tifüs gibi salgın hastalıkların yayılması da can kayıplarının artmasına neden olmuştur. Esasen, sözkonusu süreç tüm Anadolu halklarının aynı kaderi paylaştığı bir dönem olup, Birinci Dünya Savaşı boyunca Anadolu’da çoğunluğu Müslüman sivil olan 3 milyon insan hayatını kaybetmiştir. Ayrıca, 1914 ve 1922 yılları arasında Ermeni çeteleri elinde can veren insanların sayısı 524.000’e yaklaşmıştır.

Ermenileri yok etmeye hevesli ve katletmeyi amaçlayan bir devlet, Ermeni kafilelere karşı suç işleyen resmi görevliler ile sivilleri nasıl yargılayabilirdi? Ayrıca bu devlet Ermenilerin muntazam bir biçimde tehcir edilebilmesi için gerekli güvenlik önlemlerinin alınmasını öngören özel bir kanunu niçin çıkarmıştır? 1915 olaylarının “soykırım” olduğunu iddia eden çevreler bu sorulara cevap verememektedir. Öte yandan, bu soruların cevapları Osmanlı Devleti tarafından Ermenileri yok etmeye yönelik hiçbir kastın olmadığını ispat etmektedir.

Osmanlı döneminde, Ermeniler Osmanlı toplumuna ve bürokrasisine tamamen uyum sağlamıştır. Hatta, Tehcir Kanunu’nu kabul eden İttihat ve Terakki Komitesi’nin, iktidara gelişi sürecinde ve sonrasında, Ermeni gruplarla işbirliği içerisinde olduğu çok iyi bilinen bir gerçektir. 1908, 1912 ve 1914 yıllarında gerçekleştirilen genel seçimlerde birçok Ermeni İttihat ve Terakki Komitesi listelerinden milletvekili seçilmiştir. Bunlar arasından aynı zamanda İttihat ve Terakki Merkez Komitesi üyesi Bedros Hallaçyan iki kez Bayındırlık ve Ticaret Bakanı olarak hizmet etmiştir.

Birinci Dünya Savaşı ertesinde, Osmanlı kamu görevlilerine karşı devam eden hukuki süreç bağlamında Ermeni iddiaları konusunda 1919-1922 yılları arasında yapılan tahkikatı müteakip, 144 üst düzey Osmanlı kamu görevlisi tutuklanmış ve yargılanmak üzere Büyük Britanya tarafından Malta Adası’na sürülmüştür.

Sözkonusu tutuklamalara zemin hazırlayan istihbari bilgiler daha ziyade yerel Ermeniler veya İstanbul’daki Ermeni Patrikhanesi tarafından sağlanmıştır. Dolayısıyla, sürgün edilen kişiler Malta’da tutuklu bulundukları sırada, Osmanlı başkenti İstanbul’da mutlak güç ve otoriteye sahip İngiliz işgal kuvvetleri, sürgündekileri suçlamak amacıyla çılgına dönmüşçesine kanıt bulmaya çalışmıştır.

Ancak, Osmanlı Hükümeti’nin, İttihat ve Terakki Komitesi mensuplarının ve Malta’ya sürülen Osmanlı kamu görevlilerinin Ermenilerin öldürülmesini tasdik veya teşvik ettiğine dair hiç bir kanıta ulaşılamamıştır.

Üstelik Amerikan ve Fransız arşivlerinde de bu hususta hiçbir kanıt bulunamamış ve Malta’da iki yıl dört ay süren bir tutukluluk sonrası, sürgünde bulunan herkes serbest bırakılmıştır.

1915 olaylarını Holokost’la özdeşleştirme çabaları çerçevesinde, son zamanlarda çeşitli Ermeni gruplar, Birinci Dünya Savaşı boyunca tek parti olarak iktidarını elinde bulunduran İttihat ve Terakki Komitesi’nin Sosyal Darvinist bir ideoloji temelinde, Osmanlı İmparatorluğu’nda baskıcı bir “Türkleştirme” politikası uygulamaya çalıştığını ve Ermenileri yok etmeyi hedeflediğini iddia etmektedir.

İttihat ve Terakki Komitesi konusu uzmanı birçok tarihçi sözkonusu argümanın tamamen mesnetsiz olduğunu, Komite’nin yekpare bir ideolojiye sahip olmadığını ortaya koymuştur. Holokost Avrupa toplumuna nüfuz eden yüzyıllık ırkçı bir ideolojinin dehşet verici bir ürünüdür. Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni tebaya karşı buna benzer ırkçı bir ideoloji hiçbir zaman var olmamış, Türkler ile Ermeniler arasında yönetim anlamında hiçbir ayrımcılık yapılmamıştır.

Diğer taraftan, Osmanlı İmparatorluğu Şubat 1919’da İspanya, Hollanda, Danimarka ve İsveç Hükümetleri’ne diplomatik nota vermiş ve bu devletleri iki hukuk uzmanını görevlendirerek Ermeni katliamlarına ilişkin iddiaları araştırmak üzere bir soruşturma komisyonu kurmaya davet etmiştir. Ne yazık ki, bu girişim İngiliz müdahalesi nedeniyle sonuçsuz kalmıştır.

Tehcire tabi tutulan Ermenilerin toplam sayısı kaçtır?

Ermeni iddialarına destek verenler tehcir sırasında hayatını kaybeden Ermenilerin sayısını tarihsel gerçeklerin ötesinde abartarak gösterme gayreti içerisindedir.

1914’te yapılan son Osmanlı nüfus sayımı verilerine göre nüfus sayımı sırasında Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Ermeni nüfusu toplam 1.295.000’dir.

Askeri gereklilik çerçevesinde geçici bir süre için tehcire tabi tutulan Ermenilerin toplam sayısının 702,900 civarında olduğu tahmin edilmektedir.

Tehcire tabi tutulan Ermenilerin tümü hayatını kaybetti mi?

Tehcire tabi tutulan Ermenilerin tümünün katledildiği ve yok edildiği iddiaları doğru olmaktan uzak olduğu kadar tarihsel gerçeklerle ve tarafsızlıklar bağdaşmamaktadır.

Tehcir sırasında bazı Ermenilerin hayatlarını kaybettiği gerçeği yadsınamaz. Ancak, 2. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde, Ermeni diasporasının radikal unsurları tehcire tabi tutulan Ermenilerden hayatını kaybedenlerin sayısının 600.000 olduğunu iddia etmeye başlamış, daha sonra bu sayı önce 800.000’e ardından 1,5-2 milyona kadar çıkmıştır.

Birinci Dünya Savaşı boyunca hayatını kaybeden Ermenilerin tam sayısını belirlemek mümkün değildir. Esasen, bu durum yalnızca Ermeniler için değil, Birinci Dünya Savaşı boyunca hayatını kaybeden İmparatorluğun tüm vatandaşları için geçerlidir. Osmanlı İdaresi’nin savaşlar sırasında ölüm kayıtlarını tutamamış olması sebebiyle, savaş boyunca ölenlerin kesin sayısını tahmin etmek mümkün değildir.

Bu bağlamda, mümkün olan en iyi yaklaşım İmparatorluğun Ermeni kökenli vatandaşlarının toplam sayısını tahmin etmeye çalışmaktır. Böylece bu veriye dayanarak bazı istatistiki tahminler yapılabilir.

Radikal Ermeni propagandasına katkı sağlamak amacıyla ortaya konan şişirilmiş ve gerçeğe aykırı rakamları bir kenara bırakırsak, Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Ermenilerin toplam sayısını gösteren ve güvenilir kaynaklara dayanan istatistiksel veriler 1.056.000 ila 1.555.000 arasında değişmektedir. Bu veriler Osmanlı’nın son nüfus sayımında elde edilen yaklaşık 1.295.000 rakamıyla benzerlik göstermektedir.

Talat Paşa, İttihat ve Terakki Komite’sinin 1 Kasım 1918 tarihinde gerçekleştirilen son toplantısında yaptığı konuşmada, ölen Ermenilerin toplam sayısının 300.000 civarında olduğunu ileri sürmüştür.

Ermeni bağımsızlık hareketinin önde gelen şahsiyetlerinden Bogos Nubar Paşa, 1918’de Paris Barış Konferans’ındaki konuşmasında 280.000 Ermeni’nin Birinci Dünya Savaşı sonrasında ülkede kaldığını ve 700.000 Ermeni’nin diğer ülkelere gittiğini belirtmiştir.

Bahsekonu veriler, Birinci Dünya Savaşı boyunca 300.000’e yakın Ermeni’nin hayatını kaybettiği değerlendirmesiyle örtüşmektedir.

1915 Olaylarına ilişkin tartışmanın sona ermesine yönelik Türkiye’nin önerisi nedir?

1915 olaylarına ilişkin Türk ve Ermeni milletlerinin hafızaları arasında bir anlaşmazlık bulunmaktadır. Türkiye’nin kendi hafızalarını diğerlerine dayatma gibi bir amacı bulunmamaktadır. Bununla birlikte, hiçbir kesimin de kendi hafızasını Türkiye’ye dayatma gibi bir hakkı yoktur.

Türkiye Cumhuriyeti, 1915 Olaylarının tarihçiler tarafından incelenmesi gerektiği düşüncesini desteklemektedir.

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, 10 Nisan 2005 tarihinde dönemin Ermenistan Cumhurbaşkanı Koçaryan’a bir mektup göndermiş, bilimsel bir araştırma yaptırmak ve sonuçlarını açıklamak amacıyla tarihçiler ve diğer bilim insanlarından müteşekkil bir komisyonun kurulması teklifinde bulunmuştur. Kurulması öngörülen komisyonun, araştırmalarını Türk ve Ermeni arşivlerinde ve ayrıca üçüncü ülkelerin ilgili arşivlerinde yapması önerilmiştir. Ayrıca, Türkiye Büyük Millet Meclisi, 13 Nisan 2005 tarihinde Ermeni iddialarına ilişkin yayınladığı bir bildiride, Başbakanımızın bahsekonu tarihi önerisine desteğini ifade etmiştir. Ne var ki, Başbakanımızın mektubuna Ermeni tarafından resmi bir karşılık almak mümkün olmamıştır.

Türkiye ve Ermenistan arasında Ekim 2009 tarihinde imzalanan Protokol’ün öngördüğü tarihi boyuta ilişkin alt komisyon, 1915 olaylarına dair Türk ve Ermeni halklarının hafızaları arasındaki farkı gidermeyi amaçlamaktadır. Bu, iki halk arasındaki kardeşliğin yeniden canlandırılması ve adil bir hafızaya ulaşılmasına izin verecektir.

Türkiye, sözkonusu alt komisyonun 1915 olayları hakkında adil bir hafızaya ulaşılmasında önemli bir rol oynayacağına inanmaktadır.

Türkiye, Türkler ve Ermeniler arasında barış temelli bir ortak geleceğin ancak diyalog yoluyla kurulabileceğine inanmaktadır. 23 Nisan 2014 tarihinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve 20 Nisan 2015 tarihinde Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından 1915 olayları hakkında yayınlanan mesajlar bu husustaki anlayışımızın göstergeleridir. Bu mesajlar, vicdani duruşumuz ve insanı yaklaşımımızı yansıtan ileri yönde atılmış diğer önemli adımlar takip etmiştir.

Bu anlayışla, Türk Hükümeti, 1915’te yaşanan kayıpları anmak üzere, İstanbul Ermeni Patrikhanesi tarafından 24 Nisan 2015 tarihinde düzenlenen ayinde temsil edilmiştir. Ayin esnasında okunan Cumhurbaşkanımızın mesajı, tüm Osmanlı Ermenilerine seslenmiştir. Bu tarihi bir dönüm noktasıdır. Ayrıca, Ermeni kültürel varlıklarının korunması ile Osmanlı/Türk kültürüne değerli katkılar sağlayan Ermeni şahsiyetlere hak ettikleri değerin verilmesi yönelik çalışmalar da kararlılıkla sürdürülmektedir.

Osmanlı dönemine ait arşivler ne durumdadır, araştırmacıların kullanımına açık mıdır?

Osmanlı arşiv sistemi, bilimsel tarihi araştırmalar ve arşiv araştırmaları alanında bugün bile örnek olarak gösterilen, Osmanlı devletinin tarih sahnesine çıkışından bu yana korunan sistematik bir kayıt sistemi temeline dayanır. İmparatorluk yönetimi, tüm idari kararların kaydının tutulmasında ve devlet aygıtı içerisinde arşivlenmesinde her daim son derece duyarlı ve hassas bir şekilde hareket etmiştir.

Bu bağlamda, Osmanlı döneminden miras alınan tüm arşivler, bugün Cumhurbaşkanlığına bağlı bir birim olan Devlet Arşivleri Başkanlığı bünyesinde olup, İstanbul’da bulunmaktadır. Arşivler tüm araştırmacılara açıktır.

Osmanlı arşivlerine yönelik “açık olmadığı ve araştırmacılara verilen izinlerde seçici hareket edildiği” şeklindeki iddiaların tamamen uydurma olduğu unutulmamalıdır. Ermeni iddialarını destekleyen araştırmacıların dahi bu arşivlere sınırsız bir şekilde erişebildiği ve araştırma yapabildiği dikkate alınmak suretiyle bu tür iddiaların doğru olup olmadığını görebilir.

Gelişmiş bir katalog ve arşiv kayıt sistemine sahip Devlet Arşivleri Başkanlığı’nda araştırma yapmak isteyen kişiler, başvuru usulüne ve başvuru dokümanlarına şu bağlantıdan ulaşabilir: www.devletarsivleri.gov.tr

Ermenistan’daki veya üçüncü ülkelerdeki Ermeni arşivleri ne durumdadır?

1915 olaylarına ilişkin iddialar ve süregiden tartışma bağlamında kapsamlı bir tartışma yapılması için son derece önemli olan Ermenistan Arşivleri, araştırmacılara seçici bir şekilde izin vermektedir. Basından takip edildiği kadarıyla, Ermeni Devlet Arşivleri’nin tümü, “sınıflandırmanın henüz tamamlanmadığı” gerekçesiyle araştırmacılara açık değildir.

Diğer taraftan, önemli yazışmalar barındırdığı düşünülen “ABD’deki Daşnak Arşivleri” ve “Kudüs’teki Arşivler” gibi üçüncü ülkedeki Ermeni arşivleri, sadece Ermeni araştırmacılara ve sadece sınırlı bir şekilde açıktır.

Milliyetinden bağımsız olarak, 1915 olaylarının “soykırım” olarak nitelenemeyeceğini iddia eden bir araştırmacının sözkonusu arşivlerde çalışma yapması mümkün değildir.

Soykırım nedir?

Soykırım, dar bir hukuki kavram olup, 1948 Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına ilişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nde (1948 Soykırım Sözleşmesi) açıkça tanımlanan uluslararası bir suçtur. Türkiye bu sözleşmeye taraftır.

1948 Soykırım Sözleşmesi’ne göre, soykırım sözkonusu sözleşmede buyurulan eylemlerden, kısmen veya tamamen bir ulusu, etnik grupları, ırkı veya dini grubu ortadan kaldırmak üzere özel kasıtla (dolus specialis) işlenen biri olarak tanımlanabilir.

1948 Soykırım Sözleşmesi’ne göre, bir kimseyi soykırım suçuyla suçlamak için, suçun bu Sözleşmede tanımlandığı şekilde işlenmiş olduğunun yetkili bir mahkeme tarafından hüküm altına alınması gerekmektedir. 1948 Soykırım Sözleşmesine göre, bu mahkeme suçun işlendiği ülkede bulunan bir ulusal mahkeme de veyahut eylemi “soykırım” olarak tanımlamak için yargısal yetkiyi haiz ve tarafların üzerinde anlaştığı uluslararası ceza mahkemesi olabilir.

Keza, dünya üzerinde bilinen soykırım örneği olan Holokost vakasında, Yahudilere ve Romanlara karşı işlenen suçlar, özellikle iddia edilen suçlar için oluşturulan Nüremberg Mahkemesi’nin hükmüyle tespit edilmiştir.

Benzer şekilde, suçluların cezalandırılmasıyla görevlendirilen Srebrenitsa ve Ruanda Mahkemeleri’nin kararlarıyla iki olay da soykırım olarak kabul edilmiştir.

Buna göre, yetkili bir mahkeme kararının yokluğunda soykırım iddiası ileri sürülemez ve hukuki temelde savunulamaz. Bu anlamda, yetkili mahkeme kararlarına dayanmayan “soykırım iddiaları” yasal geçerlilikten yoksun temelsiz iddialardan öteye gidemez.

Bu bağlamda, Uluslararası Adalet Divanı (UAD) 3 Şubat 2015 tarihinde Hırvatistan-Sırbistan davasında verdiği kararla 1948 Soykırım Sözleşmesi’ne başvurulmasına ilişkin şu hususları not etmiştir:

1948 Soykırım Sözleşmesi’ne, yürürlüğe girdiği tarihten önce vuku bulan olaylar için geriye dönük olarak başvurulamaz.

UAD’nin 2007 yılında verdiği Bosna Hersek-Sırbistan davasına atıfla;

→Bir devletin soykırım suçu işlememe yükümlülüğünü çiğnemesi sebebiyle sorumlu tutulabilmesi için Soykırım Sözleşmesi’nde tanımlanan soykırımı işlemiş olması gerekir. Bu durumda soykırımın varlığı, onu ileri süren tarafça ispatlanmalıdır.

→Soykırımın varlığını ortaya koyabilmek için gereken özel kastın (dolus specialis; bir grubun tamamen veya kısmen yok edilmesi) kanıtlanabilmesi için ihtiyaç duyulan eşik çok yüksektir.

→ Bir grubun üyelerinin tehcire ya da yer değiştirmeye tabi tutulması, bu grubun ille de yok edilmesi anlamına gelmez. Bu yok etme de yer değiştirmenin kendiliğinden bir sonucu değildir.

Bu yüzden, başta parlamentolar olmak üzere yetkili olmayan kuruluşlarca alınan kararlar, soykırım suçunun kesin tanımının sulandırılması ve netice, soykırım kavramının istismar edilmesi riskini de barındırmaktadır. Bu durum ise ifade özgürlüğü ile bilimsel araştırma özgürlüğünün ihlalini oluşturmaktadır.

Türkiye’nin genel olarak soykırıma yönelik konumu ve politikası nedir?

Türkiye’nin “soykırıma” ilişkin konumu ve politikası açıktır. Türkiye, 1948 Soykırım Sözleşmesi’ni ulusal parlamentolarında onaylayan ve soykırımı kendi hukuk sisteminde suç olarak kurumsallaştıran ülkelerden biridir. Türkiye, bu tür suçları işleyen veya işlenmesinde rol oynayan suçluların araştırılması ve cezalandırılması çabalarına katkı sağlamaktadır.

Uluslararası toplumun saygın bir üyesi olarak Türkiye, BM başta olmak üzere, bu konuyla ilgili tüm platformlara katkı sağlamaktadır.

Bu anlayışla, Türkiye, 11 Eylül 2015 tarihinde BM Genel Kurulu’nda oybirliğiyle kabul edilen ve 9 Aralık tarihini “Uluslararası Soykırım Kurbanlarını Anma ve Soykırım Suçunu Engelleme Günü” olarak belirleyen BM kararının eş-sunucularından biridir.

Ayrıca, Türkiye, en büyük Nazi kampı Auschwitz-Birkenau’nun kurtarılışının yıldönümü olan 27 Ocak gününü Uluslararası Holokost Anma Günü olarak belirleyen 2005 yılındaki BM Genel Kurulu kararının eş-sunucularından biridir.

Türkiye, 2008 yılında bu yana gözlemci üyesi olduğu, ulusal ve uluslararası düzeyde Holokost eğitimi ve araştırmalarını desteklemeyi amaçlayan hükümetler arası bir organ olan Uluslararası Holokost Anma İttifakı’nın (IHRA) faaliyetlerine etkin bir şekilde katkı sağlamaktadır.

Türkiye’de 1915 olaylarını soykırım olarak nitelemek bir suç mudur ve bunu iddia edenler ceza soruşturmasıyla mı karşılaşır?

Türkler ve Ermeniler 1915 olaylarına ilişkin ihtilafın arka planına ilişkin farklı anlatılara ve kişisel hafızalara sahiptir. Biz 1915 olaylarını bir “soykırım” olarak tanımlamıyoruz ve bu trajik olayların bahsederken bu terimin kullanılmasını kabul etmiyoruz. 1915 olayları Türkiye’de bir tabu değildir. Birbirinden ayrılan anlatıları savunmak ifade özgürlüğü bağlamında yasaldır. Ermeni görüşünü destekleyen kitaplar, tartışmalar, makaleler Türkiye’de sıra dışı değildir. Bu durum, son yıllarda Avrupa Birliği tarafından yayınlanan İlerleme Raporlarında da açıkça ifade edilmektedir.

Bununla beraber, AB üyesi de olan bazı Avrupa ülkeleri, “soykırımın” inkârını suç kabul eden yasalar kabul etmiştir ve uluslararası hukuk ve tarihi gerçekleri görmezden gelerek bu yasaları 1915 olaylarına da uygulamaktadır. Siyasi kazanım elde etmeyi amaçlayan ülkelerdeki bu tip çabalar, demokratik toplumların temel değerlerinden biri olarak kabul edilen ifade özgürlüğüne karşı ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.

Bu noktada, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından karara bağlanan Perinçek-İsviçre davasını hatırlamak gerekir (Büyük Daire kararı, 15 Ekim 2015; ilk Daire kararı, 17 Aralık 2013). Bu dava, sadece 1915 olaylarının nitelendirilmesine ilişkin Türk yaklaşımını benimsediği için değil, demokrasinin temel sütunlarından biri olan ifade özgürlüğüne olan bağlılığı teyit ettiği için de tarihi niteliktedir.

Dava çerçevesinde AİHM, 1915 olaylarının hukuki olarak "soykırım" şeklindeki tanımlanamayacağı yönündeki inancı sebebiyle, İsviçre'nin Doğu Perinçek'in ifade özgürlüğü hakkını ihlal ettiğine hükmetmiştir.

Dava, 1915 olaylarının hukuki karakterinin kamu çıkarını ilgilendiren meşru bir tartışma konusu olduğunu teyit etmiştir. Buna göre, her bireye, Osmanlı tarihine ilişkin kendi düşüncelerini özgürce ifade etme hakkını kullanabilme ve Ermenilerin yaşadığı acıları "soykırım" dışında da nitelendirebilme konusunda izin verilmesi gerekir.

AİHM'nin de vurguladığı üzere, 1915 olaylarının hukuki olarak soykırım şeklinde nitelendirilmesini reddetmek tek başına Ermeni halkına yönelik nefretin kışkırtılması anlamına gelmemektedir. 1915 olaylarının hukuki açıdan soykırım şeklinde nitelendirilmesine karşı çıkmak Holokost'u inkâr etmekle bir değildir. Holokost’un inkârı günümüzde antisemitizmin temel aracıyken, bugün "Ermeni-karşıtlığı" gibi bir olgu bulunmamaktadır.

Fransız Anayasa Konseyi, 8 Ocak 2016 tarihinde AİHM'nin Perinçek davasını takip eden ve esas alan bir karar vermiştir. Bu karar da, 1915'in, Holokost gibi yetkili bir mahkeme kararıyla ortaya koyulan soykırım suçuyla bir olmadığı bir kez daha teyit edilmiştir.

Türkiye’nin Suriye ihtilafına yaklaşımı nedir?

Türkiye, uluslararası meşruiyetini yitiren ve ihtilafın gerçek sebebi Esad rejimi ile ilişkilerini 2012 yılından itibaren keserek, tüm bu süreçte haklı taleplerinin peşinde olan Suriye halkının yanında durmuştur. Beşinci yılını tamamlayan Suriye’deki çatışmaların başından bu yana insani boyuta odaklı bir politika izleyen ülkemiz, kardeşlik ve komşuluk hukukunun gereği olarak da çatışmalardan ve rejimin uyguladığı şiddetten kaçan tüm Suriyelilere etnik köken, din ve mezhep ayrımı gözetmeden kapılarını açmış ve elinden gelen yardımı sağlamıştır.

Türkiye, Suriye’de barış ve istikrarın yeniden tesisi amacıyla, ulusal ve bölgesel güvenliğimizi tehdit eden bu ihtilafa siyasi çözüm bulma süreçlerinde yer almış ve bu süreçlere Suriye halkının beklentileri temelinde yön vermiştir. Elbette ki, ihtilafın, parametreleri 30 Haziran 2012 tarihli Cenevre Bildirisi’nde kayıtlı gerçek ve kapsayıcı bir siyasi dönüşümle çözümlenmesi, halklarımız arasında kuvvetlenen yakın ve özel bağların da etkisiyle, Türkiye-Suriye ilişkilerini ihtilaf öncesinden daha sağlam bir zemine oturtacağı gibi, komşularla sıfır sorun politikamızı da pekiştirecektir.

Ortak dil, kültür, inanç, tarih ve değerleri paylaştığımız Türk Cumhuriyetleriyle bağlarımızın pekiştirilmesi amacıyla yürütülen çok taraflı faaliyetler nelerdir?

Orta Asya ülkeleriyle ilişkilerimiz mükemmel seviyede seyretmektedir. Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (Türk Konseyi) 2009 yılında Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan ve Kırgızistan tarafından kurulmuştur. Konsey, 15-16 Eylül 2010 tarihinde İstanbul'da gerçekleştirilen 10. Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi'yle resmen hayata geçirilmiştir. İstanbul Zirvesi'nde, (E) Büyükelçi Halil Akıncı, 1 Kasım 2010 tarihinden bu yana İstanbul'da konuşlu olan Türk Konseyi’ne Genel Sekreteri olarak atanmıştır. 17 Eylül 2014 tarihinde (E) Büyükelçi Akıncı’nın halefi olarak atanan Ramil Hasanov halen bu görevi sürdürmektedir.

Türk dünyasının tarihi ve kültürel birikimlerine dayanarak Türk dili konuşan ülkeler arasındaki çoktaraflı işbirliğinin geliştirilmeyi amaçlayan Türk Konseyi bünyesinde ayrıca, Bakü’de Türk Kültür ve Miras Vakfı, Astana’da da Türk Akademisi kurulmuştur. Kırgız Cumhuriyeti tarafından ahiren Kırgızistan’da Türk Sporları ve Göçebe Uygarlığı Merkezi ihdas edilmesi önerilmiş ve kurucu anlaşma 11 Eylül 2015 tarihinde Astana’da gerçekleştirilen V. Zirve toplantısında imzalanmıştır.

Türkmenistan, tarafsızlık statüsünü gereğince örgütle kurumsal ilişkiye girmemekle birlikte, Türk Konseyi Zirve toplantılarına onur konuğu olarak katılmaktadır.

Türk Konseyi, kuruluşundan bu yana, Türk Cumhuriyetleri arasındaki karşılıklı güven ve siyasi dayanışmanın pekiştirilmesine katkıda bulunmuş, enerjiden ekonomiye, turizmden eğitime çeşitli alanlarda işbirliğini geliştirmiştir. Ülkemiz, Türk Konseyi’ni bölgesel istikrar ve barışa katkı sağlayan bir örgüt olarak görmekte olup, faaliyetlerini desteklemeye devam edecektir.

Ahıska Neresidir ve Ahıska Türkleri Kimlerdir?

Ahıska, bugün Gürcistan sınırları içinde bulunan ve halihazırda yaklaşık 39.000 nüfusa sahip tarihi bir bölgedir. Gürcüler bu bölgeyi Mesket/Samtskhe olarak tanımlamaktadır. Bundan dolayı Ahıska Türkleri, Mesket Türkleri olarak da anılmaktadır. Günümüzde Ahıska’nın nüfusu çoğunlukla Gürcülerden ve Ermenilerden oluşmaktadır. Bölgenin merkezini teşkil eden Ahıska şehri, Ardahan ilimizin Posof ilçesine (Vale/Türkgözü sınır kapısı) 20 km uzaklıktadır.

16. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nin egemenliğine giren bölge, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Rus denetimine geçmiştir. Ahıska Türkleri, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki 1944 sürgününe kadar anavatanları olan Ahıska bölgesinde yaşamışlardır.

15 Kasım 1944 tarihinde SSCB makamlarınca başlatılan ani bir operasyonla çoğunluğu çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşan 100 bine yakın Ahıska Türkü Ahıska bölgesindeki evlerinden zorla çıkartılarak, insan haysiyetine yakışmayan şartlarda yük vagonlarına doldurulmuş ve evlerinden binlerce kilometre uzaklıkta bulunan Orta Asya’daki Sovyet Cumhuriyetlerine sürülmüşlerdir.

Bugün Ahıska Türkleri dokuz ülkeye dağılmış durumdadırlar (Türkiye, ABD, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Rusya ve Ukrayna) ve dünya çapında 500 bin kişi oldukları tahmin edilmektedir.

Ülkemizin Ahıska Türklerine Yönelik Tutumu Nedir?

Ahıska Türklerinin durumu, soydaş topluluk olarak Türk dış politikasının öncelikli konularından biridir.

Türkiye, Ahıska Türklerinin tarihi anavatanları olan Ahıska’ya geri dönüş sürecine yönelik çalışma ve faaliyetleri aktif bir şekilde desteklemekte, ayrıca hem Gürcistan, hem de diğer ilgili ülkelerle temaslarda bulunmakta ve başta Avrupa Konseyi olmak üzere (Gürcistan, 1999 yılında Avrupa Konseyi’ne üye olurken Ahıska Türklerinin geri dönüşüne ilişkin taahhütlerde bulunmuştur) uluslararası örgütler nezdinde konuyu takip etmektedir. Halihazırda geri dönüş süreci yavaş da olsa başlamıştır. Bu sürecin daha hızlı ilerlemesi ve başarılı bir şekilde nihayete ermesi, Ahıska Türklerinin huzur ve barış içerisinde anavatanlarına dönerek Gürcistan toplumuyla uyumlu bir şekilde hayatlarını idame ettirmeleri en büyük beklentimizdir.

Diğer taraftan, Sayın Cumhurbaşkanımızın talimatlarına binaen, Ukrayna’daki çatışma bölgelerinde bulunan ve ülkemize gelmek isteyen zor durumdaki Ahıska Türklerinin ülkemize iskanlı göçmen olarak kabul edilmesine ilişkin ilgili kurumlar nezdinde girişimlerde bulunulmuş ve bunun sonucunda 29358 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile 677 aileden oluşan 2960 kişilik Ahıska Türkü'nün "İskanlı göçmen" olarak ülkemize kabulü uygun görülmüştür.

Bu çerçevede, Ukrayna'da yaşanan çatışmalar nedeniyle ülkemize yerleştirilmesi uygun görülen 677 Ahıska Türkü aileden ilk etapta 117 aile (427 kişi) 25 Aralık 2015 tarihinde Erzincan İli Üzümlü İlçesine yerleştirilmişlerdir.

Türkiye’nin Latin Amerika ve Karayipler açılımı kapsamında ne tür faaliyetler yapılmaktadır?

Türkiye, çok yönlü dış politikası çerçevesinde bölge ile ilişkilerini geliştirmek amacıyla özellikle son on yıllık dönemde bölge ülkelerine yönelik daha aktif bir dış politika izlemeye başlamıştır. Bu bağlamda, ülkemizin Latin Amerika ile ilişkilerinin nasıl ve hangi alanlarda geliştirilebileceğinin tespit edilmesi amacıyla 1998 yılında bölgedeki Büyükelçilerimizin, bölge ülkelerinin Türkiye’deki Fahri Konsoloslarının ve Türk özel ve kamu sektörü temsilcilerinin katılımıyla Bakanlığımızda düzenlenen bir dizi toplantı neticesinde “Latin Amerika ve Karayipler Eylem Planı” hazırlanarak uygulamaya konmuştur. Sözkonusu plan bölgeye açılımımızın yol haritasını teşkil etmektedir.

Eylem Planı 2006 yılında güncellenmiş ve aynı yıl ülkemizde Latin Amerika ve Karayipler Yılı ilan edilmiştir.

Temsil Durumu: Bölge ülkeleriyle karşılıklı diplomatik temsilin artırılması konusunda ilerlemeler kaydedilmektedir. Bu çerçevede, Brazilya, Meksiko, Buenos Aires, Santiago, Karakas ve Havana Büyükelçiliklerimize ilaveten Bogota ve Lima Büyükelçiliklerimiz 2010 yılında, Kito Büyükelçiliğimiz 2012, Santo Domingo Büyükelçiliğimiz 2013, Panama ve San Hose Büyükelçiliklerimiz 2014 ve son olarak Guatemala Büyükelçiliğimiz 2015 yılında faaliyete geçmiş, böylelikle bölgedeki Büyükelçiliklerimizin sayısı 13’e ulaşmıştır. Sao Paolo Başkonsolosluğumuz 2009’dan beri faaldir. Hâlihazırda ülkemizde 11 bölge ülkesinin Büyükelçiliği bulunmaktadır.

İkili İlişkiler ve Üst Düzey Ziyaretler: Bölge ülkeleri ile aramızdaki ikili ziyaretler özellikle son beş yılda ivme kazanmıştır. 2010 yılında dönemin Başbakan’ı Sayın Recep Tayyip Erdoğan Brezilya’yı ziyaret etmiş, iki ülke arasında “Stratejik Ortaklık Eylem Planı” imzalanmıştır. Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rousseff’in 2011’de ülkemize yaptığı ziyaret sırasında ise “Türkiye-Brezilya: Dinamik bir Ortaklık için Stratejik Perspektif” başlıklı ortak bir bildiri kabul edilmiştir. 2011 yılında Arjantin eski Devlet Başkanı Cristina Fernandez de Kirchner ülkemizi ziyaret etmiştir. 2012 yılında dönemin Şili Devlet Başkanı Sebastian Pinera, Ekvator Devlet Başkanı Rafael Correa ve Kolombiya Devlet Başkanı Juan Manuel Santos ülkemizi ziyaret etmişlerdir. 2013 yılında Meksika Devlet Başkanı Enrique Peña Nieto ülkemizi ziyaret etmiş ve ziyaret sırasında imzalanan Türkiye-Meksika 21. Yüzyıl için Stratejik İşbirliği ve Ortaklık Çerçevesi isimli bildiriyle Meksika bölgede ilişkilerimizi stratejik seviyeye taşıdığımız ikinci ülke olmuştur. Sayın Cumhurbaşkanımız 2015 Şubat ayında Küba, Kolombiya ve Meksika’yı içeren bir bölge ziyareti gerçekleştirmiştir. Sözkonusu ziyaret 20 yıllık aradan sonra Cumhurbaşkanı düzeyinde bölgeye gerçekleştirdiğimiz ilk ziyaret olmuştur. Sayın Cumhurbaşkanımızın 2016 Şubat ayındaki bölge ziyareti ise Şili, Peru ve Ekvator’u kapsamıştır.

Ekonomik İlişkiler: 6 trilyon Dolar’ı aşan GSYİH’sı ve 1,72 trilyon Dolara ulaşan toplam ticaret hacmi ile Latin Amerika ve Karayipler, 2000’li yıllarda önemli oranda yabancı yatırım çekmeye başlamıştır. 2015 yılında bölgeyle ticaret hacmimiz yaklaşık olarak 8 milyar Dolara ulaşmış olup, bu son 5 yılda yaklaşık %60 oranında bir artışa tekabül etmektedir.

Bölgede 2015 yılında ticaret hacmimizin en yüksek olduğu ülke, 2,253 milyar ABD Doları ile Brezilya olmuştur. Brezilya’yı, 1,311 milyar Dolar ile Kolombiya, 1,205 milyon Dolar ile Meksika, 471 milyon ABD Doları ile Şili ve 353 milyon Dolar ile Arjantin izlemektedir.

Halihazırda Şili’yle Serbest Ticaret Anlaşması (STA) imzalanmış, Meksika, Kolombiya, Ekvator ve Peru’yla STA müzakereleri sürdürülmektedir. Orta Amerika Entegrasyon Sistemi (SICA) ile de STA müzakereleri başlatmak için başvurumuz iletilmiştir. Güney Pazarı (MERCOSUR)’la STA istişareleri için istikşafi görüşmeler gerçekleştirilmiştir.

THY, bölgede Buenos Aires ve Sao Paulo’ya doğrudan uçuşlar gerçekleştirmektedir.

İnsani ve Kalkınma Yardımları: TİKA vasıtasıyla yürütülen kalkınma işbirliği bölge ülkeleriyle ilişkilerimizin önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. TİKA 2014 yılında 16 bölge ülkesine teknik ziyaretler gerçekleştirerek proje önerileri temin etmiştir. Bu öneriler doğrultusunda, birçok proje başlatılmış, önemli bir kısmı ise tamamlanmıştır. TİKA ilk Bölgesel Koordinasyon Ofisi’ni 2015 yılında Meksika’da açmış olup, ikinci bir ofisin Bogota’da faaliyete geçmesi konusunda çalışmalar son aşamaya gelmiştir.

TİKA projelerine ilaveten, ülkemiz CARICOM Kalkınma Fonu’na, Amerikan Devletler Örgütü (Organization of American States-OAS)’ne, Karayip Devletleri Birliği’ne (Association of Caribbean States-ACS) ve Orta Amerika Entegrasyon Sistemi (Sistema de la Integración Centroamericana-SICA)’ne de gönüllü katkıda bulunmaktadır.

Bölgesel Kuruluşlarla İlişkiler: LAK ülkeleriyle temaslarımız için önemli platformlar sunan bölgesel örgütlerden, Pasifik İttifakı, Karayip Devletler Birliği (ACS) ve ayrıca serbest ticaret anlaşması imzalamak istediğimiz Orta Amerika Entegrasyon Sistemi (SICA)’ne gözlemci üyeliğimiz bulunmaktadır. Bölge parlamenterlerini çatısı altında toplayan PARLATINO, BM Latin Amerika ve Karayipler Ekonomik Komisyonu (ECLAC) ve Doğu Karayip Devletler Birliği (OECS)’ne gözlemci üyelik başvuruları yapma kararı alınmıştır. Latin Amerika ve Karayip Devletleri Topluluğu (CELAC), Karayip Topluluğu (CARICOM) ve Güney Pazarı (MERCOSUR) ile istişare mekanizmamız mevcuttur.

Askeri İşbirliği: Meksika, Kolombiya, Şili ve Brezilya’da dört askeri ataşeliğimiz faaliyet göstermektedir. Ülkemizde de Şili, Meksika, Peru ve Brezilya’nın Askeri Ataşelikleri vardır.

Kültürel ve Bilimsel İşbirliği: Ankara Üniversitesi ile Havana Üniversitesi arasındaki işbirliği çerçevesinde, 2013 yılında Havana Üniversitesi bünyesinde Türk Tarih ve Kültür Merkezi kurulmuştur. Kito’daki Ekvator Merkez Üniversitesi’nde Türkoloji bölümü açılmasına ilişkin çalışmalar ise halihazırda devam etmektedir. Bogota’da kain Ulusal Üniversite’de Türk Tarihi ve Kültürü ile Türkçe dersleri verilmektedir.

2009 yılından beri faaliyet gösteren Ankara Üniversitesi Latin Amerika Araştırma ve Uygulama Merkezi bölge ile olan ilişkilerimizin kültürel ve akademik boyutuna önemli katkıda bulunmaktadır.

Ayrıca, Bahçeşehir Üniversitesi’nde Amerikan Araştırmaları Merkezi kurulmuş ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi bünyesinde 2011 yılında Latin ve Kuzey Amerika Çalışmaları Yüksek Lisans Programı başlatılmıştır.

Latin Amerika ve Karayip bölgesinden öğrencilere burs sağlanması bölgeyle ilişkilerimizde önemli bir yere sahiptir. Hâlihazırda 188 Latin Amerikalı öğrenci Türkiye Burslarından faydalanmaktadır.

2014 yılında TÜBİTAK ve Meksika Ulusal Bilim ve Teknoloji Kurumu (CONACYT) arasında imzalanan Bilim ve Teknolojide İşbirliği Mutabakat Zaptı” çerçevesinde, 2015 Haziran ayında Meksiko’da Bilim ve Teknoloji Ortak Komite toplantısı düzenlenmiştir. Sözkonusu toplantıya, birçok bilim adamı katılmış; sağlık, nanoteknoloji ve enerji alanında çalışmalar yürütülmüştür.

Ülkemizce Myanmar’a yapılan yardımlar nelerdir?

Ülkemizde Myanmar’a yönelik kapsamlı bir yardım programı bulunmaktadır. 2012 Kasım ayından bu yana ülkemiz tarafından TİKA, Türk Kızılayı ve AFAD aracılığıyla Myanmar’a yapılan insani yardımların tutarı yaklaşık 6 milyon Dolar’dır.

Binlerce Rohingalı ve Bengalinin Myanmar ve Bangladeş'ten insan kaçakçıları tarafından 2015 yılı Mayıs ayında Malezya, Endonezya ve Tayland'a götürülmek istenirken Andaman Denizi’nde teknelerde mahsur kalması üzerine, denizde yaşam mücadelesi veren insanların korunması ve güvenle karaya çıkmalarının kolaylaştırılmasına yönelik acil önlemlerin alınması için ülkemizce uluslararası kuruluşlar ve bölge ülkeleri nezdinde en üst düzeyde girişimde bulunulmuştur. Bu kapsamda, IOM ile UNHCR tarafından yürütülmekte olan insani yardım faaliyetlerine destek olmak amacıyla 2015 yılı Ağustos ayında toplam 1 milyon ABD Doları tutarında katkı sağlanmıştır.

2012 yılında meydana gelen çatışmalar nedeniyle yaşadıkları bölgeyi terk etmek zorunda kalan Rohingaların eski yerleşim yerlerine dönmeleri için ihtiyaç duyulan konutların yapımına ilişkin projeye 16 Eylül 2015 tarihinde başlanmış olup, ülkemiz proje çerçevesinde üç binden fazla aile için inşa edilen konutların inşasına katkıda bulunmaktadır.

Türkiye’nin Uluslararası Toplumun Terörle Mücadele Çabalarına Katkıları nelerdir?

Türkiye, FETÖ'den etnik bölücü PKK’ya, aşırı solcu terör örgütü DHKP-C’ye, El Kaide ve DEAŞ gibi dini istismar eden terör gruplarından “17 Kasım” ve ASALA gibi terör örgütlerine kadar, terörizmin farklı biçimleriyle mücadele etmektedir.

Türkiye için terörle mücadelede uluslararası işbirliği hiçbir zaman bir söylemden ya da akademik bir ilgiden ibaret olmamıştır. Türkiye’yi hedef alan terör grupları ülkemizin sınırlarının dışında teröristler için eğitim kampları kurmakta, fon toplamakta ve medya organları yoluyla propagandalarını yapabilmektedirler. Terör örgütlerinin liderleri, terör suçlarının failleri, hamileri ve finansörleri Türkiye dışında serbestçe dolaşabilmektedirler.

Bu tehdide karşı uzun yıllardır verdiğimiz mücadeleden çıkarılan temel derslerden biri uluslararası düzeyde somut işbirliği olmadan, terörle mücadelede başarılı olunamayacağıdır.

Bu anlayıştan hareketle Türkiye, uluslararası toplumun terör tehdidine karşı farkındalığını artırma çabalarında her zaman ön planda olmuştur. Daha etkin terörle mücadele mekanizmalarının oluşturulmasını teminen, gerek ikili planda, gerek çeşitli uluslararası platformlarda ciddi çaba göstermiştir.

Türkiye, bu çabalarında şu hususları vurgulamaktadır:

- Terör, uluslararası barış ve güvenliğe yönelik büyük bir tehdit teşkil etmektedir ve motivasyonu ne olursa olsun; nerede, ne zaman ve kim tarafından işlenirse işlensin hiçbir terör faaliyeti meşru görülemez.

- Teröristlerin barınmasının önlenmesi için “iade et veya yargıla” prensibi temelinde devletler arasındaki işbirliği artırılmalıdır.

- Uluslararası toplum, terör örgütleri arasında ayırım gözetmemelidir ve terör gruplarının, üyelerinin ve eylemlerinin önlenmesinde, sindirilmesinde, takibinde ve yargılanmasında aynı kararlılıkla hareket edilmelidir.

- Terörü herhangi bir din ya da etnik grupla ilişkilendirmek tamamen yanlıştır ve teröristlerin amaçlarına hizmet etmektedir.

Son dönemde artan terör tehdidi uluslararası işbirliğinin önemini daha da ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda, günümüzde uluslararası toplum emsali bulunmayan ölçekte bir tehditle karşı karşıya bulunmaktadır. Terör örgütleri küreselleşmekte, çok daha büyük ölçekte kayıplara yol açabilecek şiddet kapasitesine ulaşmakta, gelişen sosyal medya imkanları sayesinde kendi söylemlerini yayma ve gençleri şiddete teşvik etme yeteneklerini arttırmaktadırlar. Dünyanın herhangi bir bölgesinde, sadece yanlış zamanda yanlış yerde bulunan insanları ayırt etmeden hedef alan bir terör saldırısının gerçekleşmediği bir gün neredeyse yok gibidir. Yabancı Terörist Savaşçılar fenomeni bu endişe verici gerçeğin bir tezahürüdür.

Bu büyüyen tehditle başa çıkabilmek için, etkin, çabuk ve eşgüdüm halinde küresel yanıtlar verilmesi zaruridir.

Öte yandan, bu sınır ötesi tehdide karşı uluslararası dayanışma ve müşterek yeteneklerin de kaydadeğer bir şekilde geliştiğinin vurgulanmasında fayda görülmektedir. Bu çabalarda, uluslararası toplumu temsil yeteneğine sahip tek evrensel örgüt olan, ayrıca terörizmle mücadelenin çeşitli boyutlarını bütüncül bir yaklaşımla ele alma kapasitesini haiz Birleşmiş Milletler merkezi bir rol oynamaktadır.

Terör eylemlerini cezalandıran ve üye devletleri terörün çeşitli boyutlarıyla mücadelede işbirliğine zorlayan küresel hukuki bir çerçevenin olması çok önemlidir. Bugüne kadar, teröre karşı spesifik terör eylemleri ile ilgili onsekiz uluslararası belge uygulamaya konmuştur.

Buna ek olarak, Güvenlik Konseyi özellikle 1267 ve 1373 gibi kararlar ve bu kararların uygulanması amacıyla oluşturduğu farklı Komiteler yoluyla terörle mücadelede aktif bir rol üstlenmiştir.

Aynı zamanda, Birleşmiş Milletler sistemine ait birçok program, ofis ve ajans teröre karşı belli aktivitelerde yer almak suretiyle üye ülkelerin etkin terörle mücadele kapasitesi inşa etmelerine yardımcı olmaktadır.

2006 yılında kabul edilen Birleşmiş Milletler Terörle Mücadele Stratejisi de önem taşımaktadır. Dört temel dayanak üzerine kurulu olan Strateji, Birleşmiş Milletler Üye Devletlerinin; kim tarafından, nerede ve hangi amaçla olursa olsun terörizmle mücadele için ortak bir strateji ve operasyonel bir çerçeve üzerinde anlaştığı ilk örneği teşkil etmektedir.

Türkiye, Birleşmiş Milletler sistemi altında evrensel bir hukuki çerçevenin geliştirilmesinde aktif bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda Türkiye, tüm BM terörle mücadele araçlarına taraf olmuştur. Küresel Strateji’yi güçlü bir şekilde desteklemekte ve BM Güvenlik Konseyi kararlarını azimle uygulamaktayız.

Türkiye ayrıca, ABD ile birlikte Terörle Mücadele Küresel Forumu (TMKF) girişiminde bulunmuş ve sözkonusu organa 2011 yılından bu yana eşbaşkanlık etmiştir. Türkiye, TMKF içerisinde AB ile birlikte Afrika Boynuzu Çalışma Grubu’nun da eşbaşkanlığını yürütmektedir.

Türkiye, Anti DEAŞ Koalisyonu’nun aktif bir üyesidir ve koalisyon içerisindeki YTS çalışma grubuna eşbaşkanlık etmektedir.

Türkiye, küresel bir karapara aklama karşıtı ve terörizmin finansmanıyla mücadele organı olan Mali Eylem Görev Gücü’nün (FATF) de bir üyesidir. Türkiye, FATF tavsiyelerine bütünüyle riayet etmek için terörizmin finansmanıyla mücadele konusunda mevzuatını ve uygulamalarını sürekli gözden geçirmektedir. Türkiye ayrıca, FATF bünyesinde ABD ile birlikte, 2015 yılında DEAŞ’ın finansmanına ilişkin bir rapor hazırlamıştır. Türkiye’nin finansal istihbarat birimi olan Mali Suçları Araştırma Kurulu (MASAK) ulusal düzeyde savcılar ve kolluk kuvvetleri ile işbirliği ve eşgüdüm içerisinde faaliyet göstermektedir. MASAK ayrıca, EGMONT Grubu aracılığıyla diğer finansal istihbarat birimleri ile işbirliği içerisindedir ve FATF’in çalışmalarına aktif olarak katkı sağlamaktadır. Türkiye, terörizmin finansmanını cezalandıran ve teröristlerin mal varlığını donduran 1267 ve 1373 sayılı BMGK kararlarının etkin bir şekilde uygulanması için FATF tavsiyeleri ile uyum içerisinde hukuki bir çerçeve hazırlamıştır.

Türkiye, terörle mücadele alanında dünya genelinde 70’i aşkın ülke ile ikili anlaşmalar imzalamıştır.Bu anlaşmalar, terör örgütleri de dahil olmak üzere yasadışı yapılanmalara karşı ikili işbirliği ve muadil kurumlar arasında bilgi paylaşımı için yasal bir zemin teşkil etmektedir.

Türkiye, dünya genelinde birçok ülkenin terörle mücadele kapasite-geliştirme programlarının da aktif bir destekçisidir. İçişleri Bakanlğı Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde 1986 yılında kurulan Terörle Mücadele Dairesi Başkanlığı, 2011 yılında oluşturulan Terörle Mücadele Akademisi (TEMAK) aracılığıyla çeşitli ülkelerle karşılıklı işbirliği çerçevesinde eğitimler düzenleyerek terörle mücadelede uluslararası işbirliğinin kurulmasına yönelik ciddi bir katkı sağlamaktadır. TEMAK tarafından sağlanan uluslararası eğitim programları; terörle mücadele temel eğitimi, terörizme yol açan radikalleşme süreci ve önleme yöntemleri, terörle mücadelede bilgilendirme ve önleme faaliyetleri, dini istismar eden terör örgütleri ile mücadele, terör eylemlerinde kriz yönetimi, intihar saldırıları ve önleme, soruşturma süreci, terörizmin finansmanı ile mücadele gibi konuları kapsamaktadır. Türk Milli Polisi kanun uygulama alanında da eğitim programları düzenlemektedir. 1997-2015 yılları arasında Türk Milli Polisi 62 ülkeden yaklaşık 26.000 kolluk kuvvetleri mensubuna eğitim vermiştir.

Türkiye'nin Yabancı Terörist Savaşçılarla mücadelesi hakkında bilgi verir misiniz?

1. BM Güvenlik Konseyi 1267(1999) ve 1989(2011) sayılı kararları çerçevesinde kişi ve oluşumlara ilişkin terör listesine DEAŞ ve El Nusra Cephesinin dahil edilmesi üzerine, esasen ülkemiz tarafından 2005 yılında eski isimleri altında terör örgütü olarak tanıdığımız DEAŞ, El Nusra Cephesi’yle birlikte 10 Ekim 2013 tarih ve 2013/5428 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla yeni adlarıyla da terör örgütleri olarak kabul edilmiştir.

2. BM Güvenlik Konseyi yabancı terörist savaşçı (YTS) tehdidi karşısında 2014 yılnda harekete geçmiş, bu kapsamda 2170(2014), 2178(2014) ve 2199(2015) sayılı Konsey kararlarını almıştır. Irak ve Suriye’deki DEAŞ unsurları içerisinde 100’ü aşkın ülkeden 25.000 civarında yabancı terörist savaşçının bulunduğu BM Güvenlik Konseyi belgelerinde kayıtlıdır.

YTS sorunu bağlamında özellikle kaynak ülkelerin daha fazla sorumluluk üstlenmelerinin icap ettiği, kaynak ülkelerin YTS’leri ülkelerinde tespit ederek ülke dışına çıkışlarına izin vermemeleri lazım geldiği ve daha fazla bilgi paylaşımında bulunmaları zarureti her vesileyle hatırlatılmaktadır.

3. Ülkemizin YTS’lerle mücadele bağlamında aldığı tedbirlerden bazıları şu şekilde sıralanabilir:

-2011 yılından 2016 Şubat ayına kadar ülkemizce, 37.000’i aşkın (37.121) kişiye yurda giriş yasağı konulmuştur.

-Keza, terör örgütleriyle ilişkisi olduğundan şüphelenilen ve yasadışı yollarla ülkemize giriş yapan yabancılar ilgili kurumlarımızca tespit edilerek tutuklanmakta ve sonrasında sınır dışı edilmektedir. Bu kapsamda Şubat 2016 itibariyle, 3.000’den fazla kişi (3.128) makamlarımızca sınır dışı edilmiştir.

-Çeşitli havalimanı ve otobüs terminallerinde kurulan Risk Analiz Gruplarınca (Şubat 2016 itibariyle) 7.500 yabancı kontrol edilmiş, 5.000’den (5.734) fazla yabancı mülakata alınmış ve bunlardan 1.700’den (1.745) fazlasının ülkemize girişine izin verilmemiştir.

-Güvenlik güçlerimizin son dönemde yürüttüğü operasyonlar çerçevesinde DEAŞ ile ilişkileri nedeniyle (4 Mart itibariyle) 1.030’u yabancı uyruklu toplam 2.433 kişi gözaltına alınmış, 808 kişi ise tutuklanmıştır.

-Türkiye Suriye 911 kilometrelik sınırında fiziksel güvenlik önlemlerini artırmıştır. Bu çerçevede, 81 Milyon Dolara mal olması beklenen “Suriye sınırı fizisel güvenlik sistemi” çerçevesinde inşa edilmesi öngörülen 192 kilometrelik duvarın 93 kilometrelik kısmı tamamlanmıştır. Bunun yanısıra, ölgesinde sınır devriyesinin sayısı artırılmış, 375.6 kilometre hendek kazılmış, 153,3 kilometre dikenli tel örgü çekilmiş, 422.630 metre boyunca 50 metre arayla sınır aydınlatması yerleştirilmiş, 79.500 kilometre toprak set yapılmış ve 1.217 kilometre sınır devriye yolu iyileştirilmiştir.

4.Türkiye terörizm ve YTS’lerle mücadele konusunda uluslararası platformlardaki girişimlere katılmakta ve öncülük etmektedir. Bu kapsamda;

- Ülkemiz ile ABD arasında Yabancı Terörist Savaşçılara ilişkin bilgilerin değiştirilmesi amacıyla ABD ile 12 Mart 2015 tarihinde önce bir Niyet Beyanı imzalanmış, daha sonra 3 Haziran 2015 tarihinde ülkemiz ile ABD arasında “Terörizm Tarama Bilgilerinin Alışverişine İlişkin Düzenlemeyi İçeren Niyet Mektubu” imzalanmıştır.

-ABD ile eş-başkanlığını üstlendiğimiz Terörizmle Mücadele Küresel Forumu’ndaki bu görevimiz 2016 Mayıs ayına kadar devam edecektir.

-Ülkemiz DEAŞ’la Mücadele Uluslararası Koalisyon çerçevesinde kurulan 5 çalışma grubundan Yabancı Terörist Savaşçılar çalışma grubunun eş-başkanlığını Hollanda ile yürütmektedir. İlk çalışma grubu toplantısı 7 Nisan’da İstanbul’da, ikincisi 9 Haziran’da Lahey’de yapılmıştır.

- DEAŞ ile Mücadele Uluslararası Koalisyonu ile TMKF YTS Çalışma Grupları Ortak Toplantısı 11 Ocak 2016 tarihinde Lahey’de düzenlenmiş olup, sözkonusu toplantıya İçişleri Bakanlığımız, Bakanlığımız ve ilgili kurumlarımızın temsilcilerinden oluşan bir heyet katılmıştır.

-Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin YTS konusundaki 2178 ve DEAŞ’ın finansmanına ilişkin 2199 sayılı kararlarına tarafımızdan sponsor olunmuş ve bu çerçevede BM tarafından hazırlanan raporlara ülkemizce katkı sağlanmıştır. Ayrıca, Ülkemiz ve ABD eş-başkanlığında DEAŞ’ın finansmanına ilişkin bir FATF Tipoloji çalışması sonuçlandırılmıştır.

-YTS’lerin finansal profilinin ortaya konulması ve YTS’ler aracılığıyla terör örgütlerine para transferinin önlenmesi amacıyla belirli ülkelerin mali istihbarat birimleri arasında çok taraflı bilgi paylaşımı ve işbirliğini öngören “EGMONT” Grubu’nun çalışmalarına tarafımızca katılım sağlanmaktadır.

PKK nedir?

PKK bir terör örgütüdür. Avrupa ülkelerinin çoğu, ABD, Kanada ve Avustralya gibi birçok ülkenin terör örgütleri listesinde yer almaktadır. Avrupa Birliği de PKK’yı 2004 yılında terör örgütü olarak tanımıştır. Ayrıca, NATO’nun çeşitli belge ve açıklamalarında, PKK’ya terör örgütü olarak atıfta bulunmaktadır.

1984 yılındaki kuruluşundan on binlerce kişinin hayatını kaybetmesine neden olan terör örgütü PKK bir yandan Marksist-Leninist ve bir yandan da etnik ayrılıkçılık temelli bir ideolojiye sahiptir. Eylemlerinde sivil, asker, polis, kadın, çocuk ayrımı gözetmemekte, tedhiş duygusu yaratmaya çalışmaktadır. Terör örgütü, haraç, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi faaliyetlerde de bulunmaktadır.

PKK terör örgütü, başta ülkenin güneydoğusundakiler olmak üzere, Türkiye’nin turizm endüstrisi, ekonomik altyapısı, eğitim kurumları, sağlık tesisleri, kamu teşebbüsleri ile özel girişimleri hedef almaktadır. Bu kapsamda örgüt, altyapılar, tesisler, okullar ve ambulanslara saldırı düzenlemek, sağlık çalışanları ve gümrük görevlilerini kaçırmak gibi birçok yöntem kullanmaktadır. Bu yöntemlere ek olarak, PKK pusular ve suikastler düzenlemekte, örgütle işbirliği yapmayan sivilleri infaz etmekte, adam kaçırma eylemleri gerçekleştirmekte, şehir merkezlerinde de intihar bombacıları kullanarak, terör saldırılarına devam etmektedir.

Örgüt, 1998 yılına kadar Suriye’de güvenli melce bulmuştur. Daha sonra örgüt lideri Abdullah Öcalan, Suriye’den çıkarılmış, birkaç ay sonra da yakalanmış olup, hâlihazırda ülkemizde ömür boyu hapis cezasını çekmektedir.

2003 yılındaki Körfez Savaşının ardından Irak’ın kuzeyinde oluşan güç boşluğundan istifade eden PKK terör örgütü, Kandil Dağının etrafında militanlarını eğittiği ve saldırı gerçekleştirmek üzere ülkemize sızdırdığı çeşitli kamplar kurmuştur.

PKK, farklı kaynaklardan finansman sağlamaktadır. Çeşitli Avrupa ülkelerinde, örgüte karşı terörizmin finansmanı kapsamında devam eden soruşturma ve davalar mevcuttur. Önemli bir Avrupa ülkesinde, PKK’nın yasadışı faaliyetlerine ilişkin olarak açılan dava dosyası beş bini geçmiş durumdadır.

PKK örgütlü suç, yasadışı insan kaçakçılığı ve uyuşturucu kaçakçılığı faaliyetlerinde de bulunmaktadır. 14 Ekim 2009 tarihinde, ABD Hazine Bakanlığı Yabancı Varlıkların Kontrolü Ofisi, örgütün üst düzey yöneticilerinden Murat Karayılan, Ali Rıza Altun ve Zübeyir Aydar’ı önemli yabancı uyuşturucu kaçakçıları olarak belirlemiştir. Aynı ofis, 20 Nisan 2011 tarihinde ise, örgütün kurucularından Cemil Bayık ve Duran Kalkan ile birlikte bazı diğer üst düzey üyelerini, Yabancı Uyuşturucu Çetelerini Belirleme Yasası çerçevesinde Özel Olarak Belirlenmiş Uyuşturucu Kaçakçıları olarak ilan etmiştir.

PKK ile ilişkili kuruluşlar Avrupa’da demokratik hak ve özgürlükleri istismar etmektedir. Belli ülkelerde, PKK’nın finansmanı ile PKK ile ilişkili kuruluşlar ve şahıslar tarafından işlenen yasadışı eylemlere ilişkin olarak süren soruşturmalar mevcuttur. Bazı Avrupa ülkelerinde ise PKK’nın eylemleri hakkında devam etmekte olan davalar vardır. Europol tarafından yıllık olarak hazırlanan Terörizm Durum ve Eğilim (TESAT) raporları, PKK’nın özel şahıs ve şirketlerin yanısıra suç örgütlerinden de gelir elde ettiğini ortaya koymaktadır. PKK Avrupa ülkelerindeki gençleri sistematik olarak kadrolarına katmaya ve bu gençleri kamplarında eğitmeye devam etmektedir.

İran, Suriye ve Irak’ta PKK ile bağlantılı olan örgütler mevcuttur. Abdullah Öcalan’ın lideri olduğu KCK, PKK ile aynı örgüttür. KCK İran’da PJAK, Irak’ta Tavgari Azadi, Suriye’de de PYD/YPG olarak adlandırılmaktadır.

PYD/YPG’nin PKK ile ilişkisi açıktır. PYD/YPG 2003 yılında PKK terör örgütünün kontrolü altında kurulmuş olup, iki terör örgütü, aynı lider kadrosu, örgütsel yapı, strateji, taktik, askeri yapı, propaganda araçları, mali kaynaklar ve eğitim kamplarını paylaşmaktadır.

DHKP-C nedir?

DHKP/C (Devrimci Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi) (DHKP-C) bir terör örgütüdür. DHKP-C Türkiye’nin yanısıra, AB ve ABD tarafından da terör örgütü olarak belirlenmiştir.

DHKP-C 1978 yılında Devrimci Sol (Dev Sol) adıyla kurulmuş, örgüt içi mücadele sonucunda Dev Sol’un ayrılıkçı bir fraksiyonu olarak 1994 yılında DHKP-C adını almıştır. Marksist-Leninist bir ideolojiye sahiptir. Örgüt, Türkiye Cumhuriyeti Devletini şiddet ve cebir yöntemleriyle devirmeyi, ayrıca Türkiye’deki ABD ve NATO varlığına zarar vermeyi hedeflemektedir.

Örgütün kullandığı yöntemlere, suikast, intihar saldırıları, bombalı eylem ve silahlı saldırılar dahildir. .

Son dönemde örgüt tarafından gerçekleştirilen terör saldırıları arasında,

- 10 Ağustos 2015 tarihinde ABD Başkonsolosluğuna saldırı,

- 31 Mart 2015 tarihinde İstanbul Adliyesinde Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın şehit edilmesi,

- 1 Şubat 2013 tarihinde bir Türk güvenlik görevlisinin yaşamını yitirdiği üç kişinin yaralandığı ABD Büyükelçiliğine bombalı saldırı bulunmaktadır.

DHKP-C, Avrupa ülkelerinde çeşitli dernek, kültür merkezi ve basın-yayın organı vasıtasıyla propaganda yapma, eleman temin etme ve finansal gelir sağlama gibi faaliyetlerini sürdürmektedir.

FETÖ ile Mücadelenin Temel Esasları Nelerdir?

15 Temmuz 2016 gecesi maruz kaldığımız ve Türk halkının demokrasisine kahramanca sahip çıkması suretiyle bertaraf edilen hain darbe girişimi, terörizmin daha önce tecrübe edilmemiş yeni bir yüzünü ortaya çıkarmıştır.

15 Temmuz darbe teşebbüsünün ardından, bu hain kalkışmanın faili olan FETÖ’yle mücadele Bakanlığımızın en önemli önceliklerinden birini oluşturmaktadır.

Hiçbir ahlaki ve hukuki sınır tanımayan bu terör örgütünün faaliyet gösterdiği diğer ülkelerde de siyasi nüfuz ve ekonomik güç elde etme çabaları ortadadır. Türkiye’de izledikleri taktikleri diğer ülkelerde de uygulamaktadırlar. Dolayısıyla Fetullah Gülen ve onun liderlik ettiği bu yeni nesil terör örgütünün sadece Türkiye için değil, faaliyet gösterdiği bütün ülkeler bakımından bir ulusal güvenlik tehdidi olduğunu görmekteyiz.

Bu tehdide dikkat çekmek amacıyla Bakanlığımız uluslararası kamuoyu nezdinde yoğun çabalarını sürdürmektedir.

Çabalarımız, FETÖ bağlantılı okulların, vakıf ve derneklerin, kapatılması/devredilmesi, örgütle iltisaklı şahısların yurtdışında hareket alanı bulmalarının ve adaletten kaçmalarının engellenmesi noktalarında
yoğunlaşmaktadır.

Ayrıca, bu terör yapılarının Türk, Türkiye isimleri ve Türk bayrağımızı kullanmalarına müsaade edilmemesi amacıyla girişimlerimiz sürdürülmektedir.

FETÖ’nün gerçek yüzünün yabancı kamuoylarına aktarılması amacıyla, http://www.15.07.gov.tr/

adresli bir web sitesi oluşturulmuştur.

Çabalarımız neticesinde somut sonuçlar alınmaya başlanmıştır. Çeşitli ülkelerdeki FETÖ okulları ve diğer unsurları kapatılmış/devredilmiş veya yasaklanmış, mensupları sınırdışı edilmiştir. İİT başta olmak üzere bazı uluslararası örgütler FETÖ’yü terör örgütü olarak tanıyan kararlar almışlardır. FETÖ iltisaklı dernek ve vakıfların BM nezdindeki istişari statüleri iptal edilmiştir.

 

Türkiye'nin uyuşturucu kaçakçılığı ile mücadelede genel yaklaşımı nedir?

1. Uyuşturucu kaçakçılığı, ülke sınırlarını aşan, bölgesel ve uluslararası düzeyde bir suç türü haline gelmiş bulunmaktadır. Bağımlı sayısında dünya çapında artış olması, uyuşturucu kaçakçılığındaki yüksek kâr payı, terörist örgütlerin bu kardan artan ölçüde pay alma arayışına yönelmeleri ve teknolojik gelişmeler, uyuşturucu üretimi ve kaçakçılığını hızlandırmış ve sorunu küresel düzeyde kapsamlı mücadeleyi gerektiren, başlıca bir sınama haline getirmiştir. Bu haliyle, uyuşturucu probleminin çözümünün uluslararası işbirliğini gerektiren ortak bir sorumluluk olduğu açıktır. Türkiye konuya bu anlayışla yaklaşmakta ve ulusal düzeydeki çabalarının yanısıra, bölgesel ve küresel düzeyde işbirliğinin pekiştirilmesine yönelik çabalara kuvvetle destek olmaktadır.

Türkiye’nin coğrafi konumu nedeniyle uyuşturucu kaçakçıları tarafından Asya kökenli uyuşturucuların Avrupa’daki uyuşturucu piyasalarına ulaştırılmasında transit güzergahı olarak kullanılmaya çalışılması, ülkemizin uluslararası planda bu sorunla mücadelede önemli bir işlev üstlenmesine yol açmıştır. Filhakika, ülkemizin kaçakçılık şebekelerine karşı yürüttüğü başarılı mücadele ve uyuşturucuların ülkemizi transit geçmesine müsamaha göstermeyen kararlı tutumu uluslararası planda takdirle karşılanmaktadır. Bu alanda gerçekleştirilen operasyonlar, çökertilen kaçakçılık şebekeleri ve ele geçirilen yüksek miktarda uyuşturucular, tacirlerin alternatif güzergah arayışına girmelerine neden olmuştur.

2. Türkiye, başta 1961 Tek Sözleşmesi, 1971 Psikotrop Maddeler Sözleşmesi, 1988 BM Uyuşturucu ve Psikotrop Maddelerin Kaçakçılığı ile Mücadele Sözleşmesi ve 1961 Tek Sözleşmeyi tadil eden 1972 Protokolü olmak üzere ilgili bütün anlaşmalara taraftır.

3.Türkiye, 80’e yakın ülke ile uyuşturucuyla mücadele alanında işbirliğine dair hükümler de içeren 100’ün üzerinde belge imzalanmış bulunmaktadır.

4. Ülkemiz uyuşturucu alanında uluslararası işbirliğini sağlamakla yükümlü olan kuruluşların çalışmalarına da her aşamada önemli katkılarda bulunmaktadır.

- BM Uluslararası Uyuşturucu ve Suç Ofisi (United Nations Office for Drugs and Crime-UNODC) ile yakın bir işbirliği yürütülmektedir. Türkiye, UNODC’ye yapmakta olduğu gönüllü katkıları yıllık 800.000,- ABD Dolarına çıkartarak, Ofise en çok katkıyı sağlayan ülkelerin arasında yer almaktadır.

- Türkiye ayrıca, Avrupa Konseyi çerçevesinde oluşturulan ve “Pompidou Grubu” olarak anılan, üye ülkelerin uyuşturucuyla mücadeleden sorumlu üst düzey görevlilerinin katıldığı istişare ve eşgüdüm mekanizmasına dahil olup, çalışmalarına etkin biçimde katılmaktadır.

- Güneydoğu Avrupa Kanun Uygulama Merkezi, (SELEC) Sınıraşan Suçlarla Mücadele Merkezi, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT), Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (KEİ) gibi bölgesel kuruluşlar bünyesinde uyuşturucu ile mücadele amacı ile yapılan çalışmalarda da Türkiye’nin bilgi ve deneyimlerinden yararlanılmaktadır.

5. Ülkemizin UNODC ile işbirliği çerçevesinde, Ankara’da uyuşturucu ve örgütlü suçlarla mücadele alanında eğitim vermek üzere “Türkiye Uluslararası Uyuşturucu ve Organize Suçlarla Mücadele Akademisi” kurulmuştur. Akademinin Eğitim Merkezi bölümünde, ülkemizdeki ilgili kurumların temsilcilerine ilaveten, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü ve Balkan ülkeleri ile Türkiye’nin ikili işbirliği anlaşması imzaladığı ülkelerin kanun uygulayıcı birimlerine, uyuşturucu maddelerin yasadışı üretimi, kullanımı, kaçakçılığı ve örgütlü suçlarla mücadele konularını kapsayan geniş bir müfredat temelinde eğitim verilmektedir.

TADOC, bölgemizin ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenen eğitim programları, uluslararası uzmanların da katılımıyla zenginleştirilen deneyimli kadrosu ve sahip olduğu modern tesisleri ile bölgenin anılan suçlara karşı akademik mücadele veren tek kurumudur.

6. Türkiye, merkezi Lizbon’da bulunan Avrupa Birliği Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığını İzleme Merkezi’ne (EMCDDA) katılma kararı almıştır. Katılım Anlaşması 26 Ağustos 2004 tarihinde Ankara’da parafe edilmiş olup, 30 Ekim 2007 tarihinde imzalanmıştır. Uygun bulma yasası ise 12 Temmuz 2012 tarihinde yürürlüğe girmiştir. EMCDDA Katılım Anlaşması ile teati edilen Notaların onaylanmasına ilişkin 23/08/2013 tarih ve 2013/5323 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı, 08/10/2013 tarih ve 28789 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanmış olup, EMCDDA Katılım Anlaşmasının iç hukuk onay süreci tamamlanmıştır. Ayrıca, Söz konusu Anlaşmanın TBMM tarafından uygun bulunması ile birlikte Türkiye, bir AB Kurumu olan EMCDDA’nın çalışmalarına tam olarak katılabilme olanağını elde etmiştir.”

EMCDDA Ulusal Temas Noktası görevi Emniyet Genel Müdürlüğü KOM Daire Başkanlığı’na bağlı olarak kurulan TUBİM (Türkiye Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi tarafından yürütülmektedir. Türkiye, 2006 yılından itibaren EMCDDA Temas Noktası eşgüdümünde hazırlanan yıllık Ulusal Uyuşturucu Raporunu EMCDDA ile paylaşmaktadır.

7. Türkiye, uyuşturucu kaçakçılığıyla mücadelenin dünya uyuşturucu sorununun sadece bir parçası olduğunun bilincindedir. Yasadışı uyuşturucu madde ekimi ve uyuşturuculara yönelik talep yüksek olduğu sürece, bu sorunla mücadelede başarı sağlamak güçtür. Bu çerçevede Türkiye, uyuşturucuların arz ve talebiyle mücadelede dengeli bir yaklaşım benimsenmesi gerektiği görüşünü paylaşmaktadır.

Ülkemizde uyuşturucu madde kullanımı durumunun değerlendirmesi amacıyla, BM Uyuşturucu Denetim Programı (UNDCP) Sekretaryası tarafından hazırlanan “Türkiye’de Uyuşturucu Kullanımının Durumu ve Kapsamının Değerlendirilmesine İlişkin Ulusal Çalışma (National Study on Assessment of the Nature and Extent of Drug Abuse in Türkiye)” başlıklı proje yürütülmüştür. 2011 yılında EMCDDA temas noktası TUBİM tarafından Genel Nüfusta Madde Kullanım Araştırması başlatmıştır. Sözkonusu araştırmanın sonuçları TUBİM tarafından yayımlanan 2011 Türkiye Uyuşturucu Raporu’nda yer almaktadır.

8. Terörizmin başta uyuşturucu kaçakçılığı olmak üzere, çeşitli örgütlü suçlar vasıtasıyla finanse edildiği tüm platformlarda kabul edilen bir olgudur. Bu çerçevede, başta PKK olmak üzere, terör örgütlerinin gelirlerinin büyük bölümünün, özellikle Avrupa ülkelerine yönelik olarak gerçekleştirilen uyuşturucu madde kaçakçılığından elde edildiği bilinen bir husustur. Avrupa’da yaygın örtülü bir suç ağı ve paravan kuruluşları olan PKK, uyuşturucuların sokaktaki satışını da kontrol etmektedir. PKK’nın uyuşturucu kaçakçılığı dahil örgütlü suçlarla iştigal ettiği Europol’ün 2013 TESAT raporunda da vurgulanmaktadır.

Ülkemizde halihazırda “Uyuşturucu ile Mücadele Ulusal Strateji Belgesi” ve “Uyuşturucu ile Mücadele Ulusal Eylem Planı” yürürlükte bulunmaktadır.

Mezkur iki Belge uyuşturucu ile mücadele kapsamında mevcut durumu ortaya koymakta, yapılacak çalışmaların amaç, hedef ve stratejilerini belirlemektedir.

Belgeler,

- Ulusal ve uluslararası boyutta kaçakçılık, üretim, kullanım, dağıtım ve sokak düzeyinde satışın engellenmesi, bu amaçla Narkotimlerin kurulması,

- Uyuşturucu madde kullanımının zararlı etkileri konusunda hedef grupların bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesi, - Uyuşturucu ile Mücadele Danışma ve Destek Hattı’nın kurulması,

- Uyuşturucu bağımlılarının tedaviye erişimlerinin kolaylaştırılması, tedavi mekanizmalarının güçlendirilerek tedavideki başarı oranlarının artırılması,

- Uyuşturucu tedavisi sonrası kişinin sosyal olarak dışlanmasının önlenmesi, toplumsal yaşama yeniden uyum ve katılımlarının sağlanması, yeniden uyuşturucuya başlamasının önlenmesi,
- Bilim Kurullarının ve Karar Destek Sistemleri’nin kurulması,

- Kamuoyunu en etkin şekilde bilgilendirecek, farkındalık yaratacak ve kamuoyunun mücadele sürecine dahil olmasını sağlayacak profesyonel iletişim stratejilerinin oluşturulması ve hayata geçirilmesi adımlarını kapsamaktadır.

Belgeler doğrultusunda yürütülen çalışmaların bir sonucu olarak, 81 ilimizde ve ihtiyaç duyulan ilçelerimizde Uyuşturucu ile Mücadele İl Koordinasyon Kurulları oluşturulması kararlaştırılmıştır. Ayrıca, uyuşturucu ile mücadele sürecinde mevcut durumu tespit etmek ve hazırlanan Eylem Planı kapsamında uygulanması gereken faaliyetlerin ilgili kurum ve kuruluşlarla işbirliği ve koordinasyon içerisinde yürütülmesini ve takibinin il düzeyinde yapılmasını sağlamak amacıyla “Uyuşturucu ile Mücadele İl Koordinasyon Kurulları Çalışma Usul ve Esasları Belgesi” de hazırlanarak Eylem Planı ile birlikte Başbakanlık tarafından yayımlanmıştır.

Türkiye arabuluculuk konusunda neden etkin bir tutum sergilemektedir? Türkiye’nin bu alandaki öncelikleri nelerdir?  


Küresel istikrar bakımından son derece hassas bir coğrafyada yer alan ve bölgesinde meydana gelen çatışma, gerginlik ve gelişmelerden doğrudan etkilenen Türkiye, arabuluculuk ve kolaylaştırıcılık çalışmaları ile yakından ilgilenmektedir.

Arabuluculuk alanındaki çabalarımız, bölgemizde ve ötesinde istikrar, güvenlik ve refah alanları oluşturulmasına yönelik daha kapsamlı politikalarımızın bir yansımasıdır. Bölgesel işbirliğinin, karşılıklı ekonomik bağımlılığın ve sürdürülebilir insani kalkınmanın arttırılmasının çatışma riskini azaltarak önleyici bir tedbir teşkil edeceğine inanıyoruz.

Arabuluculuk konusundaki etkin tutumumuz, Girişimci ve İnsani Dış Politika vizyonumuzun bir parçasıdır. Türkiye, bölgesel ve küresel sorunlara sessiz kalmama bilinciyle, çatışmaların önlenmesine, çözümüne ve insani felaketleri sonlandırmaya katkıda bulunmak amacıyla girişimlerde bulunmaktadır.

Nitekim, Suriye, Irak, Lübnan, Bosna-Hersek, Afganistan, Kırgızistan, Filipinler ve Somali gibi farklı bölgelerde uzlaşma ve işbirliği sağlanması ve barışın tesisi amacıyla etkin arabuluculuk çabaları yürütülmüştür.

Öte yandan, arabuluculuk alanında eşgüdüm, işbirliği ve tecrübe paylaşımı, yetkin arabulucular yetiştirilmesi, bölgesel örgütlerin bu alanda kapasite oluşturması ve uluslararası normların belirlenmesi bakımından elzemdir.

Bu bağlamda, arabuluculuk faaliyetlerine yönelik ilgi, farkındalık ve desteği canlı tutmak, kapasite ve norm geliştirmek amacıyla BM, AGİT ve İİT çerçevesinde başlattığımız müstakil girişimlerde eş-başkan konumumuza ilaveten, evsahipliği yaptığımız iki ayrı uluslararası Arabuluculuk Konferans serisi ve Barış İçin Arabuluculuk Sertifika Programı’nı içeren kapsamlı faaliyetler yürütmekteyiz.

Ülkemizin genel hatlarıyla enerji politikası nedir?

 

Son 15 yılda ortalama enerji talep artışı ile Türkiye, OECD ülkeleri arasında enerji talebi en fazla artan ülke konumuna gelmiştir. “Enerji güvenliği” bu çerçevede, ülkemizin en önemli gündem maddelerinden birisi olmaya devam etmektedir. Ülkemizin enerji stratejisinin temel unsurlarının aşağıdaki şekilde özetlenmesi mümkündür:


1) Artan talep ve ithalat bağımlılığını dikkate alarak, enerji güvenliği bağlantılı faaliyetlerin önceliklendirilmesi,


2) Sürdürülebilir kalkınma bağlamında çevre kaygılarının enerji zincirinin her aşamasında dikkate alınması,


3) Gerekli reform ve liberalleşmenin sağlanarak şeffaf ve rekabetçi bir piyasanın oluşturulması, üretkenliğin ve verimliliğin arttırılması,


4) Enerji teknolojileri bağlantılı AR-GE çalışmalarının arttırılmasıdır.


Bu çerçevede,


1) İthal edilen hidrokarbon enerji kaynakları olan petrol ve doğal gazın tedariğinde kaynak ve güzergâh çeşitlendirilmesi,


2) Yerli ve yenilenebilir enerjinin enerji sepetimizdeki payının arttırılması,


3) Enerji verimliliğinin arttırılması,


4) Nükleerin enerji sepetimize dâhil edilmesi amaçlanmaktadır.


Enerji stratejisinin üç ana sacayağı arz güvenliği, yerlileştirme ve öngörülebilir piyasa olarak özetlenebilecektir.


Ülkemizin çok boyutlu enerji stratejisi çerçevesinde, enerji hedeflerimiz arasında 2023 yılına kadar yenilenebilir enerji kaynaklarından temin edilen elektriğin toplam elektrik üretimimizin %39’una ulaşması yer almaktadır.


Nükleer enerjinin enerji sepetimize dahli bağlamında inşa edilecek nükleer santrallerin işletime alınması ve 2023 yılına kadar nükleer enerjiden elektrik üretimine başlanması öngörülmektedir.

Enerji verimliliği alanında ise enerji yoğunluğumuzun %20 oranında düşürülmesi ile enerjinin daha verimli kullanılması hedeflenmektedir.


Bu bağlamda Türkiye, bölgesel enerji stratejisini geliştirirken, gerek Doğu-Batı, gerek Kuzey-Güney enerji koridorları üzerindeki konumumuzun güçlendirilmesini göz önünde bulundurmaktadır.


Enerji zengini komşularındaki kaynakların nakli konusunda kısa, güvenilir ve sürdürülebilir bir güzergâh sunan Türkiye, ortaklarıyla beraber, Hazar havzasının yanısıra Ortadoğu ile Avrupa arasında ülkemiz aracılığıyla organik bir bağlantı oluşturacak Güney Gaz Koridoru’nu (GGK) gerçekleştirme yolundadır.

Ülkemiz ayrıca Doğu Akdeniz’de kendi kıta sahanlığında ve KKTC tarafından verilen lisanslar çerçevesinde hidrokarbon arama faaliyetlerini kararlı biçimde sürdürmektedir.

Bu kapsamda, ülkemiz, Avrupa’ya güney güzergahı üzerinden alternatif bir enerji nakil güzergahı oluşturacak olan GGK’nın tamamlanmasına öncelik vermektedir. Sözkonusu Koridor’un belkemiğini teşkil eden Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı’nın (TANAP) açılışı 12 Haziran 2018 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Kasım 2018 itibarıyla TANAP ve Trans Adriyatik Doğal Gaz Boru Hattı (TAP) Türkiye-Yunanistan sınırında birbirine bağlanmıştır. TANAP 1 Temmuz 2019 tarihi itibarıyla Avrupa’ya gaz sevkedebilecek şekilde tamamlanmış olup, TAP’ın da tamamlanmasıyla Avrupa’ya doğal gaz sevkiyatının başlaması öngörülmektedir. (Ağustos 2019 itibariyle, TAP projesinin % 89,3’ü tamamlanmıştır.)

Enerji kaynak ve güzergahlarımızı çeşitlendirme çalışmalarımız bağlamında önem taşıyan bir diğer proje ise TürkAkım’dır. TürkAkım projesinin deniz bölümünün inşası 19 Kasım 2018 itibarıyla sona ermiştir. Projenin 2019’da tamamlanarak işler hale gelmesi ve ülkemize gaz sevkiyatının başlaması öngörülmektedir.


Türkiye, aynı zamanda, Uluslararası Enerji Ajansı, Enerji Şartı, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi (CERN), Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA), Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı, Dünya Petrol Konseyi ve Dünya Enerji Konseyi’ ne üyedir.


Sözkonusu projeler dışında ülkemiz bölgesindeki, taraflara kazan-kazan ilkesi çerçevesinde sonuçlar sunan, ekonomik olarak uygulanabilir, bölgesel ve küresel barışa katkıda bulunacak tüm projeleri olumlu bir bakış açısıyla değerlendirmeye hazırdır.

Türkiye, enerjinin bir barış ve işbirliği aracı olmasını arzu etmektedir. Bu kapsamda, 2015 yılındaki G20 Türkiye Dönem Başkanlığı sırasında ilk kez G20 Enerji Bakanları Toplantısı ve Sahra-Altı Afrika’da Enerjiye Erişim Konferansı Ekim 2015’te Türkiye’de düzenlenmiştir.

9-13 Ekim 2016 tarihlerinde İstanbul’da İstanbul Kongre Merkezi ve Lütfi Kırdar Kongre Sarayında düzenlenen, 23. Dünya Enerji Kongresi (DEK), Sayın Cumhurbaşkanımızın himayelerinde gerçekleştirilmiştir.


22. Dünya Petrol Kongresi ise, 9-13 Temmuz 2017’de İstanbul’da "Enerji Geleceğimize Köprüler" ana temasıyla Cumhurbaşkanımızın himayelerinde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığımızın organizasyonunda gerçekleştirilmiştir.


Türkiye’nin Sınıraşan Sular Politikası Nedir?

Genel kanının aksine, Türkiye su zengini bir ülke olmadığı gibi bölgede su kaynakları konusunda en zengin olan ülke de değildir. Yarı kurak iklimde yer alan Türkiye’de kişi başına düşen su miktarı, su zengini bölgeler olan Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da kişi başına düşen su miktarının yalnızca beşte biridir. Su zengini ülkeler yıllık su kapasiteleri kişi başına 10.000 metreküp olan ülkeler olarak tanımlanmakta olup, bu miktar Türkiye’de kişi başına düşen yıllık su kapasitesi 1.500 metreküpün oldukça üzerindedir.

Bu bağlamda, suyun kullanımı Türkiye için büyük önem arzetmektedir. Türkiye’nin sınıraşan sular politikası suyun “hakça, akılcı ve verimli” biçimde kullanımına önem vermekte, aşağı kıyıdaş ülkelere “belirgin zarar vermeme” ilkesine uymaktadır.

Ülkemizin su kaynakları politikası, ülkemizin gelecekteki su ihtiyacının yanısıra küresel ve bölgesel gelişmeler ile AB ile tam üyelik müzakereleri ve göz önünde bulundurularak oluşturulmaktadır. Günümüzde, Türkiye’nin sınıraşan sular politikasının temel ilkeleri aşağıda sıralanmıştır:

- Sınıraşan sular kıyıdaş ülkeler arasında bir tartışma ve güvensizlik unsuru yerine bir işbirliği unsuru olarak görülmelidir.

- Sınıraşan sular kendine özgü karaktere ve koşullara sahiptir. Her sınıraşan su vakası kendine has ekonomik, sosyal, gelişimsel, kültürel ve tarihsel özelliklerini yansıtmaktadır.

- Sınıraşan suların özgün koşulları sebebiyle, sınıraşan sulara ilişkin sorunlar herhangi doğrudan ilişkili olmayan uluslararası kuruluşların ya da tarafların müdahalesi olmadan yalnızca ilgili kıyıdaş ülkeler tarafından ele alınmalıdır.

- Her ülke topraklarından doğan veya topraklarında akan sınıraşan nehirlerden faydalanma hakkına sahiptir.

- Sınıraşan sular kıyıdaş ülkelerce hakça, akılcı ve verimli şekilde kullanılmalıdır. Kıyıdaş ülkeler ayrıca sınıraşan suları kullanırken aşağı kıyıdaş ülkelere “belirgin zarar” vermemeye özen göstermelidir.

- Sınıraşan suların hakça kullanımı suyun kıyıdaş ülkeler arasında eşit dağıtılması anlamına gelmemektedir. Hakça kullanım kıyıdaş ülkelerin modern su altyapısı ve su tasarrufu sağlayan sulama teknikleri kullanımıyla su taleplerini yönetmeleri sayesinde suyun etkin ve verimli kullanımı olarak anlaşılmalıdır.

- Suların tahsisi ve kullanımında doğal hidrolojik ve meteorolojik şartlar dikkate alınmalıdır. Akarsuların akış rejimlerine göre miktarları zaman içerisinde değişmektedir. Dolayısıyla, sürekli miktarı değişen suyun kesin rakamlar veya miktarlar üzerinden paylaşımı sözkonusu olamaz. Bu sebeple, kıyıdaş ülkeler arasında su paylaşımı konusunda havza bazında paylaşım yaklaşımı benimsenmelidir.

Türkiye, Paris İklim Anlaşması’nı nasıl değerlendirmektedir?

30 Kasım - 12 Aralık 2015’te Paris’te düzenlenen “BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS/UNFCCC) 21. Paris Taraflar Konferansı” (COP21) sonucunda, sera gazı salımlarının azaltılmasını teminen ilk kez küresel ölçekte ve bütün ülkelerin taahhütte bulunduğu Paris Anlaşması üzerinde uzlaşıya varılmıştır.

Anlaşma, ilk kez uzun dönemli hedef olarak yüzyıl sonuna kadar insan kaynaklı sera gazı salım artışından kaynaklanan küresel ortalama sıcaklık artışında, sanayileşme öncesine kıyasla 2 derecenin “oldukça altını” hedef olarak belirlemiş; sıcaklık artışının 1,5 dereceyle kısıtlanmasına yönelik de çaba sarf edilmesinin önemine dikkat çekmiştir.

Türkiye, G20 dönem başkanı olarak, Kasım 2015’te Antalya’da düzenlenen G20 zirvesinde, Paris Konferansı’na yönelik yapıcı bir siyasi mesaj gönderilmesini sağlayarak, sürece katkıda bulunmuştur.

Türkiye, Paris Konferansı’na yönelik olarak, kapsamlı bir millî istişare süreci neticesinde hazırladığı “Niyet Edilmiş Ulusal Olarak Belirlenmiş Katkısı”nı (INDC) 30 Eylül 2015’te, %21’e varan artıştan azaltım olarak açıklamıştır. Hâlihazırda 190’ın üzerinde ülke ulusal katkı niyetlerini sunmuştur.

Türkiye, Paris Anlaşması’nın hedeflerine ulaşmasında, BMİDÇS’nin Paris Anlaşması’nda da vurgulanan, “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar” ilkesi doğrultusunda, uluslararası finansmana erişim, teknoloji transferi ve kapasite artırımına yönelik uluslararası çabaların güçlendirilmesinin önemine inanmaktadır.

Paris Anlaşması, 22 Nisan 2016 günü BM Genel Sekreteri’nin ev sahipliğinde New York’ta gerçekleştirilecek üst düzey bir törenle imzaya açılacak ve 21 Nisan 2017’ye kadar imzaya açık kalacaktır. Paris Anlaşması’nın yürürlüğe girebilmesi için sera gazı salımlarının %55’inden sorumlu en az 55 ülke tarafından imzalanması ve iç hukuk prosedürlerinin tamamlanması gerekmektedir.