[Orjinal İngilizce metnin resmi olmayan Türkçe tercümesidir]
«Yunanistan Türk suçlular için “güvenli bir limana” dönüştü»
Türk yargısı iki Yunan askerin serbest bırakılmasına karar vermiştir.
Bu karar Yunanistan’da Türkiye’ye karşı memnuniyet hisleriyle
karşılanmıştır. Bu durum, Yunanistan’la Türkiye arasındaki ilişkilerde
yeni bir dönemin başladığı anlamına mı gelmektedir?
Türkiye’de bağımsız yargımızın bütün kararlarına saygı duyuyoruz. Bu
çerçevede, biz de bu askerlerin kısa süre önce serbest bırakılmasını
memnuniyetle karşılıyoruz. Ancak, Türk yargısı bağımsız hareket ettiğinden
dolayı, iki Yunan askerle ilgili bu karar, siyasi bir bakış açısıyla
yorumlanmamalıdır. Başka bir deyişle yargı makamları, bir davayı incelerken
Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkileri göz önünde bulundurmamaktadır.
Bu mesele, net olarak bir yargı meselesi olmuştur ve net bir şekilde öyle
olmaya da devam etmektedir. Türk vatandaşların davalarına ilişkin olarak
da, Yunan yargısından da benzer tarafsız bir tutum beklediğimizi söylemeye
gerek yoktur.
Bugün Yunanistan ile Türkiye ilişkilerini nasıl nitelendiriyorsunuz?
Sizce büyük engeller nelerdir?
Şu anda iki ülke ilişkilerini en iyi noktada bulunmadığını kabul etmemiz
gerekmektedir. Uzun zamandır devam eden sorunlarımız vardır. Maalesef
bunlara yenileri de eklenmiştir. 15 Temmuz’da meydana gelen başarısız
darbeden sonra üst düzey Yunan makamları, Türkiye’ye desteğini ifade
etmiştir. Maalesef sözler icraata dönüşmemiştir. Yunanistan, başarısız
darbeye aktif olarak katılan firari sekiz asker gibi, Türk suçlular için
“güvenilir bir limana” dönüşmüştür. 15 Temmuz 2016’dan sonra 2.500’den
fazla Türk vatandaşı Yunanistan’dan iltica talebinde bulunmuştur.
SYRIZA’nın, eğitim ve dini özgürlük alanlarında Türk azınlığa yönelik seçim
öncesi vaatleri de uygulanmamıştır. Türk azınlığın sorunları da ayrıca,
maalesef kötüleşmektedir.
İkili ilişkilerle ilgili olarak kamuoyuna ve üçüncü taraflara yapılan
şikayetler, verimli olmaktan uzaktır. Bugün ilişkilerimizin bulunduğu
nokta, ülkelerimizin menfaatine değildir. Güvenin inşa edilmesi önemlidir.
İlişkilerimizde yeni bir sayfa açmalıyız. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan
Çipras, NATO Zirve Toplantısı sırasında yapıcı bir görüşme
gerçekleştirdiler. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Sayın Çipras’a karşılıklı yüksek
düzeyli ziyaretler gerçekleştirmeye hazır olduğumuzu ifade etti. Önkoşulsuz
olarak, ikili diyalog sürecine devam etmeliyiz. Sorunlarımızı çözmemizin
yolu budur.
Hala Yunanistan’dan sekiz Türk askeri iade etmesini bekliyor musunuz?
Darbecilerin iadesini defalarca reddeden Yunan yargısının kararlarından
dolayı derin bir hayalkırıklığı yaşıyoruz.
Bunlar, çok sayıda masum insanın hayatına mal olan, çok sayıda insanın
yaralanmasına yol açan, milletvekilleri toplantı halindeyken Parlamento’yu
bombalayan ve seçimle işbaşına gelmiş Cumhurbaşkanımızı hedef alan darbe
girişimine fiilen katılmıştırlar. Bu sekiz kişilik grup, demokratik olarak
seçilmiş hükümetimizi devirmekte başarısız olduklarının farkına varınca,
askeri bir helikoptere yasadışı olarak el koyarak ülkeden kaçtı.
Yunan yargısı, uluslararası hukuk kuralları ve ilkelerine aykırı bir
şekilde, suçluları cezasız bırakmakta ve kurbanların haklarını
çiğnemektedir. Nitekim son aylarda bu sekiz darbeciye iltica hakkı tanınmış
ve Yunan mahkemeleri tarafından serbest bırakılmışlardır.
Yunanistan darbecilere “güvenli bir liman” sağlayan bir ülke olarak teşhir
olmuştur.
Komşu ülkede demokrasinin yıkılması için komplo kuran hain darbecilerin,
demokrasinin beşiği olduğunu iddia eden bir ülke tarafından serbest
bırakılması, ne uluslararası hukukla, ne de iyi komşuluk ilişkileriyle
uyumludur.
Firari darbecilerin Türkiye’ye iade edilmesi ve yargılanmasını sağlamaya
yönelik çabamızda kararlı olmaya devam ediyoruz.
Türkiye’nin sürekli olarak gündeme getirdiği konulardan biri, Kıbrıs
münhasır ekonomik bölgesinde gerçekleşen petrol ve doğalgaz arama
çalışmalarıyla ilgili kaygılarıdır. Türkiye’nin askeri güç kullanacağı
koşullar nelerdir?
Bu hidrokarbonlar konusu, Kıbrıslı Rumların, yarım asırdır Kıbrıs sorununa
ilişkin müzakerelerde sergiledikleri basiretsiz yaklaşımın bir örneğini
daha oluşturmaktadır. Kıbrıslı Rumlar, ada yalnızca kendilerine aitmiş gibi
hareket etmeye devam etmektedirler. Doğu Akdeniz’de yaptıkları tek taraflı
hidrokarbon arama çalışmalarıyla, Kıbrıslı Türklerin kazanılmış haklarını
görmezden geliyorlar. İktidarı, Kıbrıs Türk tarafıyla paylaşmak
istemedikleri gibi, adanın doğal kaynaklarını da paylaşmak istemiyorlar.
Bunun, sadece bir olası kârı bölüşme konusu olmadığının açıkça anlaşılması
gerekmektedir. Konu çok daha esaslıdır. Adanın doğal kaynakları, Kıbrıs
Türklerinin doğal hakları olmasından dolayı, Kıbrıslı Rumların yalnızca
kendilerine ait değildir ki, kendi bildikleri gibi paylaştırsınlar.
Dolayısıyla burada gerekli olan, hidrokarbon arama ve yararlanmayla ilgili
karar alınmasında, Kıbrıslı Türklerin daha ilk aşamada eşit koşullarla
katılmasına izin verecek bir mekanizmadır. Konunun özü budur.
Türkiye, Kıbrıslı Türklerle birlikte en başından bu yana Kıbrıslı Rumları,
sorumsuz adımlar atmamaları konusunda uyarmıştır. Hala kaybedecek hiçbir
şeyleri olmadığına inanıyorlarsa, yanılıyorlar.
Türkiye, Doğu Akdeniz’de Kıbrıslı Türklerin haklarını ve kendi çıkarlarını
korumaya devam edecektir. Hedefimiz, bölgede barışı ve istikrarı güvence
altına almaktır. Hidrokarbonlar konusunda Kıbrıslı Rumlarla işbirliği yapan
şirketlere gelince, fayda-maliyet hesaplamasını yeniden incelemeleri ve
durumu yeniden değerlendirmeleri gerekecektir.
Ülkeniz bu konuyu Kıbrıs’ta bir çözüm ile bağlantılandırmaktadır. Bu
çözümün önündeki sorunlardan biri, Yunan birlikleriyle aynı anda Türk
birliklerini geri çekmeyi reddetmenizdir.
Eğer bir çözüme ulaşılırsa, Türkiye neden bütün birliklerini adadan
çekmeyi reddediyor?
Her şeyden önce, hidrokarbonlar konusunu, Kıbrıs sorununun çözümüyle
bağlantılandırdığımız doğru değildir. Aksine, Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı
Türkler arasında hidrokarbonlarla ilgili ortak karar mekanizmaları
oluşturmak için çözümü beklemek zorunda değiliz. Bu amaçla, Kıbrıs Türk
tarafının yıllar önce, 2011 yılında, bir ad hoc komite kurulmasını
önermiş olduğunu hatırlayalım.
Kıbrıs sorununa gelecekte bulunacak çözüme gelince, bunun tüm Doğu Akdeniz
bölgesinde güvenlik ve refaha gerçek bir katkı sağlayacağına inanıyoruz.
Aynı zamanda, sadece diyalog ve diplomasiye dayalı, müzakere edilmiş bir
çözümün sürdürülebilir olabileceğini değerlendiriyoruz.
Ne yazık ki, Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik son süreç, geçen Temmuz
ayında Kıbrıs Konferansı'nda anlaşmaya varılmadan sona erdi. Nedeni
basitti: Kıbrıslı Rumlar, hâlâ Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini kabul
etmiyorlar. Kıbrıs Konferansı'nın sadece askeri birlikleri veya garantileri
ilgilendirmediğini vurgulamalıyım. Bütün meseleler tartışılacaktı. Tüm
müzakere başlıklarında ilerleme gerekiyordu. Ancak, Kıbrıs Rum tarafı
iktidarı Kıbrıslı Türklerle eşit ortaklar olarak paylaşmaya istekli
değildi. Aynı zamanda "sıfır askeri birlik ve sıfır garanti" konusunda
ısrar ettiler. Bu da "sıfır sonuca" yol açtı. En başından beri, böyle bir
yaklaşımın, herkese fayda sağlayacak bir sonuca neden olmayacağı açık ve
net olmalıydı.
Herhâlükârda, bu süreç artık geçmişte kaldı. Bir yıldan bu yana, BM Genel
Sekreterinin çağrısına uygun olarak, Kıbrıslı Türklerle yakın işbirliği
içinde, olası hareket tarzının ne olacağını değerlendiriyoruz. Yakın
zamanda, önce BM Genel Sekreteri tarafından istikşafi temaslar için
görevlendirilen Bayan Lute ile adadaki her iki taraf ve üç garantör ile
çözüm sürecinin geleceğine dair vizyonumuzu paylaştık. Diğer iki garantörle
temaslarından sonra Genel Sekretere raporunu sunacaktır.
Bu aşamada, her iki tarafın ve garantörlerin, izlenecek yolu gayriresmi
olarak tartışması ve müzakere edilecek konularda mutabakata varmalarının
iyi bir fikir olacağına inanıyoruz. Gelecekteki bir anlaşmanın genel
ilkelerini anlamamız gerekiyor. Gelecekteki sürecin, adadaki günümüz
gerçekliği ve daha önceki görüşmelerden edindiğimiz deneyimler üzerine inşa
edilmesi gerektiğine inanıyoruz. Böyle bir süreç, gerçekçi beklentileri ve
sürdürülebilir sonuçları hedeflemelidir.
Petrol ve gaz araştırmaları konusuna dönelim. Türkiye, Yunanistan'ın
araştırmalarına karşı çıkacak mı ve hangi deniz alanlarında karşı
çıkacak?
Her şeyden önce, Türkiye egemenlik hakları ve meşru çıkarları etkilenmediği
sürece hiçbir faaliyete karşı çıkmaz. Her iki ülke de, 1976 yılında
imzalanan Bern Anlaşması'na uygun şekilde, Ege'de birbiriyle bağlantılı tüm
meselelerde sürdürülebilir ve kapsamlı çözümler bulununcaya kadar, Ege’de
halihazırda sınırları belirlenmemiş olan kıta sahanlığında arama ve çıkarma
çalışmalarından dikkatli biçimde kaçınmıştır.
Doğu Akdeniz'e gelince, çeşitli nedenlerden dolayı, bu havza
istikrarsızlığın ve karmaşık konuların alanı haline gelmiştir. Maksimalist
ve gerçekçi olmayan planlar bölgedeki mevcut sorunları daha da
şiddetlendirir. Önceki sorularda zaten Kıbrıs meselesi konusundaki
pozisyonumuzu vurguladım. Ayrıca, Doğu Akdeniz'in en uzun anakarasal kıyı
şeridine sahip ülke olarak Türkiye, Doğu Akdeniz deniz alanlarında meşru
haklara ve temel menfaatlere sahiptir.
Türkiye, Ege’de gelecekte bulunacak bir çözümle bağlantılı nihai Batı sınır
noktaları ile birlikte Doğu Akdeniz'deki kıta sahanlığının dış sınırlarını
BM'de kayda geçirmiştir. Gerçekten de, Doğu Akdeniz'in tüm deniz yetki
alanları kıyıdaş ülkeler arasında henüz belirlenememiştir. Bu büyük bir
sorun teşkil etmektedir. Dolayısıyla, ne tek taraflı adımların, ne geçersiz
ikili anlaşmaların ne de maksimalist planların, Türkiye'nin uluslararası
hukukun teminatı altında olan kıta sahanlığındaki egemenlik hakları ve
yetkilerine hukuki bir etkisi olamaz. Sonuç olarak, deniz yetki alanlarının
net resmi, ancak tüm ilgili taraflar arasında yapılacak adil
sınırlandırmayla sağlanacaktır. Geçmişte olduğu gibi bugün de Türkiye,
konuya adil ve barışçıl bir çözüm bulma çabasını tam olarak desteklemeye
hazırdır.
Türkiye, egemenlik haklarını Doğu Akdeniz'deki kıta sahanlığında tam
anlamıyla uygulamaktadır. Hiçbir yabancı devlet, şirket veya araç, Türkiye
kıta sahanlığı ve üzerindeki deniz alanları üzerinde izinsiz araştırma veya
bilimsel faaliyet gerçekleştiremez. Bu anlamda, Türkiye çok yakında, Doğu
Akdeniz ve de Karadeniz'de deniz yetki alanlarında kendi hidrokarbon
faaliyetlerine başlayacaktır.
12 mil konusuna ilişkin “casus belli” Türkiye tarafından hala geçerli
sayılıyor mu?
Türkiye Büyük Millet Meclisi bu bildiriyi 8 Haziran 1995’te oybirliğiyle
benimsedi. Bu, Yunan Parlamentosu’nun 1 Haziran 1995’te Yunan Hükümetine,
gerekli gördüğünde Yunan karasularını 12 deniz miline genişletme yetkisini
tanıması kararına karşı bir tepkiydi.
Her etkiye karşı bir de tepki var. Bu, evrensel bir fizik kuralıdır.
Bu bağlamda, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bildirisi önceden dile
getirilen bir siyasi uyarıydı. Yunanistan’da kasten çarpıtıldığı gibi, bir
savaş ilanı (casus belli) değildir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bildirisiyle, Ege’de karasularının
genişliğiyle ilgili tezimizi ve aynı zamanda da Türkiye’nin Ege’deki yasal
ve esaslı haklarını savunma yönündeki kararlılığımızı tamamen netleştirdik.
Türkiye’nin tezinde değişiklik olmadı.
Göç krizinden dolayı Türkiye ne durumda? Mart 2016 anlaşması hala
yürürlükte mi?
Düzensiz göç küresel bir sorun olup, küresel etkileri bulunmaktadır.
Çözümler sıradan bir ülkenin elindeki imkanların ötesinde olup, yükün
uluslararası düzeyde paylaşımını gerektiriyor. Bu nedenle yasal olmayan
göçün yarattığı sorunları engellemek ve aşmak amacıyla bütün ülkelerin
ortak çaba sarf etmelerinin gerektiğine inanıyoruz.
Düzensiz göçü engelleme görüşünde olan Türkiye, kararlı bir şekilde
sınırlardaki kontrolleri artırdı, kolluk kuvvetleri arasındaki işbirliğini
yoğunlaştırdı, insan tacirlerine yönelik cezaları artırdı, Göçmen
Kaçakçılığı Eylem Planını hazırlamış, yasadışı insan kaçakçılığı ağlarını
çökertmek amacıyla operasyonlar başlattı, Türk Sahil Güvenliğinin
faaliyetini ve ağırlama merkezlerinin kapasitesini artırdı.
Düzensiz göçün hem karmaşık, hem de sınırları aşan doğası nedeniyle, çözüm
bulunması için uluslararası işbirliği ve dayanışma zorunludur. Türkiye bu
anlayış çerçevesinde, bu konuyla ilgili hemen hemen bütün uluslararası ve
bölgesel faaliyetlere katılıyor.
Türkiye’nin büyük çabaları sayesinde 2017 yılında 175.000 ve 2018 yılı
Ağustos ayına kadar yaklaşık 142.000 yasal olmayan göçmen saptandı. Ayrıca,
Ağustos 2018’e kadar 3.013 kaçakçı yakalandı. Türkiye yasal olmayan göçe
karşı çabalarına devam etmeye kararlı olup, uluslararası toplumun daha
büyük desteğini ve işbirliğini bekliyor. Türkiye, 18 Mart anlaşmasını
önerdiğinde üç hedefi vardı: Ege’de can kayıplarının önlenmesi, göçmen
kaçakçılığı ağlarının çökertilmesi, düzensiz göçün yerini düzenli göçün
alması.
2015 yılı Ekim ayında Yunanistan’a ulaşan günlük düzensiz göçmen sayısı
7.000 iken, Türkiye’nin kararlı faaliyeti sayesinde bu rakamlar 50’den aza
düştü. Türkiye 18 Mart anlaşmasını önermiş olmasaydı, 2016 yılından bu yana
AB’ye 1,5 milyondan fazla düzensiz göçmen girmiş olacaktı.
18 Mart anlaşması çerçevesinde düzensiz göçmenlerin adalardan iadesi ve
“bire bir” mekanizması düzenli çalışıyor: Şimdiye kadar adalardan 1.681
yasadışı göçmen geri aldık ayrıca da Türkiye’den 14.988 Suriyeli AB’ye
yerleşti. Şimdi 18 Mart anlaşmasından kaynaklanan yükümlülüklerini
gerçekleştirme sırası AB’de. Türk vatandaşlarına vizenin serbest
bırakılması, Gönüllü İnsani Kabul Planı’nın yürürlüğe konması, Suriyeli
göçmenler için 3 milyar Avro’luk ikinci dilimin tahsisi, Türkiye’nin üyelik
süreci bağlamında yeni başlıkların açılması, Gümrük Birliği’nin
güncellenmesi henüz gerçekleşmemiş AB yükümlülükleri arasında yer alıyor.
Türkiye muazzam çabalarına ara verirse Ege bir kez daha düzensiz göçmenler
koridoru olacaktır.
Eylül ayında İstanbul’da Rusya, Almanya, Fransa ve Türkiye arasında
gerçekleştirilecek zirve toplantısından beklentiniz nedir?
Asıl hedefimiz, Suriye’deki krize kalıcı bir çözüm bulunması amacıyla
uluslararası toplumu bir araya getirmeyi sağlamaktır. Bunu yapabilmek için
Astana, Soçi ve Cenevre süreçleri arasında işlevsel bir bağ kurmamız
gerekmektedir. İstanbul Zirvesi’nin liderlerimiz arasındaki verimli
müzakereleri kolaylaştıracağına inanıyoruz. Tabiatıyla bu zirve, ortak ilgi
alanındaki diğer konuların konuşulması için de bir fırsat olacaktır. Zirve
hazırlıklarına yönelik olarak, Eylül ayı başlarında dört ülkeden heyetlerin
katılımıyla bir teknik görüşmenin de yapılması planlanıyor.
Türkiye ve Avrupa arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz? Özellikle
ABD’nin iki Türk Bakan’a yaptırım kararından sonra ABD ve Türkiye
arasında ilişkileri nasıl tanımlıyorsunuz?
Türkiye’nin AB ile ilişkilerini çok yönlü olarak tanımlayabilirim.
Bu ilişkinin bel kemiği Türkiye’nin üyelik sürecidir. Türkiye, AB’ye
üyeliğini stratejik hedef olarak belirlemiştir. Geleceğimizi AB içinde
görüyoruz. Maalesef bugün üyelik sürecimiz aşırı şekilde
siyasileştirilmiştir. Zaman zaman AB tarafından Türkiye ve AB arasında
“özel bir işbirliğini” destekleyen sesler duyulmaktadır. Halihazırda AB ile
çok özel bir ilişkimiz vardır. Temel hedefimiz tam üyelik. Türkiye ve
AB’nin, Avrupa’da daha iyi bir gelecek için yakın ortaktan öte olması
gerekir.
Son dönemdeki sınamalar, Türkiye ve AB’nin aynı coğrafyanın ortak kaderini
paylaştığını ortaya koymuştur. Ayrıca samimi bir işbirliği ortamı
oluşturursak büyük bir fark yaratabileceğimizi de ortaya koymuştur.
İşbirliği yaparak, binlerce kişinin hayatını kurtardık ve milyonlarcası
için güvenli ve saygın bir hayat sunduk. Bu karşılıklı bağımlılık, geleceğe
yönelik ilişkilerimizi hangi şekilde kuracağımızı da göstermektedir.
Bunlara rağmen, AB ile olan ilişkimiz kriz yönetimi değildir ve sadece buna
dayanmamalıdır. Daha derin işbirliği ve taahhütler gerektiren bir vizyon
üzerine inşa edilmesi gerekir. Türkiye bölgesel bir güç olduğundan ve
uluslararası sınamaların ele alınmasında önemli bir rol oynadığından,
Türkiye-AB ilişkileri yeni alanlara da yayılmıştır. Enerji, taşımacılık,
terörle mücadele ve ekonomi gibi alanlarında işbirliği yapıyoruz. Türkiye
önemli imkanlara sahiptir ve bu önemli alanlarda AB’ye onyıllardan beri
katkıda bulunmaktadır.
Öte yandan ABD Maliye Bakanlığı 1 Ağustos 2018’de, Türkiye’de bir kişinin
gözaltına alınıp tutuklanmasıyla ilgili olarak yargı sürecinde bulunan bir
konuyla bağlantılı olarak Bakanlarımıza yaptırım uygulama kararı almıştır.
Bu karar, hukukun üstünlüğü ve bağımsız yargı ilkelerini görmezden
gelmektedir.
Bu karara tepki gösterdik ve iki ABD’li Bakana yaptırım uygulayacağımızı
açıkladık. Türkiye, uluslararası ilişkilerde her türlü sorunun çözümünde
önceliğin, diyalog ve müzakereye verilmesi gerektiğine inanmaktadır.
Müttefikler arasında tehditkar bir dil kabul edilemez. Bu çerçevede, katı
bir şekilde ve ABD ile bugün olan sorunlarımızı çözmek için yoğun bir
şekilde ve iyi niyetle çalışıyoruz.
Türkiye ve ABD arasındaki ilişkiler, sadece iki ülkenin çıkarları
bakımından değil, uluslararası barış ve istikrar bakımından da önemlidir.
Sorunların aklıselim ve iyi niyetle çözüleceğini umuyoruz.
Türkiye’deki ekonomik durum, sekiz yıl önce Yunanistan’da olduğu gibi,
ülkeyi IMF’den yardım istemeye yöneltecek mi?
Son 15 yılda Türk ekonomisi birçok defa zorluklarla karşı karşıya gelmiş,
ancak dayanaklığını kanıtlamıştır. Bu durum, son dönemdeki uluslararası
ekonomik krizden sonra da ortaya konmuştur. Türk ekonomisi, 2002-2017
döneminde ortalama %5,8 oranında büyümüştür. Türkiye ekonomisinin
dayanıklılığı, son yirmi yıldır Türkiye'de gerçekleşen ekonomik / mali
reformlara dayanmaktadır.
Son dönemde, Hazine ve Maliye Bakanımız mevcut ve olası yeni yabancı
yatırımcılarla telekonferans gerçekleştirmiştir. Serbest ekonomi ilkelerine
bağlılığımız için net mesajlar ve garantiler verdik. Mali disiplin, serbest
piyasa kuralları Türk ekonomisinin kalıcı ilkelerini oluşturmaktadır.
Hükümetimiz ve yetkili makamlar, döviz kurları ve piyasalardaki
dalgalanmayla mücadele için yeterli önlemleri halihazırda uygulamaya
koymuşlardır.
Aynı zamanda, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası ve Bankacılık Denetleme ve
Düzenleme Kurumu (BDDK) tarafından da önlemler alınmıştır. Yeni uzun vadeli
denetim önlemleri ve sıkı maliye politikası ile daha fazla sürdürülebilir
kalkınmayı hedeflemekteyiz. Tüm bakanlıklarımız ve devlet kurumlarımız
iddialı bir tasarruf programı takip etmeleri konusunda talimat almıştır.
Dünyanın en güçlülerinden biri olan Türk bankacılık sektörü, günümüzün
dalgalanmalarını yönetebilecek durumdadır. Gerektiği takdirde, bankacılık
sektörüne destek vermekten kaçınmayacağız. Türkiye, Uluslararası Para
Fonu’ndan ekonomik destek istemeyi öngörmemektedir. Geçmişte olduğu gibi,
yabancı yatırımları doğrudan çekmeye yönelik çabalarımız sürdürülmektedir.
Yabancı yatırımcıları iyi hesaplanmış bir yatırım teşvik sistemi
beklemektedir. Yatırımcıların, Türk pazarına girmelerinin veya varlıklarını
güçlendirmelerinin tam zamanıdır.