İnsan Haklarının Uluslararası İlişkilerde Rolü

İnsan hakları, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde, özellikle Soğuk Savaş döneminde, uluslararası ilişkilerin ve düzenin belirlenmesinde gittikçe artan bir önem taşımıştır.

İki kutuplu bu dönemde, Batı Doğu’ya karşı, “insanın gelişimine olanak tanıyan, dolayısıyla toplumları üretken ve yaratıcı kılan, kişisel hak ve özgürlükleri güvence altına alan demokrasilerin totaliter rejimlere üstün geleceği” yönündeki savını öne sürmüştür.

Sonuçta, 1980’lerin sonlarında Sovyetler Birliği’nde başlayan ve yansımaları Avrupa başta olmak üzere tüm dünyada hissedilen büyük bir değişim süreci başlamıştır. Varşova Paktı (VP) dağılmış, Avrupa’da bölünmüşlük sona ermiş ve Almanya birleşmiştir. Eski VP üyesi ülkelerin bir bölümü NATO ve AB üyesi olmuşlardır. Batı, temelde, bu değişimi insan haklarının bir zaferi olarak görmüştür.

Gerçekten de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, BM’nin yanısıra, özellikle Avrupa coğrafyasında oluşturulan bölgesel örgütlerin bu oluşuma yön verici katkıları kuşkusuzdur.

Bu bağlamda, BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin kabulünden bir yıl sonra 1949’da demokrasi, hukuk ve insan hakları temel değerleri üzerine kurulan Avrupa Konseyi’ni (AK), ayrıca, 1975’te Helsinki’de temeli atılan ve 1990’da Paris Şartı ile önemli ölçüde insan hakları zeminine oturtulan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nı (AGİT) saymak mümkündür. Ayrıca, AK’yı ve AGİT’i bu sürecin aşamaları olarak gören Batı, “ekonomik birlik” fikrinden kaynaklanan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) Avrupa Birliği’ne (AB) dönüştürürken, bu oluşumun da büyük ölçüde insan hakları temel değerlerine dayandırılması hedefini de gözetmiştir.