SUNUŞ- Önemli olaylara imza attık. Ama biz sayın bakanlarımızı siyasal
mezunu, Mülkiye mezunu olarak biliyoruz ve sayın bakanlarımıza Mülkiye’ye,
evimize hoş geldiniz diyoruz, şeref verdiniz demek istiyorum.
Doğu Akdeniz konusunda çok önemli gelişmeler olduğunu biliyoruz, çok önemli
gelişmelerin arifesinde olduğunu biliyoruz. Ve bu gelişmelerin kamuya
aktarılabileceği, enine boyuna tartışılabileceği önemli platformlardan
birinin Mülkiye olacağını düşündük. Ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
hocalarıyla birlikte böyle bir oturumu organize ettik. Onlara da
huzurunuzda teşekkür etmek isterim.
Lafı çok uzatmak istemem, konuyu uzmanlarına bırakalım. Müsaade ederseniz
önce Sayın Başbakan Yardımcımız ve Dışişleri Bakanımız Kudret Özersay’ı
nasıl arzu ederseniz, kürsüde mi, oturduğunuz yerde mi?
Görüşlerinizi paylaşmak üzere, buyurunuz Sayın Bakanım.
KKTC BAŞBAKAN YARDIMCISI VE DIŞİŞLERİ BAKANI KUDRET ÖZERSAY-
Sayın Bakan, değerli hocalarım, saygıdeğer hocalarım, meslektaşlarım,
değerli arkadaşlarım; ben bu salona ilk girdiğimde Osmanlı Diplomasi Tarihi
dersini almak üzere Profesör Ömer Kürkçüoğlu’nun dersine girmiştim. Not
almak için böyle bir heyecanla kalemi kağıda sürüyordum, uğraşıyordum.
Burada bu şartlarda tekrardan biraraya gelebildiğimiz için çok mutluyum.
Aradan 23 sene geçmiş mezuniyetimin üzerinden, 1995 yılında mezun oldum
Mülkiye’den. 23 sene sonra sizlerin arasında bulunmaktan çok mutluyum ve
memnunum.
Hem Mülkiye, hem Türkiye aslında çok sıkıntılı dönemler geçirdi ve aslında
geçirmeye de devam ediyor. Çok iyi biliyoruz ki Mülkiye’nin Türkiye’nin çok
sıkıntılı dönemlerinde ciddi anlamda kan kaybettiği zamanlar oldu.
Şimdilerde de Mülkiye’nin kan kaybettiğini biliyorum, ama Türkiye’nin pes
etmediği gibi Mülkiye de pes etmeyecek, bunu da çok iyi biliyorum.
Neredeyse 160 yıldır Sayın Rektörün az önce bahsettiği gibi bu fakülte var.
Aydın, saygın, onurlu ve demokrat akademisyenler yetiştirdi Mülkiye. Olgun
ve çalışkan bürokratlar yetiştirdi. Başarılı, kamu yararını esas alan,
inatçı, hırslı siyasiler ve devlet adamları da yetiştirdi. Ama belki de en
önemlisi, ülkesini gerçekten seven, açık fikirli nesiller yetiştirdi. Şimdi
bizler ki bunu kendi adıma söylüyorum; bugüne kadar bu fakültenin,
Mülkiye’nin yetiştirdiği bu önemli isimlerin yüzde 1’i kadar bile
olabilirsek ne mutlu bize, hoş bulduk Mülkiye.
Doğu Akdeniz’de hukuk ve siyaset bağlamında çok şey söylenebilir.
Geldiğimiz noktayla ilgili olarak ben Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak üç unsurun altını çizmek
istiyorum. Ve bunu yaparken de aslında Doğu Akdeniz’de uluslararası hukuk
bağlamında ve siyaset bağlamında bize çok şey öğretmiş olan, önünde
saygıyla eğildiğim çok sayıda hocamın mevcudiyetinde bunu yapmaktan biraz
da çekiniyorum. Sayın Sertaç Hami Başeren burada, aramızda. Doçentlik
jürisinde acaba ne sorar diye karşısında titrediğim başka hocalarım burada.
Sevgili İlhan Uzgel burada, kendilerine bütün verdikleri emekler için
teşekkür ederek şunları söylemek istiyorum:
Bir kere, 2011 yılına kadar Doğu Akdeniz Bölgesi’nde şöyle bir siyaset ve
hukuk ilişkisi olduğu kanaatindeyim:
Kıbrıs Rum tarafı çeşitli konularda fiili bir durum yaratma bağlamında
birtakım adımlar atıyor ve Türkiye ile Kıbrıs Türk tarafı bir tür hakkını
yitirmemek için şerh düşüyor, kayıt altına alıyor, rezerv düşüyor, escope
durumunda kalmamak, sonradan itiraz etme hakkını yitirmemek için sürekli
olarak protesto ediyor. 2011 yılına kadar yaşadığımız süreç böyle bir süreç
diye düşünüyorum. Örneğin Kıbrıs Rum tarafı tam da Annan Planının en yoğun
müzakere edildiği dönemde münhasır ekonomik bölge ilan ediyor, daha sonra
bunu arkeolojik münhasır ekonomik bölge olarak geliştiriyor, Mısır ile
münhasır ekonomik bölge alanında sınırlandırma anlaşması yapıyor. Biz de
Türkiye ile birlikte Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti habire protesto
ediyoruz. Protesto mektubu yazıyoruz Birleşmiş Milletler’e gönderiyoruz,
bizim de orada hakkımız var, burası tartışmalı bölgedir, bütün ilgili
tarafların rızası olmadan bu alanda deniz yetki alanı belirleyemezsiniz
diyoruz ve hakkımızı kayıt altına almaya çalışıyoruz. Aynı zamanda Kıbrıs
Rum Tarafı sadece münhasır ekonomik bölge anlaşmaları yapmıyor. Lisans
veriyor, sismik araştırma yapıyor ve fiili durum yapmaya devam ediyor. 2011
yılına kadar bu şekilde tek yanlı faaliyetlerini sürdürüyor.
Biz ise bir miktar statükoyu koruma, durumu koruma, aslında kapsamlı çözüm
olana kadar bunlar yapılmamalı gibi bir siyaset ortaya koyuyorduk.
2011 bu açıdan bir paradigma değişikliği olarak bence karşımıza çıkıyor.
Çünkü Türkiye ile istişare ederek 2011 yılında Kıta Sahanlığı Sınırlandırma
Anlaşmasını imzaladık ve yürürlüğe koyduk. Türkiye Cumhuriyeti ile Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasında ilk kez biz de o alanlara ilişkin hukuki
başka bazı adımlar atmaya başlıyoruz. Fiilen de arazide, sahada olmaya
başlıyoruz mesajıdır. Bu bir kırılmadır ve bir değişim noktasıdır. 2011’in
ertesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak biz önce ada etrafında
birtakım bloklar belirledik. Bu alanlar içerisinde lisans verdik Türkiye
Petrolleri Anonim Ortaklığı’na. Sismik araştırma faaliyeti bizim adımıza,
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti adına yürütüldü. Ve şimdi de Türkiye’nin son
almış olduğu Fatih Gemisi ile birlikte kazı yapma potansiyeli de ortaya
çıktığı için aslında fiiliyatta bu alanda biz de varız, pasif ve savunmaya
dönük bir yaklaşımdan ziyade fiili durum yaratan bir yaklaşıma karşı biz de
adım atacağımızı ortaya koyuyoruz dedik. 2011 bu açıdan önemli bir kırılma
noktasıdır. Ve önümüzdeki dönemde de bu alanlar içerisinde kazı yapılması
ve başka bazı adımlar atılması bu çerçevede değerlendirilmesi gereken bir
kırılma noktasıdır.
Bir ikinci unsur; Doğu Akdeniz’de bizim için aslında iki farklı alan
vardır. Bunlardan birincisi ki genelde karıştırılır, ayrıştırılması ve
birbirine karıştırılmaması gerektiği kanaatindeyim. Bunlardan birincisi
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, Kıbrıs Türk halkının hakkı olan ortak
Kıbrıslı Rumlarla ortak sahibi olduğu Ada’nın etrafındaki bütün deniz
alanlarına ilişkin olarak Kıbrıslı Türklerin hakkı olan bölgelerdir. Bunlar
Kıbrıslı Türklere de ait olduğu tartışmasız olan bölgelerdir. Yani
“undisputed”, bir anlamda, bölgeleridir. Herkes, Birleşmiş Milletler de,
Avrupa Birliği de, bütün uluslararası aktörler bu bölgeler içerisinde
sadece Kıbrıslı Rumların değil Kıbrıslı Türklerin de hakkı olduğunu açıkça
kabul etmektedirler, o anlamda tartışmasızdır.
Bu alanlara ilişkin olarak Kıbrıs Türk tarafının yaklaşımı, eğer siz
varsanız biz de varız, birlikte bunu yapabiliriz, gelin bunu birlikte
yapalım, gelin işbirliği yapalım. Bu zenginlikleri birlikte işletelim,
birlikte çıkaralım ve uluslararası piyasaya aktaralım, önerimiz vardır. Yok
eğer siz fiili durum yaratacak şekilde tek yanlı adımlarınıza devam
ederseniz, biz de o 2011’e kadar olan dönemde olduğu gibi sadece sizi
protesto etmekle kalmayacağız, biz de sizin yaptığınız gibi lisans
vereceğiz ki verdik, araştırma yapacağız ki sismik araştırma yaptık, kazı
yapacağız ki yapma yolunda şu anda ilerliyoruz şeklinde bir duruşumuz var.
İkinci alan; Türkiye Cumhuriyeti ile Kıbrıs Adası arasındaki tartışmalı
alanlardır. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin çok uzun sahili, deniz yetki alanı
ve kıta sahanlığı, genel anlamda kıta sahanlığı bağlamında ana kara ile
Kıbrıs adası arasındaki tartışmalı alanlardır. Bu bölgeye ilişkin olarak
bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin ki Sayın Bakan çok daha net bir
biçimde izah edebilecek durumdadır bunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin ben bu
bölgede tek yanlı faaliyetlere müsaade etmem, eğer siz bu yönde adım atmaya
kalkarsanız ben bunu engellemek için bir başka adım atarım şeklinde
olmuştur. Bu nedenle de bu bölgede ister yabancı şirket olsun, ister başka
şirket olsun kazı yapmaya kalkıştıklarında Türkiye Cumhuriyeti fiilen de
buna müsaade etmemiştir. O nedenle önümüzdeki dönemde bölgedeki gelişmeleri
değerlendirirken, “neden acaba bu konuda Türkiye Cumhuriyeti engellemedi ve
diğer konuda engellemişti?” sorusunun cevabı burada yatmaktadır. Hangi
bölgede kazı yapıldığıyla doğrudan alakalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin
deniz yetki alanlarına giren bir alanla bağlantılı olduğu takdirde Türkiye
Cumhuriyeti buna izin vermeyeceğini söylemiştir. Ama Kıbrıs Türk tarafı
verdiği yetkiyle bütün bu alanlar içerisinde araştırma, kazı yapabileceği
vurgusunu defalarca tekrar etmiştir. Bu ikisini birbirine karıştırmamak
gerektiği kanaatindeyim.
Bir üçüncü nokta; aslında dün akşam yayınlanan Birleşmiş Milletler Genel
Sekreteri’nin Kıbrıs Raporunun içerisinde de olan doğalgazla ve onun bir
çözümü teşvik edebilecek, aslında Kıbrıs Rum tarafını çözüme motive
edebilecek bir manivelaya, bir araca dönüştürülmesiyle ilgilidir. Bu
siyasettir, uluslararası siyasettir, uluslararası ilişkilerdir bana
kalırsa. Yani Kıbrıs Rum tarafının yönetimi ve zenginliği Kıbrıslı
Türklerle paylaşmakta zorlandığını, buna çok sıcak bakmadığını, bu nedenle
uzlaşmaya dayalı çözümden genelde geri durduğunu biliyoruz. Bunu kırmak
için, bunu işbirliğine daha sıcak yaklaşmaya doğru çevirmek için veya
kapsamlı bir çözüme daha sıcak yaklaşmaya çevirmek için geçmişte birtakım
fırsatlar olmuştur ve kaçırılmıştır maalesef. Örneğin, Avrupa Birliği
üyeliğinin eşiğinde eğer Kıbrıs Rum tarafına, siz Kıbrıs sorununu çözüm
yönünde olumlu bir tutum içerisinde olursanız ancak o zaman Avrupa Birliği
üyesi olursunuz denilebilmiş olsaydı bugün çok daha farklı bir noktada
olurduk. Şimdi benzer bir fırsat doğmuş durumdadır, bu fırsat doğalgazla
ilgilidir. Tam da bu eşikte ve yakın bir gelecekte uluslararası şirketler
aracılığıyla veya uluslararası aktörlerin başka bazlı menfaat dengeleri
çerçevesinde.
Kıbrıs Rum tarafına tamam, bu noktaya kadar lisans verdiniz, araştırma
yaptık, kazı aşamasına geldik, ama bu noktadan sonra daha ileriye
gidebilmek için Kıbrıslı Türklerin de rızasının alınması gerekir.
Dolayısıyla, oturun, Kıbrıslı Türklerle anlaşın demesi durumunda, işte o
noktada doğalgaz bir manivelaya, bir “leverage”a dönüşür ve Kıbrıs Rum
tarafının bu paylaşmaktan imtina eden katı tutumunun kırılmasına yardımcı
olabilir diye düşünüyorum. Bu noktada kuşkusuz uluslararası topluma büyük
bir görev düşmektedir. Önümüzdeki günlerde aslında sınanacak olan şey,
uluslararası toplumun Doğu Akdeniz Bölgesi’nde bir iş birliğini isteyip,
istemediği yönündeki samimiyetidir diye düşünüyorum.
Son olarak da şu hususa dikkat çekmek istiyorum sözlerime son vermeden
önce: Deniz yetki alanları bağlamında yaşadığımız şeyin çok benzer bir
halini savunma ve askeri iş birliği konularında şu anda Doğu Akdeniz
Bölgesinde yaşıyoruz. Biliyorsunuz Kıbrıs Rum tarafı Andreas Papandreu Hava
Üssü ve Evangelos Florakis Deniz Üssü kanalıyla bu bölgede farklı
uluslararası aktörlere kullanım hakkı, askeri iş birliği yaparak, savunma
ve askeri iş birliği ilişkilerine girerek birtakım üsleri kullanma durumu
yaratmaktadır. Zaten İngiliz üsleri Ada’da bulunmaktadır, ama buna ilaveten
önce Ruslar, daha sonra Fransız ve İtalyanlarla yapılan birtakım
anlaşmalarla bu üslerin kullanılması imkanını Kıbrıs Rum tarafı
uluslararası aktörlere yaratmaktadır. Şimdi de Amerika Birleşik
Devletleri’yle buna benzer bir yakınlaşmanın olmakta olduğunu
gözlemliyoruz, hatta son dönemde Güney Kıbrıs’ta başka bazı askeri
faaliyetlerin aslında zaten olduğu, fakat bunun Kıbrıs Rum kamuoyu
tarafından pek de bilinmediği ortaya çıkmıştır.
Şimdi son dönemde Kıbrıs Rum tarafı, bir taraftan İsrail, diğer taraftan
Mısır ve Yunanistan ile farklı bir savunma ve askeri iş birliği ilişkisi de
geliştirmektedir, muhtemelen takip ediyorsunuzdur ve aynı zamanda Avrupa
Birliği çerçevesinde PESCO bağlamında da Kıbrıs Rum tarafı aktif bir
biçimde savunma ve askeri iş birliği konularında fiiliyatta bazı adımlar
atmaktadır ve asılda bir tür oldubittiler de yaratmaktadır bu bölgede.
Bu nedenle, deniz yetki alanlarının belirlenmesinde olduğu gibi, savunma ve
askeri iş birliği alanlarında da bu fiili durumu dengelemenin gerekli
olduğunu, 1974’ün şartlarıyla artık düşünmemizin mümkün olmadığını ve bu
alanda da, yani savunma ve askeri iş birliği alanlarında da bizim bir
paradigma değişikliğine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum ve özellikle
altını çizerek vurgulamak istiyorum.
Doğu Akdeniz için kuşkusuz arzu ettiğimiz şey, örneğin bu bölgede artık
mülteci sorunlarının son bulması, insani krizlerin son bulması, ticaretin
ve doğal zenginliğin iş birliği içerisinde tam anlamıyla bir
“interdependence” yani karşılıklı bağımlılık yaratacak şekilde
kullanılması. Arzu ettiğimiz şey gerçekten de budur, ideal olan da budur
Doğu Akdeniz Bölgesi için. Enerjide, elektrikte, merkeze bir hava dönüşün
bir yer olması Kıbrıs’ın. Bu, ideal olan kapsamlı çözüm bağlamında bunun
olmasıdır. Ama 50 yıldan sonra eğer kapsamlı çözüm olmuyorsa veya
gecikiyorsa, bunun kapsamlı çözüm beklenmeden taraflar arasında bir iş
birliğiyle elde edilmesidir, bölgede çatışma riskini azaltacak olan,
istikrarsızlığı ortadan kaldıracak olan şey tam da ekonomik bağlamda bir iş
birliği ve karşılıklı bağımlılığının ortaya çıkmasıdır. Bunun için de
kuşkusuz diyalog ve vizyon gerekir. Önümüzdeki dönemde bunu hep birlikte ve
özellikle Türkiye Cumhuriyeti’yle birlikte başarabileceğimize inanıyorum.
Çok teşekkür ederim.
SUNUŞ- Sayın Bakan, çok teşekkür ediyoruz.
Şimdi sözü Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu’na
bırakıyorum.
DIŞİŞLERİ BAKANI MEVLÜT ÇAVUŞOĞLU- Çok değerli Başbakan Yardımcım,
Rektörümüz, Dekanımız, hocalarımız, uzmanlarımız ve sevgili öğrenciler; ben
de bugün uzun bir aradan sonra okulumuzda, Mekteb-i Mülkiye’de bulunmaktan
büyük bir mutluluk ve onur duyuyorum.
Ve bu nazik davet için Dekanımıza ve Rektörümüze de huzurlarınızda çok
teşekkür ediyorum.
Böylesine zamanlıca düzenlenmiş bir panelde, bir forumda Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay
kardeşimle beraber bulunmaktan da ayrıca mutluluk duyuyorum.
Biraz sonra, bu forumdan sonra bakanlığımıza geçerek kendisiyle ikili
görüşmelerimizi yapacağız, basın toplantımızı yapacağız ve Türkiye-KKTC
ilişkilerinin yanında Kıbrıs konusu ve bölgesel konuları inşallah beraber
değerlendireceğiz.
Bugün konumuz, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs. Elbette bu konuda düşüncelerimi
paylaşacağım, ama Mekteb-i Mülkiye’de bulunmuşken, buraya gelmişken Türk
dış politikamızın bazı unsurlarını ve dünyadaki gelişmeleri kısaca sizlerle
de paylaşmak isterim.
Gerçekten bugün dünyadaki gelişmelere baktığımız zaman yeni bir geçiş
döneminden, sürecinden geçtiğimizi tüm dünyanın ve bölgemizin
anlayabiliyoruz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir soğuk savaş dönemi
vardı, iki kutuplu bir dünya vardı. Burada, siyasal bilgiler fakültesinde
öğrenciyken iki kutuplu dünyanın nereye varacağını ve o zaman iki kutup
arasındaki silahlanma konusundaki tırmanmanın nasıl tersine dönebileceğini
hocalarımızla ve öğrenci arkadaşlarımızla beraber tartışırdık, yani
“deterrence” yerine “detente” nasıl olur, bunları konuşurduk.
Daha sonra biliyorsunuz Doğu Bloku yıkıldı, iki kutuplu dünyadan çok
boyutlu, kutuplu bir dünya nasıl olur, bu tartışmalar başladı. Son günlerde
ise bir taraftan artık ben de varım demeye başlayan ülkeler var, diğer
taraftan eskiden iki kutuplu dünyanın liderliğini yapan, üstlenen ülkelerin
de artık tek taraflı aldığı kararlarla dünyaya, bölgeye hükmetmeye
başladığını ya da hükmetmek istediğini görüyoruz, yani tek taraflılık.
Bugün ABD’nin özellikle aldığı kararlar, uyguladığı politikalar da bu
yöndedir. Tam bu gelişmeler olurken bu sefer çok taraflılığı nasıl ön plana
çıkarabiliriz, bunun için neler yapabiliriz arayışları başladı ülkelerde ve
bölgesel örgütlerde, Avrupa Birliği dahil. Biz de Türkiye olarak tabii ki
çok taraflılığı destekliyoruz, ama etkin birçok taraflılığı destekliyoruz.
Ve bunun için de üyesi olduğumuz örgütlerin yeniden bir reforma tabi
tutulması gerekiyor ve her ülkenin buralarda katılımı önemli ve iş birliği
önemli. Çünkü bugün karşı karşıya kaldığımız sınamalara baktığımız zaman
tek bir ülkenin ya da bir bölgesel örgütün, hatta Birleşmiş Milletler’in bu
sınamaların üstesinden gelemeyeceğini görüyoruz. Gerek kendi yapılanması,
gerek vizyon eksikliği, gerekse karşı karşıya kaldığımız tehdidin ya da
sınamanın boyutu bakımından. O nedenle çok taraflılık önemlidir. Gerçekten
bugün bakıyoruz bir taraftan terör, radikalleşme had safhada, şiddete varan
aşırıcılık. Diğer taraftan hoşgörüsüzlük, yabancı düşmanlığı, İslam
düşmanlığı, yoksulluk, yasadışı göç, insani trajediler. O sebepten veya bu
sebepten, iklim değişikliği ve ekonomik bunalımlar işsizlik gibi birçok
sorun küresel boyutlara vardı. Ve diğer taraftan bakıyoruz suçun boyutu
değişiyor; bilişim suçları, siber savaşları, proxy dediğimiz vekâlet
savaşlarının yaşandığı bir bölgedeyiz ve dünyadayız. Tam Türkiye, işte bu
birçok sorunun yaşandığı bölgenin de değişik bölgelerin de merkezindeyiz,
ama karamsar olmamamız lazım. Bir taraftan değişen dünyada da önümüze çok
ciddi fırsatlar çıkıyor. Bir bakıyoruz ekonomik gelişim. Ekonomik gelişim
nereden nereye gidiyor, ekonomik güçlerin dengesi ne tarafa kayıyor?
Bakıyoruz kuzeyden güneye doğru Afrika dahil, Latin Amerika dahil ve
batıdan doğuya doğru ekonomik güç kaymaya başladı. Bazı uzmanlara göre bu
ekonomik gücün doğuya doğru kayma hızı yüzde 140 kilometre, bazılarına göre
hatta daha fazla. 2050 için Afrika’nın dünya ekonomisine sunabileceği katkı
yine uzmanların değerlendirmesine göre 50 trilyon Dolar. Ve bu potansiyeli
nasıl değerlendireceğiz, kimler değerlendirecek? Eski kolonyalist sömürgeci
anlayış mı? Kazan-kazan anlayışıyla Afrika ülkelerinin de kazanacağı bir
modelle mi?
İşte böylesine bir ortamda biz Türkiye olarak, Türkiye Cumhuriyeti olarak
girişimci ve insani bir dış politika izlemek durumundayız. Girişimci dış
politika tek taraflı dış politika değildir, tam tersi çok taraflı bir dış
politikadır. Bunu bazıları özellikle Batılı dostlarımız eksen kayması
olarak görüyor. Onların hatta bizden daha güçlü olduğu ülkelere gittiğimiz
zaman bile bunu eksen kayması olarak değerlendiriyor, ama biz bunu böyle
değerlendirmiyoruz. Bugünün dünyasında ve hedefleri olan bir Türkiye,
dünyanın her yerine ulaşması gerekiyor. Ve girişimci olduğu kadar da insani
dış politika izlemek durumundasınız. Neden girişimci dış politika izlemek
durumundayız? Çünkü çıkarlarımızı dünyanın her yerinde en iyi şekilde
aramamız lazım kazan-kazan anlayışıyla. Serbest ticaret anlaşmalarını
imzalamamız lazım, vizeleri kaldırmamız lazım, dünyanın her yerinde misyon
sahibi olmamız lazım. Bugün 240 misyonumuzla, temsilciliğimizle dünyada
5’nci sıraya yükseldik ve yakın zamanda 1 sene içinde 262’ye çıkacağız.
Aynı şekilde Türk Hava Yolları’mızla, Yunus Emre’yle, Türk Kızılayı ile,
TİKA’mızla ve de Maarif Vakfı’mızla ve diğer kuruluşlarımızla da dünyanın
her yerinde varız. Ankara Üniversitesi de özellikle Latin Amerika
bölgesinde çok önemli faaliyetlerde bulunarak Türkiye’nin bu yumuşak gücüne
çok önemli katkılar sağlıyor. O yüzden rektörümüze ve üniversite
yönetimimize ve tüm hocalarımıza da huzurlarınızda şükranlarımı sunuyorum,
çünkü esas kalıcı güç budur, yumuşak güçtür. Türkiye bugün sert gücüyle;
“hard power” dediğimiz sert gücüyle, “soft power” dediğimiz yumuşak gücün
sentezini çok iyi yapabilen bir ülkedir. Ve bu sorunlara çözüm bulmak için
Türkiye proaktif olmalıdır. Birleşmiş Milletler çatısı altında, AGİT çatısı
altında, Barış İçin Arabuluculuk İnisiyatifinin Eş Başkanlığını bu nedenle
yapıyoruz. Şimdi tam da biraz önce söylediğim o artış trendi gösteren,
hepimizi etkileyen, Avrupa’yı da etkileyen bu olumsuzluklara karşı
medeniyetler ittifakını İspanya’yla şimdi önümüzdeki aydan itibaren tekrar
canlandırıyoruz. Ve Balkanların istikrarı için biz üçlü mekanizmalarımızla
o Balkan ülkelerini bir araya getirerek istikrara, barışa ve ekonomik
kalkınmaya katkı sağlıyoruz.
Diğer taraftan doğuya gittiğimiz zaman Kafkasya, hatta ötesi Afganistan ve
Pakistan’la yine inisiyatiflerimizde; bir taraftan Bakü-Tiflis-Kars gibi
demiryolları gibi, yine TANAP gibi boru hatları ve önemli projelerle
ekonomik kalkınmaya katkı sağlıyoruz. Diğer taraftan Kafkasya’nın da
istikrarı önemli, ama Asya-Pasifik de önemli. Afrika açılımımız da ortaklık
politikasına döndü. Latin Amerika’da yine açılım politikamız artık yavaş
yavaş attığımız adımlarla ortaklık politikasına doğru dönmeye başladı.
Bunların hepsi bizim için önemlidir, dünyamızın geleceği için de önemlidir.
Ve etrafımıza baktığımız zaman gerçekten çok önemli sorunlar var ve bu
sorunların bazıları da artık dondurulmuş itilaf haline döndü ya da çözümü
dondurulmuş itilaflar. Kafkasya’da işte Karabağ problemi ve hemen yine
Kafkasya’da Güney Osetya-Abhazya problemi. Ve şimdi artık Kırım da
dondurulmuş itilaf. Moldova’yı işte yakından etkilendiren, yarın Sayın
Cumhurbaşkanımızın ziyareti var, Transnistria dondurulmuş bir itilaftır. Ve
bu sorunlardan bir tanesi de Kıbrıs sorunudur ve uzun zamandır tüm çabalara
rağmen Kıbrıs sorununa da bir maalesef çözüm bulunamadı. Dolayısıyla, bugün
Doğu Akdeniz dediğiniz zaman akla ilk önce Kıbrıs gelir. Ama bugün Doğu
Akdeniz’de daha detaylı baktığımız zaman sorun sadece Kıbrıs değil. İşte
Suriye’de 8 yıldır devam eden savaş ve bu sivil savaşın cezbettiği burada
var olmak isteyen ülkelerin Doğu Akdeniz’de savaş gemileriyle, deniz
altılarıyla ve diğer mevcudiyetleriyle daha fazla yer aldıklarını
görüyoruz. Yani bunlar fırsat mı getirecek, yoksa bu bölgenin var olan
sorunlarına olumsuz anlamda daha mı katkı sağlayacaklar, daha doğrusu
tetikleyecekler?
Bir bakıyoruz yine bölgemizde, yani Doğu Akdeniz’deki sorunlara biraz önce
söylediğim bu göç akımları gerçekten çok ciddi bir sorun. Bunu sadece
güvenlik açısından bakarsak yanılırız, insani açıdan da bakmamız lazım.
Keza Filistin-İsrail sorunu yıllardır çözüm için çabalar oldu, ama bugün
ABD’nin tek taraflı aldığı kararlarla tekrar başka bir boyut kazandı ve
dünyanın ilgisi yine buraya yöneldi. Lübnan’a baktığımız zaman yine
kırılgan bir yapının olduğunu görüyoruz Ürdün vesaire, hatta biraz daha
aşağı gidersek Mısır’a kadar bunu uzatabiliriz. Mısır’dan sonrası zaten
Orta ve Batı Akdeniz oluyor.
Şimdi bu mevcudiyetlerin bölgeye etkisi ne olacak ve Kıbrıs sorununa etkisi
ne olacak? Tabii bölgede özellikle şimdi Rusya da tüm varlığıyla ağırlığını
arttırmaya çalışıyor. İşte böyle bir dönemde biz özellikle Kıbrıs sorununun
çözümü için uzun yıllar çaba sarf ettik. Yani bu 1963’den bu tarafa,
’68’den, hatta ’74 müdahalemizden sonra da çabalarımız devam etti. Ama en
son geçen sene Kudret Bey o zaman Dışişleri Bakanı değildi, partisinin
Genel Başkanı olarak süreci yakından takip etti sürekli temas halindeydik.
Önce Cenevre’de, sonra Temmuz ayında Crans-Montana’da tüm çabalarımıza
rağmen kalıcı bir çözüme ulaşamadık. Bunun da sorumlusu Rum tarafıdır.
Gördük ki Rum tarafı Türklerle, Kıbrıslı Türklerle birlikte yaşamaya hazır
değil. Ve Ada’nın ekonomisini ve siyasi gücü eşit bir şekilde paylaşmaya
hazır değil. Şimdi ise yeniden ne yapabiliriz arayışı içindeyiz. Yani iki
kesimliliğe dayanan, siyasi eşitliliğe dayanan, federal bir çözümle ilgili
müzakereler Annan Planı’yla da, daha önceki denemelerde de olmadı ve artık
yeni bir müzakereye nasıl başlayabiliriz? Sırf müzakereye başlamak için
tekrar masaya oturmak bizim için anlamlı değil, sonuç alıcı olması lazım.
Neyi müzakere edeceğimizi önceden çok iyi bir şekilde tüm taraflarla
belirlememiz lazım. Yine federal bir çözüm için iki kesimlilik mi? İki
devlet mi? Veya başka bir çözüm olabilir. Biz her türlü fikre açığız.
Sonuçta diplomasiyle ve barışçıl müzakerelerle bir siyasi çözüme ulaşmamız
lazım. Bunları kendi aramızda görüşüyoruz, yani KKTC ve Türkiye olarak
bazen ben Ada’ya gidiyorum hep beraber oluyoruz, Sayın Cumhurbaşkanı
Akıncı, yine Hükümet, Meclis’te yine muhalefette olan partiler dahil
hepsinin liderleriyle oturuyoruz konuşuyoruz, stratejilerimizi belirliyoruz
uyum içinde çalışıyoruz. Ve tabii garantör ülkeler olarak üçlü formatta da
görüşmelerimizi sürdürüyoruz. En son New York’ta Genel Kurul marjında
Türkiye, Yunanistan ve İngiltere Dışişleri Bakanları olarak bir araya
geldik.
Aynı şekilde Rum tarafıyla da gayri resmi temaslar oluyor, olabilir, olması
da lazım. Çünkü bir başarısızlığı daha bizim kabul etmemiz mümkün değil,
hazmetmemiz mümkün değil. Bundan sonra sonuç odaklı bir müzakerenin olması
gerekiyor. Dolayısıyla, bu konuda biraz sonra yine Sayın Dışişleri
Bakanımızla birlikte bu konuları değerlendireceğiz. Ve önümüzdeki günlerde
ben yine Ada’ya giderim, arkadaşlarımız gelir. Hep birlikte bugüne kadar
yaptığımız temasları da değerlendirme fırsatı buluruz diye düşünüyorum.
İşte tam bu süreçte, tabii Rum tarafı tek başına, yani çözüm olmadan Avrupa
Birliği’ne üye olarak kabul edildi, sorunlar daha da karmaşık hale geldi ve
çözümü de zorlaştı. Biz Avrupa Birliği’ni de gözlemci olarak müzakerelerde,
konferanslarda yanımızda tutuyoruz. Çünkü herhangi bir anlaşmanın, tabii
Avrupa Birliği müktesebatıyla ilgili olacağı için birincil hukuka dahil
edilmesi gibi, Avrupa Birliği’nin olması önemli. Ama Avrupa birliği tabii
Rum Kesimi üye olduğu için masada bir taraf olarak olmaz, olamaz ve
olmayacak, bunu da kendileri de çok iyi biliyorlar.
Diğer taraftan şimdi Rum kesimi tek taraflı olarak Ada etrafında
hidrokarbon arayışlarını da sürdürüyor. Biz Avrupa Birliği’ne ve
kendilerine net bir şekilde söylüyoruz, biz buna müsaade etmeyeceğiz. En
son İtalyan şirketi ENI geldiği zaman da buna müsaade etmedik. Biz Ada’nın
etrafındaki rezervlerin, zenginliklerin paylaşılmasından yanayız ve Kıbrıs
Türk halkının burada hakkı var. Esasen Rum Kesimi bunu inkar etmiyor, ama
uygulamalarında ise buna riayet etmiyor ya da buna saygı duymuyor.
Uyardığımız zaman da basit bir bahane, “efendim” diyor, “biz şimdi” diyor,
“sadece”, diyor, “bir” diyor, “sondaj yapıyoruz, arama yapıyoruz” diyor,
“çıkarmıyoruz”. Yani “exploration yapıyoruz exploitation yapmıyoruz”. O
aşamaya geldiğimiz zaman Kıbrıs Türklerinin haklarını garanti edeceğiz.
Madem böyle bir niyetin varsa şimdi yapmanın ne mahsuru var? Tipik çifte
standart ve özür dileyerek söylüyorum ikiyüzlülük. Biz de diyoruz ki biz
tek taraflı bu çalışmalara müsaade etmeyiz.
Ve elbette bir taraftan engellemenin yanında, artık fiili adımlarla da
Kıbrıs Türk halkının haklarını korumak durumundayız. Şimdi platformumuzu
aldık, yine alacağız. Bir taraftan Türkiye’nin münhasır ekonomik bölgesinde
bu arayışlarımızı, sondajlarımızı yapacağız. Diğer taraftan da Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti’nin daveti üzerine Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin yine
deniz yetki alanları ve de münhasır ekonomik bölgesinde, yani Ada etrafında
da bu sondajlarımızı sürdüreceğiz. Bizim derdimiz kimseyle kavga etmek
değildir, bizim derdimiz buradaki zenginliklerin hakça paylaşılmasıdır. Ama
şunu da herkes bilsin ki, Doğu Akdeniz’de ne Türkiye’nin, ne de Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ve Kıbrıs Türk halkının hakkını kimseye
yedirmeyiz, yani bu da herkes tarafından bilinmesi lazım.
Ve bu konuda da yine Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’yle çalışmalarımızı
sürdüreceğiz, gerekli adımlarımızı atacağız. Bir taraftan Savunma
Bakanlığımız, Genelkurmayımız, bir taraftan Ulaştırma Bakanlığımız,
Ulaştırma Bakan Yardımcımız da sağ olsun bugün aramızda ve kendisi
denizcilik işlerine de bakıyor, teşekkür ediyoruz bizimle beraber oldukları
için, diğer taraftan yine ilgili kurumlarımızla beraber biz bu adımlarımızı
atarak Kıbrıs Türk Halkı’nın haklarını koruyacağız.
Değerli hocalarım, sevgili öğrenci kardeşlerim; soru-cevapla belki
forumumuzu daha da zenginleştirebiliriz.
Ben burada 4 sene okudum ve buradaki yıllarımı hiçbir zaman unutmam.
Okulumuzda gördüm ki bir inşaat bakımından yenilenme var ve inşallah
okulumuz daha da güzel olacak. Bu sınıfın da yenilendiğini görüyoruz.
Eskiden burada sıralar vardı, o sıraların bir avantajı vardı, kopya çekmeye
biraz şeydi, küçük notlar. Türkay Hoca böyle Afrika kabilelerinin
isimlerini, kabile reislerinin isimlerini, onları ezberlemek tabii mümkün
değil, köşeye hafif hafif böyle tüm arkadaşlar yazardı önceden gelip. Ama
şimdi artık burada sınav da olmaz herhalde, öğrenciler pek hoşlanmaz, pek
uygun değil, ama koltuklar güzel olmuş.
Biz gerçekten bu üniversitenin, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane-i Osmaniye
Aliye’nin bu ülkeye katkılarını biliyoruz ve vatan sevgisiyle biz burada
eğitim gördük.
80 darbesinden sonra burada, 84’te girdim ben, apolitik bir dönemde, ama
tüm siyasi görüşlerin de medenice tartışıldığı, görüşüldüğü ve hoşgörünün
azami seviyede olduğu bir dönemde ben eğitim gördüm.
Diğer taraftan sınıfımdan bugün Bakanlığımda 17 tane arkadaşım büyükelçi
olarak görev yapıyor. Sözcüm Hami Bey de yine aynı şekilde benden 3 sene
sonra buradan mezun. Hüseyin Genel Müdürümüz iletişimle ilgili ve o bizden
2 sene gerideydi. Biliyorsunuz Mülkiye var Kızılay’da, oraya Hüseyin 2’nci
sınıftayken gitmek isterdi, 4’üncü sınıflara izin verirlerdi, Hüseyin de
oraya gitmek için burada hep peşimizde dolaşırdı, içeriye girebilmek için.
Söylemek istediğim, gerçekten arkadaşlarımızın hepsi, yani bugün siyasal
bilgiler fakültesi mezunu olup da Bakanlığımızda görev yapan tüm
arkadaşlarımızın hepsi çok önemli katkılar sağlıyor. Murat, sen nereden
mezunsun?
LEFKOŞA BÜYÜKELÇİSİ ALİ MURAT BAŞÇERİ - Marmara Üniversitesi.
DIŞİŞLERİ BAKANI MEVLÜT ÇAVUŞOĞLU- Murat da Marmara’dan mezun, şu anda KKTC
nezdinde yeni Büyükelçimiz oldu, ama o da fena değil Marmara Üniversitesi…
(Gülüşmeler)
Ve son zamanlarda yalnız üniversitemizden ve fakültemizden Bakanlığımıza
giren arkadaş sayısının azaldığını görüyoruz. Bilmiyorum ilgimi mi azaldı,
ilgi başka yönlere mi gitti? Ama Mekteb-i Mülkiye’den mezun kardeşlerimizi
de Bakanlığımızda daha fazla görmekten mutluluk duyacağım, bunu bir mezun
Dışişleri Bakanı olarak da özellikle vurgulamak istedim.
Çok teşekkür ediyorum.
Şimdi sorularınızı cevaplamak isterim. Sağ olun.