Sayın Bakanımızın “AB ve Türkiye Arasındaki Sivil Toplum Diyaloğunun Geliştirilmesi Açılış Konferansı”nda Yaptıkları Konuşma, Sheraton/Ankara, 9 Eylül 2008
Çok Değerli Büyükelçiler,
Değerli konuklar,
Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki sivil toplum diyaloğunun geliştirilmesi projesinin açılış konferansı için bugün burada bir aradayız. Bu açılışa hepiniz hoş geldiniz diyorum.
Biliyorsunuz Türkiye, 3 Ekim 2005 tarihinden bu yana, yani yaklaşık 3 seneden bu yana, Avrupa Birliği ile olan ilişkilerinde artık yeni bir dönemdedir. Türkiye, sadece bir aday ülke değil, aynı zamanda katılım müzakerelerine başlamış katılımcı bir ülkedir. Bu, Avrupa Birliği ile olan ilişkilerde yeni bir statüdür aynı zamanda. Avrupa Birliği üyelik hedefi, Türkiye için artık stratejik bir hedeftir. Yıllardır bir devlet politikası haline gelmiş ve bu anlayışla sürdürülmüş, bu anlayışla üzerinde çalışılmış bir hedeftir. Bu, sadece bizim bir dış politika yönelimimiz değil, aynı zamanda Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu, son derece önemli reform sürecinin de bir çerçevesini oluşturmaktadır. Bir bakıma, Avrupa Birliği katılım süreci her alanda Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak amacıyla devam ettirilen ve bizim de hükümet olarak çok güçlü bir şekilde sahiplendiğimiz ve başarıyla da sürdürdüğümüz bir süreçtir.
Aralık 2002’de Türkiye’nin önüne bazı hedefler konulmuştur ki bizim hükümetimiz kurulduktan daha bir aylık bir süre dahi dolmadan, biliyorsunuz 18 Kasım 2002’de ilk AKP Hükümeti kurulmuştur ve 12 Aralık 2002 Kopenhag zirvesinde Türkiye’ye denmiştir ki 2 yıllık süre içerisinde eğer Kopenhag siyasi kriterlerini yeterince karşılarsa, Türkiye tam üyelik müzakerelerine başlayabilecektir. 2003-2004 yıllarında Türkiye, bu hedefi yakalamış, Kopenhag siyasi kriterlerini yeterince karşılamış bir ülke sıfatını da almıştır. Ancak, burada yeterince kelimesinin altını çizmek istiyorum. Çünkü o tarihlerde de bazıları zannetti ki tamam artık müzakereler başladı, Türkiye artık Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni yerine getirdi, yapacağımız bu kadardır. Bu, doğru bir yaklaşım değil. Türkiye, siyasi kriterler açısından baktığımızda da daha önünde uzunca yol olan, daha uzunca bir mesafe kaydetmesi gereken bir ülkedir.
Evet, demokratikleşme alanında, temel hak ve özgürlükler alanında, hukukun üstünlüğü ilkesinin Türkiye’de gerçek anlamda uygulanması konusunda önemli mesafeler kaydettik ve bu mesafeler dışarıdan Türkiye’yi gözlemleyenler açısından baktığımızda, gerçekten bazıları tarafından devrim diye nitelenen çalışmalardır. Bundan 5-6 sene öncesinin Türkiye’si ile bugünün Türkiye’si çok farklı iki ülkedir adeta. Sadece ekonomik göstergeler açısından değil, aynı zamanda Türkiye’nin yakalamış olduğu demokratikleşme seviyesi açısından baktığınızda da iki ayrı ülkedir. Artık Türkiye’de 400’ü aşkın televizyon kanalı, 1100 kadar radyo kanalı yayın yapmaktadır, sadece son iki yılda ilkokullara gönderdiğimiz bilgisayar sayısı 550 bini aşmıştır. Yani, bugün Türkiye’de artık en ücra köşelerdeki ilkokul çocukları dahi internet üzerinden dünyaya ulaşabilmekte ve dünyada ne olup bitiyor bunu izleyebilmekte, anlayabilmektedir.
Türkiye, bundan 5-6 sene öncesine göre çok daha açık bir ülke haline gelmiştir. Açık bir ekonomi haline gelmiştir ve aynı zamanda çok daha açık bir toplum haline gelmiştir. Biz, açık bir ülke olmanın Türkiye’ye güç kazandırdığına inanıyoruz. Türkiye’nin bu süreçten güçlenerek çıktığına inanıyoruz. Aynı zamanda Avrupa Birliği süreci, bireylerin tek tek daha güçlü kılındığı, bireylerin ülkenin geleceği konusunda kendilerini çok daha güçlü bir şekilde söz hakkına sahip olduğunu hissettiği bir dönemdir. Burada önemli bir değişiklik yaşanmıştır. Türkiye’de artık güç, bireylerin, fertlerin eline doğru hızla kaymaktadır ve halkımız da bunu iyi hissetmektedir. Ülkesine sahip çıkan, demokrasisine sahip çıkan bir toplumdur artık Türkiye. Yapmış olduğumuz reformlar ve bundan sonra yapacak olduğumuz reformlar, günlük hayatımızı etkileyen pek çok alanda da önemlidir. İçtiğimiz suyun kalitesinden soluduğumuz havanın temizliğine kadar, tüketici haklarının korunmasından, halkımızın sağlığı ile ilgili pek çok alana kadar Avrupa Birliği süreci Türkiye’nin standartlarını yükseltmekte yardımcı olmaktadır. Tüm bu alanlarda ister siyasi konularda, ister günlük hayatımızla ilgili pek çok teknik içerikli konuda, bir dış ölçüt, standart, norm Türkiye için son derece önemlidir. Aksi halde biz, Türkiye’de her zaman şunu diyebiliriz: “Türkiye’de suyun kalitesi budur ve biz bununla da yaşayabiliriz”. Ya da “Türk halkı için bu kadar demokrasi kafidir. Türkiye’nin kendine özel şartları vardır ve biz böylesine özel, kendine has tanımlanmış bir demokrasi ile devam edebiliriz”. İşte Avrupa Birliği süreci, tam bu noktada önemlidir ve Türkiye’nin her an kendini bir ölçüt ile mukayese edip, dünyaca kabul edilmiş en iyi standartlara uyum sağladık mı, yoksa bu standartlardan daha uzak mıyız bunu belirlemede, bunu anlamada da yine Avrupa Birliği süreci bizim için önemli bir çerçeve oluşturmaktadır. Biz, inanıyoruz ki Türk halkı en iyi standartlara layıktır. Türk halkı, en iyi yaşam kalitesini hak etmektedir. Türk halkı, dünya standartlarında en iyi demokratik düzeni, en iyi demokratik standartları hak etmektedir.
Bizim, hükümet olarak kurulduğu ilk günden buyana ki biliyorsunuz, Kasım 2002’den bu yana sayarsak, bu üçüncü hükümetimiz, 3. AKP hükümeti, her bir hükümet döneminde Avrupa Birliği hedefimiz bizim tüm reformlarımızın ana omurgasını oluşturmuştur. Sayın Cumhurbaşkanımız, Sayın Başbakanımız, hükümetimiz bu reform sürecinin arkasındadır. Halkımız da aslında tüm yapılanlara güçlü bir destek vermektedir. Zaten güçlü bir halk desteği olmadan, Türkiye’nin bu kadar cesur adımları böylesine kısa bir süre içerisinde atması da mümkün değildir. Özellikle, şu son yaklaşık bir yıllık, hatta 13-14 aylık süreci dikkate aldığımızda aslında halkımız da Avrupa Birliği sürecinin Türkiye için ne kadar önemli bir süreç olduğunu belki daha iyi anladı. Bu süreç içerisinde demokrasimiz güçlenmiştir, bu süreç içerisinde temel hak ve özgürlükler alanında Türkiye’de önemli açılımlar yapılmıştır. Bütün bu alanlarda daha fazla ilerleme sağlamak yine Türkiye’nin şiddetle ihtiyaç duyduğu bir konudur.
Biliyorsunuz geçtiğimiz bir yıllık dönem, hele hele geçen sene Nisan ayından buyana alırsanız içeride oldukça gürültülü bir dönem olmuştur. İç siyasette öylesine gürültülü bir dönem yaşadık ki bunun yankılarını dünyanın her bir köşesinden insanlar duydu ve yakından takip etti. Türkiye için çok kaygılananlar oldu. Ancak biz, şunu söyledik, artık dedik, Türkiye açık bir ülke, açık bir toplum. Konuların serbestçe tartışabildiği bir ortamda, insanların fikirlerini korkmadan özgürce ortaya koyabildiği bir ortamda, televizyon kanallarında serbest tartışmaların halkın gözünün önünde rahatça yapılabildiği bir ortamda, Türkiye er ya da geç şöyle ya da böyle kendisi için en iyi olanı bulacaktır ve kendisi için en doğru olanı seçebilir dedik. Ve bu söylediklerimiz de çok şükür gerçekleşti. Geçen sene, 2008 yılında meclisimiz açıldığından, Temmuz sonunda kapanıncaya kadarki dönemde, yaklaşık 10 aylık dönemde her ne kadar içeride gürültülü dönem de yaşasak şöyle baktığımızda, TBMM’nin sadece Avrupa Birliği ile direkt alakalı olarak 29 tane yasayı kabul ettiğini görüyoruz. Bu yasaların bir kısmı siyasi içerikli, hukuki içerikli düzenlemeler, bir kısmı da teknik içerikli düzenlemeler. Ancak, önümüzde, değerli arkadaşlar, çok kıymetli, çok değerli bir süreç var. Türkiye’de siyasi istikrarın konsolide edildiği, siyasi istikrarın yeniden güçlü bir şekilde sağlandığı böyle bir dönemde, Türkiye’nin önünde çok önemli bir fırsat penceresi açılmış durumda. Önümüzdeki dönem, Türkiye’nin artık cesur adımlar atarak elzem gördüğümüz reformları yapmamızı gerektiren bir dönemdir. Ve biz bir yandan, içeride oldukça gürültülü bir dönem yaşarken, bir yandan da işte bu reformların hazırlığını yaptık. Şubat ayında Avrupa Birliği’nin katılım ortaklığı belgesini resmi gazetesinde yayınlamasından sonra, ki Türkiye’den beklediklerini de Avrupa Birliği bir bakıma yayınlamış oluyor, biz derhal çalışmalarımıza başladık. Tüm kamu kuruluşlarımızın içinde olduğu yoğun bir çalışmayla önümüzdeki 4 yılın yol haritasını hazırladık. Siyasi kriterler konusunda, ekonomik kriterler konusunda ve aynı zamanda tüm müzakere fasıllarının içerdiği konularda, önümüzdeki 4 yıl boyunca neler yapacağımızı ulusal program taslağı dediğimiz doküman içerisine toparladık. Ve bu doküman tüm kamu kuruluşlarımızın mutabık kaldığı bir dokümandır. Oradaki reform adımları, içerik olarak ve takvim olarak tek tek o reformları gerçekleştirecek kurumlarımız tarafından onaylanmıştır. Ve biz bu reformları bu takvim içerisinde yaparız diye bize bütün kurumlarımızdan yazılı teyitler gelmiştir. Arkasından Bakan arkadaşlarımızla tek tek oturup bu programın siyasi perspektifini ele aldık. Ve bütün bakan arkadaşlarımızın tek tek mutabakatını ve tek tek desteğini aldık. Çünkü bu kadar geniş bir reform alanında her bir bakanlığın ve her bir bakan arkadaşımızın kendi ilgilendiği reformların sahibi olması ve bu reformları ister Bakanlar Kurulu’nda, ister TBMM’de savunması, gerçekleştirmesi son derece önemli olacaktır.
Bizim müzakere sürecimizin yapısı merkezi olmayan bir yapı, yani organizasyon yapısına baktığımız zaman böyle güçlü merkezi bir kurum görmüyorsunuz. Türkiye gibi, güçlü bir bürokrasi geleneği olan ve üyelik tarihi henüz belli olmayan bir ülkede, reform alanlarında ilgili bakanlıkların ön planda olması, konu sağlıksa sağlık bakanımızın bizzat o reformların öncüsü olması, o reformları gerçekleştirmesi, konu çevre ise bizzat çevre bakanımızın o reformların sahibi olması, bu reformları gerçekleştirmesi, konu yargı reformu ise adalet bakanımızın ön planda olması ve o reformları gerçekleştirmesi bizim müzakere organizasyon yapımızın temel felsefesini oluşturmaktadır. Avrupa Birliği’ne yeni üye olan ve komünist rejimden birden bire çok farklı bir düzene geçen ve nüfus açısından ya da devlet yapısı açısından baktığınızda da Türkiye ile büyüklük olarak mukayese edilemeyecek bazı ülkelerde tüm bu reformların yapıldığı merkezi birimler kurulmuş. Bu reformlar bu birimlerde pişirilmiş, diğer bakanlıklara servis edilmiş. Denmiş ki sizin reformunuz budur, alın uygulayın. Biz, bunun Türkiye için sonuç vermeyecek bir yaklaşım olduğunu düşündük ve hala öyle düşünüyoruz ve tüm reformlarda ilgili bakanlıklarımızın ön planda olduğu, ilgili bakanlıklarımızın bizzat sahiplenip yürüttüğü bir müzakere süreci, bir katılım sürecini Türkiye için doğru görüyor ve bu anlayışla hareket ediyoruz. Bugün bizim Ulaştırma Bakanlığımızda konunun uzmanı binlerce arkadaşımız var. Merkezi bir yapıdaki üç-beş kişi on kişi ulaştırma müktesebatını öğrenip, reformları hazırlayıp Ulaştırma Bakanlığımıza alın bu sizin reformunuz uygulayın dediğimizde bu Türkiye’de geri teper. Ben bunu aynı zamanda 2002 ve 2007 yılları arasında Türkiye’deki ekonomik reform programının koordinasyonundan sorumlu olmuş olan bir bakan sıfatıyla da söylüyorum. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası ile biliyorsunuz çok köklü reformlar gerçekleştirdik. Ve bu reformların hepsinde merkezi olmayan bir anlayışla bunu yürüttük. Tabii konu eğer çevre ise, Çevre Bakanlığımızı ön planda tuttuk. Konu maliye ise vergi ise Maliye Bakanımız bizzat gitti anlattı kendi reformlarını. Biz Hazine Bakanlığı olarak bir miktar daha geri planda, ancak uluslararası kuruluşlarla hem bu koordinasyonu yürütüp hem de kurumlarımızın bizzat sahiplendiği bir yapıyla Türkiye ekonomik yapısını A dan Z ye değiştirdi. Bizim bu anlayışla hazırlamış olduğumuz ulusal program en son bundan yaklaşık 3 hafta önce Bakanlar Kurulu’nda da sunuldu ve ben bizzat Sayın Başbakanımıza, diğer Bakan arkadaşlarımıza hem süreci hem de ulusal programın içeriğini özetledim ve bu hazırlamış olduğumuz taslak kamu oyuyla paylaşılabilecek bir olgunluğa geldi kanaati hepimizde oluştu ve derhal bu programı bir tartışmaya açtık, bir istişare sürecine açtık. 84 tane sivil toplum kuruluşuna yöneldik. En son iki gündür siyasi parti liderlerini ziyaret ettim ve siyasi parti liderlerine bizzat ilk elden ulusal programın hem hazırlanış sürecini hem de içeriğini anlattım. Ve dedim ki burada her ne kadar 131 tane yasa, 342 tane ikincil düzenleme öngörsek de bunları meclise sunulduğunda görmeyin, şimdiden önümüzdeki 4 yılın bize neler getireceğini, 4 yılın reformunun omurgası olan bu dokümanlar neler olacağını ilk elden anlattım. İki tane siyası parti liderimiz, bunları dinlemek istemedi ve ben dün de ifade ettim umuyorum ki bu Türk halkının çıkarına da olsa, Türk halkı bunlardan istifade de etse bu hükümetin önümüze getireceği her şeyi biz peşinen şimdiden reddediyoruz gibi bir anlayış yoktur diye ümit ediyorum. Hani Mart’ta yerel seçimler var ya ve Türkiye yavaş yavaş bir seçim atmosferine girecek, ben ümit ediyorum ki bu Avrupa Birliği reformları bu seçim atmosferine feda edilmesin. Ümit ediyorum ki muhalefet partilerimiz de Türk insanının çıkarına olan, halkımızın bizzat istifade edeceği bu reformları desteklesin. En azından içinde ne var ne yok anlamaya çalışsın. Düşünün ki belli yüzdelerde oy almış ve halkın oylarıyla Meclise gelmiş, grup kurmuş ve oy verenlerin de kendilerinden bir şeyler beklediği siyasi partilerden bahsediyoruz ve onlara oy verenleri de etkileyecek bu reformların nasıl hazırlandığı, içeriğinin ne olacağını bir siyasi parti liderinin dinlemek istememesi kuşkusuz şöyle herkesin düşünmesi gereken bir konu.
Avrupa Birliği süreci, iç siyasi çekişmelere malzeme edilmemesi gereken bir süreçtir. Ben başta da söyledim artık devlet politikası olarak Türkiye bunu kendisine bir hedef olarak seçmiştir. Reformların tek tek içeriğiyle ilgili de biz tartışma yaparız. Bunların hepsi bir yargı reformu dediğinizde, bu Adalet Bakanımız tarafından gündeme getirilecek, Adalet Bakanımız bunun zamanı gelince ki bu yılsonu gibi taslağı bitirmeyi düşünüyorlar. Bu da tartışmaya açılacak. Tek tek tartışacağız. Hep beraber diğer siyasi partilerimizle beraber Türkiye için en iyisi nedir bunu bulmaya çalışacağız hep beraber. Ve bizim bu yaklaşımımız aslında bir uzlaşı yaklaşımıdır. Bizim bu yaklaşımımız, aslında mutabakat arayışıdır. Demokraside diyalog konuşma temel bir unsurdur. Diyalogdan kaçınmanın modern demokrasi anlayışında yeri yoktur. Biz, her ne kadar siyasi parti liderleri, iki lider görüşmek istemese de, bir tanesine postayla gönderdik iadeli taahhütlü, bize görüşlerinizi bildirin dedik. Diğer siyasi partinin bize işaret ettiği genel başkan yardımcısına da bugün arkadaşlarımız gidecekler, Programı sunacaklar, görüşecekler ve biz yine de onların görüşlerine açığız. Önümüzdeki iki-üç hafta içerisinde biz artık bütün bu yorumları, görüşleri bekliyoruz ki biliyorsunuz bu sene 1 Ekim’de açılış töreni olacak, ancak yasamanın ilk günü 7 Ekim tarihidir ki 7 Ekim’e kadar artık bu işi olgunlaştırmak istiyoruz. Dolayısıyla, hem bu 80’in üzerindeki sivil toplum kuruluşundan, hem de siyasi partilerimizden ulusal programla ilgili görüşlerini bekliyoruz. Ve bu görüşleri de aldıktan sonra, dediğim gibi, mümkün olduğunca geniş bir mutabakat zemini oluşturduktan sonra bu ulusal programı resmileştirmek istiyoruz. 2003 yılındaki ulusal program bir Bakanlar Kurulu Kararı olarak yayınlandı. Yani tüm Bakanların, Başbakan’ın ve Sayın Cumhurbaşkanının imzasıyla yayınlandı ve bu yılda yine aynı öyle yapmak istiyoruz. Adı üstünde bu ulusal program. Toplumun her kesimince benimsenmesini beklediğimiz, her kesim tarafından sahiplenmesini beklediğimiz bir program. Avrupa Birliği süreci, Türkiye’de yaşayan 70 milyon insanın hayatında değişiklikler getirecek bir süreç. Türkiye’de yaşayıp da ben bu Avrupa Birliği sürecinden etkilenmiyorum, etkilenmeyeceğim diyecek hiçbir kimse kalmayacak. Ve Türkiye’nin aynı zamanda A-Z’ye kendi sistemini gözden geçirmesini gerektirecek bir süreç. Bunun için biz kuşkusuz içeride bir yandan yoğun bir reform hazırlığı yaparken, bir yandan da müzakere sürecimizin hukuki ilerlemesini sıhhatli bir şekilde yürütmek için yoğun bir şekilde çalışıyoruz. Bu işin bir iç reform kısmı var, bir de biz ara ara biliyorsunuz, fasıl açma diye tabir ettiğimiz ve 27 ülkenin de onayı ile 27 ülkenin de evet demesiyle gerçekleştirdiğimiz bir de hukuki ilerleme süreci var. Biz bunun ikisini birbirinden ayırdık biliyorsunuz. O Kıbrıs’la ilgili karardan sonra baktık ki fasılların açılıp açılmamasın da kapanıp kapanmamasında siyasi konular, Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin tek tek yaklaşımları çok daha etkili oluyor. Bizim teknik olarak hazırlıklı olup olmadığımıza bakmaksızın bazı fasıllar engellenebiliyor. Kaldı ki şu anda çok sayıda faslımız bazı üye ülkelerin münferit engellemeleri sebebiyle resmen açılmıyor. Ama resmen açılmaması hiç önemli değil. Biz o resmen müzakerelere açılmayan fasıllarda dahi adımlar attık. 2005’den buyana ve ulusal programımızda da göreceksiniz taslağında adımlar atmaya da devam edeceğiz. Fasılların açılıp açılmamasına bakmaksızın biz her fasılda adım atmaya devam edeceğiz. Bu arada, ulusal programımızın taslağını bu sabah itibariyle Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’nin Web sitesine de koyduk. Yani, artık sivil toplum kuruluşlarımıza ve siyasi partilerimize sunduktan sonra, artık tamamen kamuoyuna açtık. Dolayısıyla herkes rahatlıkla şimdi ulaşıp bu taslağı inceleyebilir. Bu taslak, nihai bir taslak değildir. Yani, bu bizim yapacağımız budur haberiniz olsun diye duyurduğumuz bir taslak değildir. Bu bizim kendi kurumlarımızın yaptığı bir çalışmadır. Ve bunun son halini alıncaya kadar ki süreç içerisindeki bütün görüşlere, bütün tekliflere, bütün önerilere açığız ben bunu tekrar ifade ediyorum.
Değerli konuklar,
Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinde bizim üyeliğimizle ilgili bazı soru işaretleri olan ülkeler var, doğru. Ancak Öte yandan, Türkiye’nin çok güçlü destekçileri de var. Ve inanın bunların sayısı çok daha fazla. Gerçekten inanarak ve Türkiye’nin Avrupa Birliği için çok büyük bir değer olacağı, Avrupa Birliğine çok çok önemli katkılar sağlayacağına inanarak Türkiye’yi güçlü bir şekilde destekleyen de çok sayıda üye ülke var. Ve bunu da buradan açıkça ifade etmek istiyorum. Her ülkenin kendi iç kamuoyu var ve Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilgili sürecine her ülke biraz da kendi iç kamuoyunun beklentileri, kanaatleri yönünde de yaklaşabiliyor. Dolayısıyla Avrupa Birliği sürecimizle ilgili duyacağımız bazı görüşler, bazı kanaatler tamamen kendi iç kamuoylarında tüketilmek üzere sarf edilmiş sözler, ifadeler, beyanatlar da olabiliyor bunu da sizler zaten takip ediyorsunuz, takdir ediyorsunuz.
Değerli konuklar,
Tüm bu sürecin, Avrupa Birliği sürecinin bizim üçüncü ayak dediğimiz bir ayağı da sivil toplum diyaloğu. Yani, bizi bugün bir araya getiren bizi burada buluşturan konu. Üçüncü ayak diyoruz, çünkü birinci ayak siyasi kriterler. Türkiye’nin demokrasi insan hakları, temel özgürlükler, hukukun üstünlüğü gibi konularda atacağı adımlar. İkinci ayak teknik, ekonomik konular ki müktesebatı uygulama ile ilgili detaylı çalışmalar ve üçüncü ayak da sivil toplum diyaloğu. Bu üçüncü ayak denmesi sadece bir iki üç maddeden ibaret değil, bakın arkada bir sürü kamera görüyorum, hepsinin üç tane ayağı var. Şimdi ayaklardan bir tanesini arkadaşlar şöyle kısaltsa bu kameralar devrilir herhalde. Dolayısıyla üçayağın hepside tek tek önemli. Bu üç ayağın hepsi de yere sağlam basmalı. İşte bu sivil toplum diyaloğu da hem Türkiye’de hem Avrupa Birliği’nde halkların bu süreci daha iyi anlaması ve halkların birbirine daha iyi yakınlaşabilmesi için son derece elzem bir süreç. İlk defa Türkiye’nin müzakere çerçeve belgesinin yayınlandığı gün beraberce yayınlanan bir sivil toplum diyaloğu belgesiyle gündeme geldi bu konu. Ve ilk defa 2007 yılı bütçesine Avrupa Birliği tarafından ayrılan yaklaşık 20 milyon Euro’luk bir kaynakla da somutlaştı. Burada neler var. Burada öncelikle ilk yıl için, sadece 2007 yılı için tam 119 tane projeden bahsediyoruz. Bunların hepsi netleşti. Bu projeleri almaya hangi kuruluşlar hak kazandı, bunların hepsi tamamlandı, bütün kontratlar imzalandı. Hatta bunlar peyder pey internet ortamında da yayınlandı. Dolayısıyla bu projelerin kimler tarafından yürütüleceği ve projenin sahipleri, projelerin konuları bunların tamamı bugün itibari ile artık belirlenmiş durumda. Ve bu projelerin kaynakları ile ilgili transferler de sanırım bir hafta içerisinde mi, on gün süre içerisinde mi ne başlıyor. Dolu bu sene. Şimdi dört gruptan bahsediyoruz. Dört ayrı proje grubu. Bunlardan bir tanesi kentler ve belediyelerin projeleri. İkincisi, meslek örgütlerinin projeleri. Üçüncüsü üniversitelerin projeleri ve dördüncüsü gençlik girişimleri ve gençlik kuruluşları ile ilgili projeler. 119 projenin 41 tanesi belediyeler ve belediye birlikleri tarafından bize sunulmuş durumda. Yani 40’ın üzerinde yerel yönetim şu anda bu projenin içerisinde. 25 tane meslek örgütünden bahsediyoruz. 28 tane üniversite projesi var ve 25 tane de gençlik örgütü var işin içinde. Ve bu projelerin bir ön şartı, her bir kurum illaki karşı taraftan, yani Avrupa Birliği tarafından bir ortak bulacak ve bu projeyi o ortağı ile beraber sunacak. Yani, bir belediye, bize bir proje sunuyorsa o belediye mutlaka Avrupa Birliği’nden bir belediye buldu, o belediye ile ortak çalıştı. Dolayısıyla, şu anda 119 projenin her birisi Türkiye’deki kurumlarla Avrupa Birliği’ndeki kurumları, yani sivil toplum kuruluşlarını ve yerel yönetimleri aslında bir arada çalışmaya, bir bakıma, mecbur eden ve bir arada çalışma kültürünü de geliştirme özelliği taşıyor. Ve bu işin kilit noktası bana göre. Burada, yerel yönetimler ve üniversitelerin yanı sıra mesela esnaf ve sanatkârlar odaları var, gazeteci dernekleri var. Ziraat odaları var, mimarlar odası var, muhasebeciler ve mali müşavirler odaları var, vakıflar var. Yani çok geniş bir yelpazeden bahsediyoruz. Türkiye’nin, şöyle bir haritayı önümüze koyduğumuzda da Türkiye genelinde yaygın bir proje setinden bahsediyoruz. Yani, belli bölgelerde yoğunlaşmış değil, Türkiye coğrafyasına yayılmış bir proje grubundan bahsediyoruz. Yine, tüm projeler konu olarak Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılımıyla ilgili öncelikli konulardan seçilmiş durumda. Avrupa Birliği katılım sürecinde en önemli konular neyse, o konulara odaklanılmış durumda. Sivil toplumlar arasındaki deneyim paylaşımı, iletişim ve ilişkilerin güçlendirilmesi, gelecekteki genişlemenin, yani Avrupa Birliği’nin genişlemesinin getireceği fırsatlar hakkında bilincin arttırılması buradaki temel konular.
Burada sonuçta, Türkiye’yi daha çağdaş, daha demokratik, daha istikrarlı bir ülke haline getirmek ancak sivil toplum ile birlikte hepimizin ortak çabası ile mümkün olacaktır. Türkiye, dinamik ve yeniliğe açık yapısıyla Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefinin sunduğu bu değişim fırsatını toplumsal bir uzlaşma ve dayanışma içerisinde değerlendirebilecek güce sahiptir. Bu değişimi Avrupa Birliğine yansıtmak ve Avrupa Birliği’nin yansımasını da toplumumuz ile paylaşmak da kuşkusuz hepimizin görevi. Avrupa Birliği süreci, bizim, evet kamu olarak hazırlığını yaptığımız, teknik çalışmalarını yürüttüğümüz bir süreç. Ancak, bu sürecin sivil toplumumuz tarafından da paylaşılması, sivil toplumumuzun da bu sürecin bir parçası olması ve hatta sivil toplumumuzun bu süreci paylaşıp, bu süreci sahiplenip, ön planda olması, bu sürecin sıhhatli işlemesi açısından da son derece önemli. Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerine bakacak olursanız, aslında 40 yılı aşkın bir tarihten bahsediyoruz. Ve dönem dönem Türkiye’de Avrupa Birliği süreci geri plana atılmıştır. Hatta dönem dönem açıkça bu sürece karşıtlık dahi hâkim olmuştur. Ancak, o dönemlerde dahi sivil toplum bu sürece sahip çıkmıştır. Şöyle bir bakacak olursak 20 yıldır, 30 yıldır, 40 yıldır istisnasız olarak, tavizsiz olarak Avrupa Birliği sürecine destek veren çok sayıda Türkiye’de sivil toplum kuruluşu vardır. Ve biz o kuruluşlarımızla beraber bu süreci yürütmenin son derece önemli olduğunu düşünüyoruz. Geniş kesimlere bu reformların maliyetlerinde önemli bir yolun bu olduğunu düşünüyoruz.
Çok değerli davetliler, değerli basın mensupları,
Sivil toplum kuruluşlarının geliştirilmesi çalışmaları ve ülkemizle Avrupa sivil toplumu arasında karşılıklı anlayışın geliştirilmesine yönelik diyalog programları bundan sonraki süreçte de devam edecektir. Bugünkü, bu 119 proje, dediğim gibi ilk yıllarla alakalıdır. Daha 2008’in, 2009’un projeleri bunları takip edecektir. Ben bu vesile ile aramızda bulunan ve bize sundukları projeleri başarılı olan ve böylece Avrupa Birliği fonlarından yararlanmaya hak kazanan tüm proje sahibi kurum ve kuruluşlara başarılar diliyorum. Ancak biliyorsunuz, bu projelerin uygulanması ile ilgili bir son tarihimiz var. Kasım 2009. Projelere başlıyoruz ama ucu açık bir çalışma olmayacak. Hep beraber gayret edeceğiz. Kasım 2009’a kadar bu projeleri hep beraber tamamlayacağız ki daha sonraki projelere geçebilelim. Sizleri, yani bu projelerden yararlanan, bu projelerde başarılı olan tüm kuruluşları kutluyorum. Bu ilk yılın ilk projelerinde, hem konuyu anlamak, vakıf olmak başarılı projeler sunmak ve bu noktaya gelmek gerçekten hem bir ilgi alaka meselesi, hem de bir kararlılık meselesi, bu yüzden de hem ilginize teşekkür ediyorum ve sizleri tek tek kutluyorum. Burada bizlerle hep beraber olduğunuz için de hepinize tek tek teşekkürler ediyorum, iyi günler diliyorum.