Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar
Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar

Barçın Ağca (*)


Geçtiğimiz yüzyıl içerisinde hızla artan dünya nüfusunu beslemeye yetecek kadar tarımsal üretimin sağlanması “yeşil devrim” olarak da adlandırılan genetik biliminde gerçekleştirilen ilerlemelerin bitki ve hayvan ıslahı alanında yaygın olarak kullanılmasıyla mümkün olmuştur. Bunun yanısıra tarımda mekanizasyonun gelişmesi, kimyasal gübre kullanımının yaygınlaşması, hastalık ve zararlıların neden olduğu üretim kayıplarının kimyasal mücadele ilaçları ile azaltılması, tarımsal üretimde sulama sistemlerinin yaygınlaştırılması sonucu özellikle gelişmiş ülkelerde üretim fazlası oluşmuştur. “Yeşil devrim” sayesinde 1960’lı yıllardan itibaren, yeni tarım teknolojileri Türkiye’ye ve diğer gelişmekte olan ülkelere de kısa sürede girmiş ve genelde yerel nüfusun ihtiyacı olan gıda maddeleri üretiminde yeterlilik sağlanmıştır.

Dünya genelinde bakıldığında, tarımsal üretimin artırılmasında ekolojik dengenin aleyhine bir gelişme olduğu görülmektedir. Son yıllarda, özellikle Avrupa Birliği ve diğer gelişmiş ülkelerde aşırı kimyasal gübre kullanımı ve zirai hastalıklarla mücadele ilaçlarının çevre üzerindeki olumsuz etkileri tartışılmaya ve bu tip tarımsal üretimin kısıtlanmasına yönelik tedbirler alınmaya başlanmıştır. Nüfusun hızla arttığı gelişmekte olan ülkelerde ise durum iç açıcı değildir. Nüfus baskısı nedeniyle tarım alanı açmak için orman alanlarının daraltıldığı, suların kirlendiği, toprakların çoraklaşıp çölleşmenin hızla arttığı görülmektedir.

2025 yılında 8 milyarı aşması beklenen dünya nüfusunun beslenmesi, gerçekten önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Ekilebilir alanları kayda değer ölçüde artırmak mümkün olmadığı gibi, tarımsal üretimde kullanılabilecek tatlı su kaynakları da hızla azalmaktadır. Dolayısıyla artan nüfusu besleyecek miktarda üretim için ekilebilir alanların genişlemesi değil, birim alandan alınan ürün miktarının artırılması gerekmektedir. Klasik ıslah yöntemleriyle elde edilebilecek biyolojik verim artışının da artık sınırlarına gelindiği düşünüldüğünde, bitki ıslah çalışmalarında yeni teknolojilerin kullanılması kaçınılmaz görünmektedir.

Bu noktada karşımıza “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO)- Genetically Modified Organisms (GMO)” kavramı çıkmaktadır. Biyoteknolojik yöntemlerle kendi türü dışındaki bir türden gen aktarılarak belirli özellikleri değiştirilmiş bitki, hayvan ya da mikroorganizmalara genel olarak GDO ya da kısaca “transgenik ürünler” adı verilmektedir. GDO’ların tarım alanında kullanılış biçimi “yeşil gen tekniği”, tıp alanında kullanılış biçimi ise “kırmızı gen tekniği” olarak adlandırılmaktadır. Son yıllarda önemli gelişmeler gösteren biyoteknolojik yöntemlerin özellikle de moleküler tekniklerin tarımsal üretimi artırmada önemli avantajlar sağladığı bir gerçektir.

Yeşil gen teknikleri ile bitkilerin tüm doğal programları değiştirilebilmekte,  genomlarına (bitkiyi oluşturan genlerin bütünü) müdahale edilerek, bitkinin kromozomuna bitkiye yabancı olan ama istenilen özelliği taşıyan bir gen yerleştirilebilmektedir.
Yüksek miktar ve nitelikte ürün almak amacıyla geleneksel kültür çeşitlerinin veya bunların yabani akrabalarının genetik yapıları değiştirilmektedir. Tarımsal alanda en çok üzerinde çalışılan özellikler:
- hastalıklara ve  zararlılara karşı dayanıklılık,
- meyve olgunlaşma sürecinin değiştirilmesi,
- besin öğelerince zenginleştirilmesi ve iyileştirilmesi,
- raf ve depolama ömrünün uzatılması,
- aromalarının artırılması,
- yabani ot ilaçlarına (herbisit) karşı dayanıklılıktır.

İlk transgenik bitkilerin tarla denemelerine 1985 yılında başlanmış olmasına rağmen, üretime 1996 yılında geçilmiştir. Halen yetiştirilmekte olan transgenik ürünlerin ekim alanları incelendiğinde,  % 99’unun ABD, Arjantin, Kanada ve Çin’de olduğu görülmektedir. Transgenik ürünlerin ekim alanları 2001 yılı itibariyle 52,6 milyon hektara ulaşmış olmakla beraber, bu ekim alanlarının artmasındaki şüphesiz en önemli engel, özellikle Avrupa Birliği kamuoyunda bu ürünlere karşı oluşan olumsuz tepkiler ve bunun üreticiler üzerinde oluşturduğu çekingenliktir. Aynı şekilde, gelişmekte olan ülkelerde biyogüvenlikle ilgili mevzuatın henüz tamamlanmamış olmasının getirdiği belirsizlik de ekim alanlarının genişlemesini engellemektedir.

OECD verilerine göre 2000 yılı itibariyle transgenik ürünlere ait 15.000’den fazla tarla denemesi yapılmıştır. Bu ürünler arasında tarla bitkileri, sebzeler, meyve ağaçları, orman ağaçları ve süs bitkileri bulunmaktadır.  Burada dikkate değer bir husus ise 80’e yakın transgenik ürün çeşidi için ticari üretim izni alınmasına rağmen bunlardan ancak birkaç tanesinin pazara sürülmüş  olmasıdır. Büyük ölçekte yetiştiriciliği yapılan türlerin az sayıda olduğu, ancak soya,  mısır  ve kanola gibi önemli ürün türleri ile sınırlı kaldığı görülmektedir. Büyük ölçekte yetiştirilen tür ve çeşitlerin yine çokuluslu şirketlere ait tohumculuk şirketleri tarafından pazarlanıyor olması ayrıca dikkat çekicidir.

Halen ticari olarak üretimi yapılmakta olan transgenik ürünlere aktarılmış özellikler incelendiğinde, bunların daha çok çiftçilerin kazancını artırmaya yönelik özellikler olduğu görülmektedir. En yaygın olarak aktarılan özellik herbisitlere karşı dayanıklılıktır. Bu sayede, çiftçilerin üretim maliyetlerinin önemli ölçüde azaltılması mümkün olabilmektedir.

Gelecekte piyasaya sunulması beklenen transgenik ürünlerin ise üretim maliyetlerini düşürücü özelliklerinin yanısıra tüketicileri doğrudan ilgilendiren özellikler üzerinde de yoğunlaşması beklenmektedir. Bunlara en güncel örnek “altın pirinç” olarak adlandırılan beta karoten/A vitamini içeriği yükseltilmiş çeltiktir. Gelişmiş ülkelerde özellikle Güneydoğu Asya’da A vitamini eksikliği çeken 170 milyon kadar kadın ve çocuğun bu şekilde yeterli A vitamini alması ümit edilmektedir. Gen aktarılmış bu bitkilerin tarla denemeleri halen devam etmektedir.

Şimdiye kadar sağlanan üretim artışı, tarım alanlarının genişlemesi, sulama imkanlarının artması ve yaygın kimyasal gübreleme  ile sağlanmış ve bunlar ekolojik dengeyi olumsuz yönde etkilemiştir. Artık herkes tarafından kabul edilen bu sorunlar nedeniyle, bundan böyle tarımsal üretimin artırılmasındaki temel iki hedef sürdürülebilir tarım tekniklerinin geliştirilmesi ve birim alandan alınan verimliliğin artırılması yönünde olacaktır. Bunun için de bitkilerin yüksek verimli genotipe sahip olmalarının yanında hastalık ve zararlılara dayanıklı olmaları da istenmektedir.
Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, bitkisel üretimin yarıya yakın kısmı hatta bazen fazlası üretim sırasında veya hasat sonrası hastalık ve zararlılar nedeniyle kaybolmaktadır. Bunlara karşı tarımsal mücadele ilaçlarının kullanıldığı durumlarda ise hem üretim maliyeti artmakta, hem de insan sağlığı ve çevre olumsuz yönde etkilenebilmektedir. Dolayısıyla hastalık ve zararlılara karşı dayanıklılık genleri aktarılmış bitkilerin geliştirilmesi, verimliliği artırdığı gibi tarımsal üretimin çevre üzerindeki baskısını da azaltacaktır. Ancak, bitkisel üretimde zararlı olan çok sayıdaki böceğe karşı  başarı henüz elde edilememiştir. Aynı şekilde, bazı virüslerin neden olduğu hastalıklara karşı dayanıklı bitki çeşitleri geliştirilmişse de bunların sayısı pek fazla değildir.

Bilindiği üzere küresel ısınma ve yanlış arazi kullanımı gibi nedenlerle 21. yüzyılda kuraklığın ve çölleşmenin gittikçe artması beklenmektedir. Bu durumdaki araziler çoğunlukla  Afrika gibi nüfus artış hızının en fazla olduğu ülkelerde bulunmaktadır. Bu nedenle, kurağa dayanıklı ya da az suyla yetişebilen bitki çeşitlerinin geliştirilmesi büyük önem taşımaktadır. Aynı şekilde tuzlu veya ağır metal sorunu bulunan topraklarda yetişebilen bitkilerin geliştirilmesi de bu gibi ülkelerdeki  marjinal tarım alanlarında  üretim yapılabilmesine olanak sağlayacaktır. Olumsuz çevre koşullarına karşı dayanıklılık kazandırmaya yönelik çalışmalar da yoğun bir şekilde devam etmekle beraber, henüz arzu edilen başarı düzeyine ulaşılamamıştır.

Transgenik bitkilerin insan sağlığı ve çevre üzerindeki olası olumsuz etkileri uzunca süredir özellikle Avrupa Birliği ve diğer bazı ülkelerde  çok yoğun bir şekilde tartışma konusu olmaktadır. Bu tip bitkilerle ilgili en önemli kaygılardan biri; aktarılmış genlerin doğal bitki türüne atlayarak, bulundukları çevredeki doğal türlerde genetik çeşitliliğin kaybına ve yabani türlerin doğal yapılarında sapmalara neden olmaları, ekosistemdeki tür dağılımını ve dengeleri bozmalarıdır. GDO’nun gözardı edilmemesi gereken  önemli özelliklerinden biri, doğal bitki ve hayvan üreme şekillerinden çok daha hızlı ilerleme kaydetmesi, yeni yaşam formlarının gelişmesine yol açması ve bunu dünyanın evrimsel gelişimine uygun olmayacak şekilde ve denetim altına alınamayacak hızda yapma potansiyeline sahip olmasıdır. Arılar ve rüzgar GDO’lu polenleri alıp çevredeki geleneksel ekim yapılan tarlaların üzerine bıraktığında civardaki bitkiler genetik olarak değiştirilmiş bitkilerin içerdiği genlere sahip olmaktadırlar. Böylece GDO karşıtlarınca “Frankeştayn Gıda” olarak nitelendirilen, kolera bakterisinin genini taşıyan yonca, tavuk geni taşıyan patates, akrep geni taşıyan pamuk, balık genli domates gibi bitkilerin doğal çeşitliliğe verdikleri zarar sonucunda yeni ve kontrolsüz “Frankeştayn”ların ortaya çıkma olasılıkları artmaktadır.

İnsan sağlığı açısından öne sürülen önemli bir olumsuzluk ise transgenik ürünlere aktarılan genlerin insanlarda alerji yapacağı ve toksik etkileri olabileceğidir. Örneğin, Brezilya fındığının bir genine sahip olan transgenik soya fasulyesinin fındığa alerjisi olanlarda alerjik reaksiyonlara neden olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Bir diğer sorun ise, gen aktarımı sırasında işaretleyici olarak antibiyotik direnç genlerinin kullanılıyor olması, bu genlerin insan ve hayvan bünyesine geçmesi sonucu insan ve hayvanlarda antibiyotiklere karşı direnç oluşması olasılığıdır. Bu nedenle, sözkonusu ürünlerin ticari ekimlerine izin verilmeden önce yoğun ve kapsamlı laboratuvar ve klinik testlerin yapılması ve bulguların bağımsız bilim kurulları tarafından incelenmesi, bu tip yan etkilerin en az düzeyde olmasını sağlamak amacıyla gerekli görülmektedir.

Avrupa’da  tüketicilerin bu ürünleri tüketmekten çekinmesi, çevre örgütleriyle birlikte bunlara karşı mücadele yürütülmesi sonucunda büyük dağıtım şirketleri GDO ürünlerini satmayı reddetmeye başlamışlardır. Nestle, kamuoyuna GDO içeren girdilerden uzak durmaya çalışacağına, GDO’lu ürün kullanıldığında bunu etikette açıkça belirteceğine dair söz vermiş,  İngiltere’deki  gıda  üreticisi Unilever ve Cadbury kendi üretim hatlarında GDO kullanımını yasaklamıştır. Türkiye’den tarımsal ürün ithal eden başta AB ülkeleri olmak üzere birçok ülke, Türk ihracat firmalarından ürün etiketlerine “ürettiğimiz gıda ürünlerinde GDO’lu tohum kullanılmamıştır” ibaresini koymalarını istemektedirler.

Transgenik bitkilerin insan sağlığı ve çevre üzerindeki olası olumsuz etkilerine yönelik çeşitli ulusal, bölgesel ve uluslararası  mevzuat oluşturma çabaları sürdürülmektedir. Ancak ülkeler arasında henüz tam bir uyum sağlandığı söylenemez. Örneğin ABD‘ndeki biyogüvenlik mevzuatı Avrupa Birliği mevzuatından çok farklıdır.

29 Aralık 1993 tarihinde onaylanan BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, devletlerin biyolojik çeşitliliğin korunması alanında ulusal önlemler almasına çerçeve hazırlamış ve aynı zamanda uluslararası bağlayıcılığı da olan bir protokol hazırlanmasına dayanak oluşturmuştur. Böylece, Cartagena  Biyogüvenlik Protokolü 29 Ocak 2000 tarihinde BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesine ek protokol olarak kabul edilmiş ve 11 Ekim 2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ülkemizde de 24 Ocak 2004 tarihinde yürürlüğe giren Protokol, her bir genetik yapısı değiştirilmiş organizmanın doğaya bırakılması gerçekleşmeden önce risk değerlendirmesine alınmasını, denetimsiz sınıraşan hareketin önlenmesi amacıyla, bu GDO’lu ürünlerin ihracatından önce ülkelere ön bildirim yapılmasını ve bilgi alışverişi mekanizması ile ülkeler arasında işbirliği sağlanmasını hükme bağlamaktadır. Protokol’ün uygulanabilir hale gelmesi için özellikle gelişmekte olan ülkelerin, kendi biyogüvenlik mevzuatlarını hazırlamalarının yanısıra, bu mevzuatı uygulayacak laboratuar altyapısını oluşturmaları, bu laboratuarlarda çalışacak teknik elemanları yetiştirmeleri ve ayrıca karar verici konumdaki bürokratları eğitmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde, bu mevzuat transgenik ürünlerin ticaretini engelleme dışında, gelişmekte olan ülkelerin kendi biyolojik kaynaklarını verimli şekilde değerlendirecek bilimsel ortamı yaratmaları açısından olumlu bir etki yapmayacaktır.

Türkiye Cartagena Biyogüvenlik Protokolünü imzalayan ilk ülkelerden biri olmuşsa da buna yönelik  mevzuat çalışmalarını aynı hızda yürütememiştir. Aynı şekilde, Avrupa Birliği mevzuatına uyum için gerekli yönetmelikler de henüz hazırlanarak yürürlüğe sokulamamıştır.

Tüm bu gelişmelerin ışığı altında, Türkiye gibi zengin gen kaynaklarına sahip gelişmekte olan ülkelerin, biyoteknoloji çalışmaları için yeterli altyapıyı oluşturmaları ve yetkin araştırmacı yetiştirmeleri, teknolojik gelişmelere paralel olarak, genetiği değiştirilmiş organizmaların üretilmesinde ve bunların doğaya salınmalarında biyogüvenlikle ilgili yasal düzenlemeleri yapmaları ve mevzuatı uygulayacak kişileri eğitmeleri gerekmektedir. Biyoteknolojik uygulamalar ve ürünlerle ilgili fikri mülkiyet haklarına yönelik Bitki Islahçı Hakları, Patent Kanunu gibi mevzuatın da bir an önce oluşturulması küreselleşen dünya ticaretinde  önem taşımaktadır.    

* Uzman, OECD Daimi Temsilciliği