Ağustos sıcağında ‘hararetli’ Türk-Rus notları...

Suat TAŞPINAR (*)

Ben bir gazeteciyim. Hem de çekirdekten yetişme. Bizim meslekte “alaylı” denilen türden. Yani kısa pantalonla muhabirliğe başlayanlardan. Eskilerin deyişiyle “Moskova’da mukimim”. Neredeyse on yıldır. Rusya uzmanı filan değilim. “Uzmanlık” müessesesinin bizim memlekette çok ucuzlamasından ben de sizin kadar  mustaribim. İki kere Brüksel’e gidenin AB uzmanı, üç kere Moskova’ya yolu düşenin Rusya uzmanı, Kıbrıs’a bir kez ‘şahsi çıkarma’ yapanın Kıbrıs uzmanı payesini pek de yüzü kızarmadan taşıdığının örnekleri çoğaldıkça ben utanıyorum. Neyse, bu başka bir mevzu. Netice itibariyle, Moskova-Ankara hattında en büyük gerginliklerin (Örnek: Öcalan krizi) yaşandığı günlerden, hakikaten çiçekli, ışıltılı “bahar havası”nın hüküm sürdüğü son devirlere kadar hep bu şehirdeydim. Daha Mavi Akım’ın inşaat ön protokolünün apar topar imzalandığı an da o salondaydım, yıllar önce Alfa Group Türkiye’ye ilk gizli hamleleri yaparken de –muhtemelen koruma memurlarıyla karıştırılıp içeri salındığım için- devrin Başbakanı Çernomırdin’in omuz başındaydım!

Tüm bunları, “Küçük dağları yarattım, büyüklerde de az buçuk emeğim var” sakilliğiyle yazmıyorum. Rica ederim. Sadece kıymetli vaktinizi feda edip okumaya karar verirseniz, ne ile karşılaşacağınızı bilin diye bu girizgahı yapıyorum. Sonuçta benden, “Türkiye ile Rusya Federasyonu İlişkilerinin Rekabetten Stratejik Ortaklık Boyutuna Ulaşması ve Paradigmanın Değişimi” gibi fiyakalı bir başlık altında, “olmuştur”, “bitmiştir” didaktikliğinde, akademisyen-uzman kaleminden çıkma üst düzey bir yazı beklemeyin.

Ben, iyi bir “Rusya gözlemcisi” olmaya çalışan, içindeki “acar muhabirlik” heyecanını küllendiremeyen bir gazeteci olarak, istek üzerine  kendi penceremden Rus-Türk ilişkilerinin ekonomik cephesindeki tozunu alıp gideceğim. Yani iddiam yok. Benden uyarması.

En son sözü, en başta söyleyeyim: Rusya ile ilişkilerin emniyet sübabı, “bağımlılık” terimini “karşılıklı bağımlılık” ile değiştirebileceğimiz şartlar yaratmak. Herhangi iki ülke arasında ticari-ekonomik ilişkiler sağlam olduğu müddetçe, siyasi sorunların da bir şekilde yoluna girdiğini hepimiz biliyoruz. Moskova-Ankara hattında da farklı olmadı. Hatırlayın, 1990’ların başında önce Türk inşaatçıların Rusya çıkarmasıyla, sonra Rus bavulcuların Laleli’yi fethiyle ticaretin çarkları dönmeye başladığında, aramızdaki siyasi ilişkinin tonu neydi? Türkiye’de PKK, Rusya’da Çeçenistan sorununun en alevli yıllarıydı. İki tarafın da bu sorunları karşılıklı “kart” olarak kullandıkları iddiaları yazılıp çizilirdi. Daha da vahimi 90’ların sonunda önce Rusların Rumlara S-300 füze sistemlerini satma girişimi, sonra Öcalan’ın Rusya’da bir süreliğine de olsa sığınak bulması müthiş bir gerginlik dönemi yaşatmıştı.

Ama zaman içinde ekonomik-ticari ilişkilerin gücü, siyasetin çıkıntılarını de törpülemeye başladı.  İki ülke ticarette “işbirliği”, siyasette “husumete yakın bir rekabet” içinde daha fazla yol alamazdı. Makası bir şekilde kapatmak şart oldu. Çünkü “hayatın gerçekleri” ve “karşılıklı çıkarlar”  kavgayı değil işbirliğini gerektiriyordu. Türkiye Rusya’nın para kazanacağı muazzam bir pazardı: Daha fazla doğalgaz satılabilirdi. Türkiye transit ülke yapılarak dünya pazarlarına gaz ulaştırılabilirdi. Kafkasya üzerinden Türkiye’ye elektrik enerjisi verilebilirdi. SSCB döneminde zaten Rus mühendislerin kurduğu Türkiye’deki dev sanayi tesislerinin modernizasyonu bir başka iştah kabartan pastaydı. Silah savunma sanayinde yine Rusya’nın milyarlarca dolarlık ihalelerde şansı yüksekti. Zaten SSCB dağıldıktan sonra, Rusya’nın 1992’de silah sattığı ilk NATO ülkesi Türkiye’ydi ve potansiyel iştah açıcıydı.

Siyasi ilişkiler “şekerrenk” iken bile, iş dünyası bayrağı kapıp öne düşmüş, muazzam başarılara imza atmaya başlamıştı. Efes Pilsen’in Moskova’da ilk fabrikasını kurması, Ramstore’un Moskova’nın ilk hipermarketini açması, inşaat şirketlerinin milyarlarca dolarlık ihaleleri kazanması, hep “siyasi ilişkilerin parçalı çok bulutlu” olduğu bir iklimde, 90’ların ortasında ve sonunda, eller yürekte yapılan işlerdi. Herkes siyasi ilişkilerin daha da gerginleşmesinin olası sonuçlarından korkuyordu.

İşte tüm bu “kara bulutları” dağıtan ve Karadeniz’in iki kıyısına güneşli havalar taşıyan dönüm noktası, Aralık 2004’te Başkan Putin’in Ankara’ya yaptığı ziyaretti. 500 yılı geçen ikili ilişkilerde ilk kez bir Rus devlet başkanı resmi ziyaretle Türkiye’ye gelmişti. O günden bugüne neler değişti diye, örneğin Moskova’da yaşayan sıradan bir Türk vatandaşına bile sorarsanız size “Çok şey” diyecektir. Çünkü Rusya gibi “yegane kanaat önderinin” Başkan Putin olduğu bir ülkede, onun Türkiye ile ilgili söylediği övücü, pozitif sözler, sokakta arabanızı çeviren trafik polisinden tutun, Türk olduğunuzu öğrenen bir Rus’a kadar herkesi etkiledi, etkiliyor.

Mavi Akım ile başlayan, Putin’in Ankara ziyaretiyle ivme kazanan, Başbakan Erdoğan’ın Soçi ve Moskova ziyaretleriyle doruğa çıkan ve son olarak da Cumhurbaşkabnı Sezer’in gezisiyle taçlanan “üst düzey” bir siyasi gelişim var ortada. Nihayet tüm dualar kabul oldu! Hayatın temposunu siyaset de yakaladı. İşadamları, turistler zaten “yoğun temas”  sayesinde son on yılda önyargıların tabutunu çivilemeye başlamıştı. Soğuk Savaş’ın tortularından arınmaya başlamıştık. Şimdi siyaseten de sorunsuz ya da “minimum sorunlu” bir aşamaya, hem de üç-dört yıl gibi çok kısa sürede geldik.

Geldik de, bundan sonra ne olacak? İşte sorunun bam teli tam da burası. Eğer ülkelerarası ilişkilerin uzun ömürlü olmasının sırrı “iki taraflı yarar” ise, buna odaklanmak lazım. Rusya, kendi penceresinden bakarak enerji projelerine yükleniyor: Avrupa’nın gazını Ukrayna riskinden kurtarmak için 2. Mavi Akım’a yoğunlaşıyor. Ka-52 savaş helikopterleri ihalesinden tutun, SSCB devrinde yapılan Türkiye’deki demir çelik ve diğer bazı fabrikaların modernizasyonu projelerine talip oluyor,  hatta Alfa Group başta olmak üzere büyük Rus sermayesi de Kremlin’in icazetiyle Türkiye’ye yöneliyor. Velhasılı Rusya, SSCB dönemindeki hatasını yapmayarak, “nükleer silahlara değil, ekonomik güce dayalı süper güç” olma idealine yürürken Türkiye’yi de kendi önceliklerinde yeniden konumlandırıyor. Peki o zaman biz ne yapmalıyız, ne yapıyoruz?

İşte Türkiye’nin geleceğine damgasını vuracağını düşündüğüm cevaplar, bu soruların içinde yatıyor. Onları bulup çıkarmak lazım. Rusya Federasyonu gibi muazzam ve hala bakir olan bir pazardan Türkiye olarak ne kadar ekmek yiyebiliriz diye hesap yapmamız lazım. Rekabetin ve maliyetlerin hızla artmaya başladığı pazarda gecikmeden  ne kadar güçlenebiliriz ve öte yandan gidecek yer arayan Rus sermayesini de nasıl Türkiye’ye çekebiliriz diye somut projeler üretmemiz lazım.

Bir gazeteci olarak, Moskova muhabiri olarak vaktimin önemli bir bölümü burada iş yapan Türk işadamlarıyla geçiyor. Onları izliyorum, onları dinliyorum. Kimi zaman, onların yaşadıklarının vakanüvisliğini bile yapıyorum. Her seferinde bir kez daha anlıyorum ki, Türkiye’den bakanlar Rusya’daki potansiyelin henüz minicik bir parçasını görebiliyor. O bile, görenleri heyecanlandırıyor. Oysa buzdağının altı çok ama çok daha büyük. Bu ülke, en amiyane tabirle 20. yüzyıl başındaki ABD’yi andırıyor. Hayatın her alanında boşluklar var. Batılılar hala Rusya’da siyasi ve ekonomik risklerin yüksek olduğunu düşündükleri için, bu pazara girmekte ihtiyatlı davranıyorlar. Dev sermayelerle girdikleri alanlar da, genellikle enerji ve iletişim gibi, zaten bizim boyumuzun ölçüsünü aşacak sektörler. Yani bizim için hala geniş “yaşama alanları” var. Bunları iyi analiz etmemiz lazım.

Şöyle düşünün: Temmuz 2006 başı itibarıyle, Merkez Bankası kasasında nakit olarak 250 milyar dolara yakın altın ve döviz rezervi bulunan bir ülke. “Kara gün akçesi” olsun diye, petrol gelirlerinden kesilen paraların toplandığı “istikrar fonu” havuzunda da 70 milyar doların üzerinde para var. Çok değil, 15 yıl önce “serbest pazar” ile tanışmaya başlayan, hayatının önemli bölümünü yoksulluk ve yoksunluk içinde geçirmiş  milyonlarca insan ideal bir “tüketim toplumu” olmuş durumda. Ülke bir geçiş sürecinde olduğu için, hala tüm sektörlerde iç talebi karşılayacak kadar üretim yapılamıyor ve dışa bağımlılık çok yüksek. Hem malınızı satabileceğiniz, hem de gelip üretim yapabileceğiniz devasa bir ülke önünüzde. Hangi memesine yapışsanız süt taşıyor. Ve en önemlisi, bu ülkede yaşayan insanların gelirleri hızla artıyor. Her ne kadar ülke genelinde aylık ortalama gelir 300 doların biraz üstünde görünse de, ekonominin yarıdan fazlasının hala “gölgede” olduğu bilinince bu rakamın en az iki katını ölçü almak gerektiğini herkes itiraf ediyor. Gelirleri artan halk, hızla tüketime, yetmezse tüketici kredilerine yöneliyor, tasarruf alışkanlığı olmadığı için pazara sürekli para ve karşılığında mal akıyor. 1998’de yaşanan büyük ekonomik krizden devlet gerekli dersleri çıkardığı için de ekonominin geleceğinden yana önemli bir kuşku yok. Olursa belki bankacılık sektöründe ve hızla borçlanan özel sektörde çürük yumurtaların ayıklanacağı bir “mini kriz” olabileceği konuşuluyor, o kadar.

Böylesi bir tablo çizen bir ülke hele de sizin komşunuzsa, hele de siyasi ilişkileriniz sorunlardan azat ise ne beklersiniz? Tabii ki ekomomik-ticari ilişkilerde daha fazla meyve toplamak, zenginlik üretmek.

İşte yukarıdaki soruya tekrar dönmenin ve temennilerden öte, somut önerileri dillendirmenin zamanı geldi:

Türkiye’nin Rusya ile ilgili ilk önceliği, daha fazla Rus sermayesini çekmenin yolunu bulmak olmalı. SSCB dağıldıktan sonra, bazı off-shore ayrıcalıkları ve vergi muafiyet anlaşmaları nedeniyle Kıbrıs Rum kesimine hücum eden Rus sermayesi kaçıyor. Çünkü Kıbrıs Rus kesiminde artık AB kuralları geçerli. Bir yandan bu para, yatırım için gidecek yeni adresler arıyor. Kimi Ruslar “ne olur ne olmaz” diye ihtiyatı elden bırakmadıkları için, bu para Rusya’ya dönmüyor. Öbür yandan son birkaç yıldır soluksuz büyüyen ekonomi, dünyadaki hammadde fiyatlarının rekor düzeylerde seyriyle Rusya içinde de büyük bir nakit birikim yarattı. Rus şirketleri artık dünyaya açılıyor. Bu, biraz da Kremlin’in yeni politikasının devamı. Öncelikle devlet kontrolündeki Gazprom piyasaya sürüldü, dünya pazarlarının gözde oyuncusu yapıldı. Şimdi, Rus özel sektörü de dışarıda şirket almaları ve uluslararası ekonomide daha fazla söz sahibi olmaları için teşvik ediliyor. Buradan bizim elde edeceğimiz karlar olmalı. Alfa örneklerini çoğaltmak lazım. Türk hükümeti, Londra ve New York’ta yaptıklarının benzerini tekrarlayıp Moskova’da esaslı bir “Road Show”a çıkmalı.

Turizmde de yeni açılımlar şart. Yine Rus sermayesine, Türkiye’de sektöre daha fazla yatırım yaptırmak lazım. Neden? Düşünün her turizm sezonunda elimiz yüreğimizde bekliyoruz. Bir yerde bir patlama olsa, küçük bir olay olsa, kimi Rus basını felaket tellallığı yapıp “Türkiye’ye gitmeyin” başlıklarını atıyor. Otellerimiz Ruslarla nasıl doldururuz diye uğraşıyoruz. Oysa bu sektörde Ruslar da kendi paralarıyla daha fazla yatırım yapsa, kendi otellerini de doldurmanın kaygısıyla Rusya’da Türkiye’nin ve Türk turizminin lobiciliğini belki de bizden daha fazla yapacaklar. Tamam, bizde bu deniz ve kum, Rusya’da bu kar kış olduğu müddetçe biz turizmden hep ekmek yiyeceğiz ama kuru ekmek mi, yoksa havyarlı ekmek mi yiyeceğimiz büyük ölçüde bize bağlı!’

Türkiye’nin Rusya’da feci halde ıskaladığı bir başka nokta şu: Türkiye’nin şu an en iyi olduğu alanların başında KOBİ’ler geliyor. Rusya’nın en zayıf olduğu, en büyük boşluğu yaşadığı alan da KOBİ’ler. Türkiye bu alanda eli kolu bağlı oturuyor. Oysa, iş dünyasının kurumları, birlikleri bu yola baş koymalı. Rusya’da birkaç pilot proje ile KOBİ’lerin üretim yapmasının yolu açılmalı. Bir yandan hep “Türkiye’de ürettiğimizi Rusya’ya satalım, buradaki KOBİ’lerimize iş potansiyeli yaratalım” deniyor. Ama eğer Rusya, Dünya Ticaret Örgütü’ne tam üyelik sürecinde gümrükleri daha da sıkıyorsa, mamül malların Rusya’ya maliyeti gittikçe katlanıyorsa ve her ülke gibi Rusya da kendi torpaklarında üretimin sağlayacağı istihdamı hedef alıyorsa, o zaman bizim de Rusya’da üretimi daha fazla öne çıkarmamız şart. Bu bir tercih değil, pazar şartlarının dayattığı bir gerçek.

On  yıldır Moskova’da yaşayan, eş durumundan artık “buralı” olan, oğluna hem Rus hem de Türk ismi koyan bir gazeteciye “Türk-Rus ilişkileri” diye sorarsanız, işte size böyle içini dökmeye başlar! Çünkü Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin daha da gelişmesinden, iki tarafın da pastayı daha fazla büyütüp daha fazla zenginlik üretmesinden “ilk elden” fayda sağlayacakların başında bizler geliyoruz. Yani Rusya’da yaşayan Türkler ve Türkiye’de yaşayan Ruslar. Çünkü biz artık hem “oralı”yız, hem “buralı”. Ruslar ile Türklerin birbirine ne kadar benzediklerini her geçen gün daha fazla anlıyoruz ve bu sinerjiden daha fazla iş çıkar diyoruz. Bana sorarsanız, Ruslar ile Türkler arasında minicik bir fark var: Rusların üzerinde, ama 70 yıllık SSCB sisteminden, ama iklimden kaynaklanan ince bir buz tabakası bulunuyor. O tabakayı dostlukla, ahbaplıkla bir kere eritince bizden farkları yok. Aynı duygusal insanlar!

Ama ticarette de siyasette de duygusallığa yer yok. Ebedi dostluklar ve düşmanlıklar yok. Karşılıklı çıkarlar var. İşte bu “karşılıklı” kelimesi altın değerinde. Bunu sağlayamazsanız bir yerde kantarın topuzu kaçıyor. Bir gün Rusların, Slav kardeşleri Ukrayna ya da eski dostları Gürcistan’dan daha çok Türkiye’yi sevecekleri ve ilişkilerini daha iyi noktaya getirecekleri aklınıza gelir miydi? İşte bu kantarın topuzu tutturulamadığı için şemsiye tersine dönüverdi. Biz de son yıllarda Türkiye ile Rusya arasında bizim aleyhimize büyüyen ticari dengesizlik makasını yavaş yavaş kapatmanın yollarını bulmalıyız. Ama bu “yol”, bugüne kadar sıkça yapıldığı gibi  “Aman bavul ticaretine biraz daha göz yumun” ya da “Doğalgaza karşı mal verelim” demek değil. Bunların “olmayacak dualara amin demek olduğunu” o lafı eden büyüklerimiz de bal gibi biliyor ama neylersiniz ki popülizm henüz ilacı bulunamamış bir hastalık.

Yani Rusya mevzu olduğunda “mevcut pastadan kimin ne kadar pay alacağının” kavgasına girersek biz kaybederiz. Çünkü gaz, petrol alıp, amiyane tabirle “çaput” sattığınız bir ülkeyle “ticarette denge” sağlayamazsınız. Daha “akılcı” projeler üretmek, Rus sermayesini çekmek, Rusya’da KOBİ’leri ateşlemek velhasılı önce “pastayı büyütmek” zorundayız. O zaman bizim de alacağımız dilim büyür.

Herkes her cephede mücadeleye devam etsin. Avrupa Birliği’ne giden yolumuz açık olsun.  Ama bir “medeniyet projesi”ni “ekonomik çıkar projelerine” engel görüp, elma ile armutları toplamayalım. Rusya, Türkiye açısından bir şeyin alternatifi olmamalı. Rusya önemli bir partner, muazzam fırsatlar ülkesi olarak ayrıca hak ettiği önemi, ilgiyi görmeli. Dünyanın merkezinin Avrasya üzerinden Asya’ya kayacağı bir yüzyılın eşiğinde olduğumuz söyleniyor. Bir kez daha “kapı eşiğinde”  kalmamak için, antenlerimizi biraz daha Rusya’ya  çevirelim. Özeleştirimizi yapalım. Mesela, bizim önayak olduğumuz Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı nerede, Şanghay Örgütü nerede, kim kiminle ne tarafa bakıyor, gözden kaçırmayalım.

Ve de tüm bunlarla uğraşırken, hayatın kendisini ıskalamayalım. Türk-Rus ilişkilerinin bence iki büyük güvencesi var. Birincisi, her yıl Türkiye sahillerinde tatil yapan, hayatların en güzel anılarını Türkiye’de yaşayan ve ileride başlarına silah dayansa bile artık genlerine sinen “Türk ve Türkiye dostluğu”ndan vazgeçmeyecek yüzbinlerce Rus çocuğu. İkincisi, onbinleri bulan Türk-Rus evlilikleri.

Geçenlerde Belek’te tatil yaparken, Antalya’da yerleşik bir Türk-Rus çiftiyle tanıştık. Kumsalda paytak adımlarla koşuşturan 2,5 yaşındaki oğlumla onların 2 yaşındaki kızlarını seyre daldık. Laf Dünya Kupası’ndan açıldı, sonra dönüp dolaştı Türk-Rus ilişkilerine geldi. Türk arkadaşın eşi Olga nefis bir laf etti: “Bizim oğlan TBMM’de, sizin oğlan da Duma’da milletvekili olduğu gün zaten hepimiz maçı kazanmış oluruz!”.

(*) Radikal Moskova muhabiri, TürkRus.Com editörü