21. YÜZYILDA ENERJİ KULLANIMI VE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ
21. YÜZYILDA ENERJİ KULLANIMI VE İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ

Reşat Uzmen (1) , A. Asım Arar (2)

1. Giriş

Değişik biçimler altında enerji kullanımı insanlığın gelişiminde ve uygarlığın yerleşmesinde temel öge olmuştur. Günümüzde kalkınmanın ve refahın eriştiği derecenin ölçütlerinin en önemlilerinin biri de toplumların kişi başına ürettiği ve tükettiği enerji miktarıdır. Enerjinin üretilen ve kullanılan biçimleri ısıl enerji, mekanik enerji ve elektrik enerjisidir. Bu enerji türlerinin üretilmesinde birincil enerji kaynakları olan fosil yakıtlar (kömür, petrol, doğal gaz), nükleer bölünme (fisyon), odun, biyo-kütle, güneş, su, rüzgâr, yeraltı sıcak ve kaynar su (hidrotermal) kaynakları kullanılmaktadır. Bu kaynakların değişik teknolojiler kullanılmasıyla ikincil enerji kaynakları olan elektrik (termik santrallar, nükleer santrallar, barajlar) ve ısı enerjisi (kazanlar, özel nükleer santralar) ile mekanik enerji (fosil yakıtlı motorlar) elde edilmektedir.

Ülkelerin kalkınmada, refaha erişmede ve refahı sürdürmede kullanmak zorunluluğunda oldukları birincil enerji kaynaklarının seçimi ulusal düzeyde ekonomik imkânlara, bölgesel ve/veya uluslararası düzeyde de ekonomik olduğu kadar siyasî ve stratejik konjonktürlere bağımlı olmaktadır. Dünyada birbirinden enerji kaynağı alışverişinde bulunan ülkelerin dışında, belirli bir enerji kaynağının kullanılması, ilk bakışta diğer ülkeleri etkilememekte ve ilgilendirmemektedir. Ancak son yıllarda enerji kaynaklarının kullanımının çevreye ve dünya iklimine olumsuz etkilerinin ortaya çıkması, coğrafî olarak birbirlerinden çok uzakta bulunan ve herhangi bir enerji kaynağı alışverişinde bulunmayan ülkeler arasında da enerji kullanımıyla ilgili sorunların başgöstermesine yol açmıştır.

Özellikle dünya ikliminin, insan faaliyetlerinden kaynaklanan sera gazları salımından önemli ölçüde etkilendiğinin, ciddi kanıtlarla ortaya konmasından sonra uluslararası toplulukta duyarlık artmış, bunun sonucunda siyasi örgütlenmeler ortaya çıkmış ve bir dizi siyasi kararlar alınmaya başlanmıştır.

Öte yandan, enerji kaynakları rezervlerinin çok fazla olmadığı ve ülkelere kaynak seçiminde fazla seçenek kalmadığı gerçeğinden hareketle, 21. yüzyılda pek çok ülkenin enerji kullanımı ve iklim değişikliği kısıtlamaları karşısında siyasi ve ekonomik problemlerle karşılaşacağı anlaşılmaktadır.

Bu makalede, özellikle iklim değişikliğinin gerçekten ciddi boyutlarda var olup olmadığı, bu değişikliğe, başta enerji kullanımı olmak üzere, insan faaliyetlerinin katkısı, siyasi boyutları ve 21. yüzyılda enerji kaynaklarının yeterliliği incelenmektedir.

2. İklim Değişikliğinin Kanıtları

Ölçme tekniklerinin ve uydu teknolojisinin gelişmesine paralel olarak, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilimsel çevrelerde dünya ikliminin yavaş yavaş değiştiği, bu değişmenin kara ve deniz yüzeylerindeki ortalama sıcaklığın artması ve bazı bölgelerdeki ortalama yağış miktarı azalırken, bazılarında artması, deniz seviyesinin yükselmesi şeklinde kendini gösterdiği öne sürülmeye başlandı. Ancak yapılan ölçümler iklim değişikliğinin temel ögesinin dünya yüzeyindeki ortalama sıcaklığın artışı olduğunu ortaya koydu. Yağışlardaki değişiklik, kuzey kutbundaki buz dağlarının erimesi, buzulların çekilmesi, deniz seviyesinin yükselmesi gibi etkiler hep ortalama sıcaklık artışının sonuçları olarak gözüküyordu.

Bu aşamada, sıcaklık artışının bir kaç onyıl arka arkaya görülen geçici bir olgu mu olduğu, yoksa yüzlerce yıldır devam eden sürekli ve düzenli bir artış eğiliminin mi söz konusu olduğu tartışmaları 1980’li ve 1990’lı yıllarda, çok daha hassas ölçümler, paleoklimatolojinin3 gelişmesi, bilgisayar modelleme teknikleri sayesinde açıklığa kavuştu. Bilimsel çalışmaların ortaya çıkardığı sonuçlar4 şöyle özetlenebilir:

i. Dünya yüzeyinin ortalama sıcaklığı 20 yüzyıl boyunca 0,6 °C kadar artmıştır.

• Karalarda yüzeye yakın hava sıcaklığı ve deniz yüzeyi sıcaklığı ortalaması 1861 yılından beri sürekli olarak artmıştır Ölçümlerde şehirlerin temsil ettiği yüksek sıcaklık değerleri düzeltmesi yapılmıştır. 20. yüzyılda 1910-1945 ve 1976-2000 yılları arasında ciddi sıcaklık artışı gözlemlenmektedir.

• Kuzey yarıküre için temsili verilerin son analizlerine göre 20. yüzyıldaki sıcaklık artışına son binyılda yer alan başka hiçbir yüzyılda rastlanmamaktadır.

ii. Son kırk yıldır atmosferin 8 km’lik alt bölümünde sıcaklıklar artmıştır.

• 1950’lerden sonra meteoroloji balonları, 1979’dan sonra hem uydu, hem de meteoroloji balonları ile yapılan ölçümler, her onyılda bir atmosferin 8 km’lik alt bölgesindeki sıcaklığın 0,15 °C kadar arttığını ortaya koymuştur.

iii. Kar örtüsü ve buzlanma azalmıştır.

• Uydularla yapılan ölçümler 1960’ların ikinci yarısından beri kar örtüsünün % 10 dolayından azaldığını; karada yapılan gözlemler ise, 20. yüzyılda kuzey yarıkürede, nehir ve göllerdeki yıllık buzlanma süresinin 2 hafta kadar kısaldığını kanıtlamaktadır.

• Denizlerdeki buzlanma, 1950’lerden itibaren % 10 ila 15 dolayında azalmıştır; son onyıllarda ise, Kuzey Kutup denizindeki buzların kalınlığında, yaz ve sonbahar dönemlerinde % 40’a varan eksilme vardır.

iv. Dünyadaki ortalama deniz seviyesi yükselmiş ve okyanusların tuttuğu ısı miktarı artmıştır.

• Gelgit ölçüm verileri, 20.yüzyıl boyunca dünya deniz seviyesinin 0,1 ila 0,2 metre yükseldiğini ortaya koymaktadır.

v. İklimin diğer önemli ögelerinde de değişiklikler meydana gelmiştir.

• 20. yüzyılda Kuzey yarıkürenin orta ve yüksek enlemlerinde yağış miktarı her onyılda bir % 0,5 ila 1 arasında artmıştır. Buna karşılık, Kuzey yarıkürenin dönencealtı bölgelerinde (10° N ile 30° N) yağış miktarı her onyılda bir % 0,3 oranında azalmış gibi gözükmektedir.

• 20. yüzyılın son yarısında, Kuzey yarıkürenin orta ve yüksek enlemlerinde şiddetli yağış olayı sıklığında % 2 ila 4’lük artış görülmüştür.

• 1950’den beri aşırı düşük sıcaklık sıklığında azalma görülürken, aşırı sıcaklık sıklığında daha küçük bir artış söz konusu olmuştur.

• El-Nino-Güney Salımı olayının sıcak dönemleri, geçen 100 yıla oranla, 1970’lerin ortasında beri daha sık, daha kalıcı ve daha şiddetli olmaya başlamıştır.

• Son onyıllarda, Asya ve Afrika’nın bazı bölgelerinde olduğu gibi, kuraklığın sıklık ve şiddetinde artış gözlemlenmiştir.

3. İklim Değişikliğinin Etkileri

Dünya iklimi oldukça karmaşık bir yapı gösterdiğinden, iklim değişikliklerinin insanlığı nasıl etkileyeceği konusunda kesin bir tahminde bulunmak oldukça zordur. Ancak, iklim değişikliğinin en belirgin hususlarından biri olan toplu ısınma bile tek başına ele alındığında, ortaya çıkan toplumsal boyutlar ürkütücü bir görünüm sergilemektedir. Söz gelimi, binlerce yıldır dünya iklimine egemen olan ve on milyonlarca insanın yaşamını etkileyen rüzgâr ve yağış düzeni önemli ölçüde değişecektir. Yükselen deniz seviyesi, adaları ve deniz seviyesine yakın kıyı bölgelerini tehdit edecektir. Zaten artan nüfus ve ekonomik dengesizliklerle yeterince meseleyle uğraşan insanlığın başına, kuraklığın yol açtığı açlık, şiddetli yağışların getirdiği diğer felâketler eklenebilecektir.

65 milyon yıl önce dev bir göktaşının dünyaya çarpmasının yol açtığı toz bulutunun 3 yıl boyunca dünyaya güneş ışınlarının gelmesini etkilediği ve bunun sonucunda, birçok bitki türünün gelişemiyerek ortadan kalktığı, dolayısıyla beslenme zincirinin kopukluğa uğraması yüzünden, dinozorlar dahil birçok hayvan türünün yok olduğu gerçeği ele alındığında, dünya ikliminde ani ve önemli boyutta bir değişikliğin canlı varlıkları nasıl derinden etkileyeceği artık sadece bilim adamlarını değil, geniş halk kitlelerini ve dolayısıyla politikacıları da konu üzerinde düşünmeye sevk etmiştir.

4. İklim Değişikliğinin Sebepleri

Yukarda açıklanan bilgiler dünya iklimini derinden etkileyecek ve dolayısıyla insan yaşamını tehdit edecek nitelikte toplu ısınmanın varlığını ve ısınma eğiliminin giderek arttığını bilimsel olarak ortaya koymuştur. 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında bu gerçek ortaya çıktığında, ısınma artışında insan faaliyetlerinin katkısı ve etkisi olup olmadığı da uzun süre tartışılmıştır. Isınma ve buna bağlı olan iklim değişikliği doğal bir sürecin sonucu iseler, sonuçların etkilerini hafifletecek tedbirler üzerinde düşünmek gerekecekti. Oysa, önceleri dar bir bilimsel çevrede başlayan, daha sonra giderek bilimsel kanıtlarla beslenen olguya göre, özellikle 20. yüzyılda görülen ısınma artışının en önemli sebebi, insan faaliyetleri sonucu üretilen çeşitli gazların, atmosferdeki oranlarının beklenmedik ölçüde artmasıdır. Dolayısıyla, ısınmaya yol açan gazların salım kontrolunun insanın elinde olduğu anlaşılmış ve iklim değişikliğini önleme çabaları, söz konusu gazların çıkış kaynaklarını bulmaya ve denetim altına almaya yönelmiştir.

Bu gazların önemli bir kısmı, yer yüzünden atmosfere doğru yansıyan güneş ışınlarından, özellikle ısıtıcı nitelikteki kızılaltı ışınlarının dışarıya kaçmasını engellemekte, dolayısıyla yüzeye yakın bölgelerin ısınmasına yol açmaktadır. Bu fiziksel olay, seralarda kullanılan plastik veya cam örtülerin seranın içinin ısınması olayına yol açmasına benzediğinden, söz konusu gazlara "sera gazları" adı verilmektedir.

Sera gazlarının türleri, atmosferdeki artış oranları ve kaynakları aşağıda verilmektedir:

Karbon dioksit (CO2) gazı: CO2 gazının atmosferdeki derişimi5 1750 yılından günümüze kadar % 31 oranında artmıştır. Günümüzde atmosferdeki CO2 miktarı son 420.000 yılda ve hatta son 20 milyon yılda hiç bu kadar yüksek bir düzeye erişmemişti. Son 20 yıldır, atmosfere salınan insan kaynaklı CO2 gazının yaklaşık dörtte üçü fosil yakıtların yanmasından, geri kalanı da arazi kullanımı değişikliği ve özellikle ormanların yok edilmesinden kaynaklanmıştır. Son yirmi yılda, atmosferdeki CO2 gazının yıllık artışı % 0,4 olmuş, 1990’dan sonra ise yıllık artış % 0,2 ila 0,8 arasında değişmiştir.

Metan (CH4) ve karbon monoksit (CO) gazları: Metanın atmosferdeki miktarı 1750 yılından beri % 151 oranında artmıştır ve hâlâ artmaya devam etmektedir. Son 420 000 yıldır, atmosferdeki bugünkü metan derişimine erişilmemiştir. 1990’lı yıllarda metan gazı derişiminin yıllık artışında belirli bir yavaşlama gözlenmektedir. Metan gazı salımının yaklaşık yarısı, fosil yakıtların kullanımı, büyük baş hayvan yetiştiriciliği, pirinç tarımı, atıkların gömülmesi gibi insan faaliyetlerinden kaynaklanmaktadır. Son zamanlarda, metan gazı artışına bağlı olarak karbon monoksit gazı salımı da tesbit edilmiştir.

Azot oksit (N2O) gazı: Azot oksitin atmosferdeki derişimi 1750 yılından beri % 17 oranında artmıştır ve artmaya devam etmektedir. Şu anki azot oksit derişimine son bin yıldır hiç rastlanmamıştır. Azot oksit salımının yaklaşık üçte biri, tarıma açık topraklar, büyük baş hayvan yemleri ve kimya sanayii gibi insan faaliyetlerinden ileri gelmektedir.

Halokarbon gazları: Hem ozon tabakasını zayıflatan, hem de sera gazı etkisi gösteren halojenli karbon (halokarbon) gazları salımında, Montreal Protokolünün uygulanmaya başlamasıyla, 1995 yılından beri çok az artış veya azalma görülmüştür. Buna karşılık, sanayide söz konusu gazların yerine kullanılan ve sera gazı etkisine sahip diğer halokarbon gazlarında ise artış gözlenmektedir.

5. İklim Değişikliği ve Enerji Kaynakları

Sera gazları içinde en önemlisi ve en yaygını karbon dioksit (CO2) gazıdır. Bu gazın % 75’i de kömür, petrol, doğal gaz gibi fosil enerji kaynaklarının yanmasından kaynaklandığı da açıkça ortaya çıktığından, iklim değişlikliğini önleme çabası, fosil yakıt kullanımını azaltma, iklim değişikliğine etkisi çok daha az olan veya hiç olmayan başka enerji kaynaklarının kullanılmasını gündeme getirmektedir. Bu aşamada, insanlığın önüne bir başka kısıtlama çıkmaktadır. Dünyada mevcut bütün enerji kaynakları, sürdürülebilir bir gelişme açısından, hem miktarca (rezerv) yeterli değildir, hem de coğrafi bölgeler ve ülkeler arasında düzenli bir şekilde dağılmamıştır. Bu durum Tablo-1’de özetlenmiştir. Tablodan da görüleceği gibi, mevcut tüketim eğilimi aynen devam ettiği takdirde, kömür dışında mevcut enerji kaynakları 21. yüzyılın sonlarına doğru tükenme noktasına yaklaşacaktır.

Bu durumda, insanlık enerjisiz kalamayacağına göre, küresel ısınma ve iklim değişikliği dikkate alınmasa bile, önce fosil enerji kaynaklarından çıkarılması daha pahalı olan rezervler yavaş yavaş işletmeye alınacak, sanayiden tarıma her alanda enerji tasarrufu sağlayacak teknolojiler gelişme gösterecek, güneş (fotovoltaik), jeotermal, biyokütle, rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanım katkısı arttırılmaya çalışılacaktır. Yakıt olarak uranyumu kullanan nükleer enerjinin, diğer enerji kaynaklarına göre daha değişik bir konumu vardır. Her şeyden önce uranyum derişik6 bir enerji kaynağıdır. Örnek vermek gerekirse, 1 kg odundan 1 kWh7 , 1 kg kömürden 3 kWh, 1 kg petrolden 4 kWh elektrik üretmek mümkün iken, 1 kg uranyumdan 400 000 kWh elektrik üretilebilir. Ancak uranyumun içinde üreyen ve gene bir enerji kaynağı olan plutonyumun yeniden devreye sokulması ile bu değer 7 000 000 kWh’ı aşabilmektedir. Dolayısıyla, kullanılmış uranyumun yeniden işlenmesi, hızlı üretken reaktörlerin ve toryumun8 kullanılmaya başlanmasıyla, uranyum rezervlerinin ömrü 50-60 misli arttırılabilir.

Enerji kaynaklarının kısıtlılığı ve eşit bir şekilde dağılmamış olması, ulusal temelde ülkelere enerji kullanımında zaten kısıtlama ve zorlamalar getirirken, iklim değişikliğine yol açmayacak şekilde enerji kaynaklarının kullanılmasını ortaya koyan uluslararası sözleşme ve anlaşmalar (Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Kyoto Protokolü) ülkeleri enerji kaynaklarının seçimi ve kullanımında yeni arayışlara sevketmiştir. Söz konusu Sözleşme ve Protokolün, onlara taraf ülkelerin iklim değişikliği olgusu ve buna karşı alınacak önlemler karşısındaki siyasi yaklaşımlarını da yansıttığından ayrıca irdelenmesinde yarar görülmektedir.

6. İklim Değişikliğinin Siyasi Yansımaları ve BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinin Gelişimi

Yukarıda da açıklandığı üzere, küresel düzeyde iklim değişikliğinin bilimsel bir gerçek olduğunun 1980’li yıllarda kanıtlanması üzerine, bu değişikliğin temelinde tabii olgulardan çok insan eliyle yaratılan sera gazları paylarının bulunduğu yönündeki inancın da giderek genişlemeye başlamasıyla, sera gazlarının yol açacağı küresel ısınma riskine çare aramak amacıyla Dünya Meteoroloji Örgütü ve BM Çevre Programı’nın çabalarıyla 1988 yılında, "Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli" kurulmuştur.

Panel, iklim değişikliğinin değişik veçhelerini irdeleyip tesbitlerde bulunmak, bu olgunun çevresel ve sosyo-ekonomik etkilerini değerlendirmek ve bu etkiler karşısında yapılabilecekler hakkında yanıtlar geliştirmekle görevlendirilmiştir.

Panel raporunun yayınlanması akabinde, 45. BMGK (1990) kararıyla, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi taslağının hazırlanması amacıyla bir Hükümetlerarası Müzakere Komitesi oluşturulmuştur.

Hükümetlerarası Müzakere Komitesi’nin, iklim değişikliğine çare oluşturabilecek önlemler, bu önlemlerin bağlayıcı taahhütlere nasıl dönüştürülebileceği, karbon-dioksit gazlarının azaltılması için belirlenecek hedef ve takvim, uygulamada gerekli parasal mekanizmalar ve gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin değişik türdeki sorumluluklarının tartışması sonucu ortaya çıkan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşme taslağı, 9 Mayıs 1992’de kabul edilmiş ve Rio de Janeiro’da aynı yıl yapılan BM Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda imzaya açılmıştır. Sözleşme, 50. onay belgesinin tevdii sonrasında 21 Mart 1994 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin 2 eki bulunmaktadır.

Ek.1, sera gazı salımlarını 2000 yılına kadar 1990 yılı düzeyine getirecekleri yönünde taahhütte bulunan OECD ülkelerinin çoğunu ve Orta ve Doğu Avrupa ülkelerini içermektedir.

Ek.2 ise, taahhütlerin yerine getirilmesine yardımcı olacak ek maddi ve teknolojik katkıda bulunmayı öngören devletleri kapsamaktadır.

Sözleşme’nin yürürlük ve uygulama sürecini gözden geçirmek ve gerekli uyarlamaları yapmakla görevli Taraflar Konferansı’nın ilki 1995 yılında Berlin’de toplanmıştır.

Birinci Taraflar Konferansı’nda Sözleşme Sekretaryası’nın Bonn’da kurulması karara bağlanmış, Sözleşme’ye ek oluşturacak Protokolun ilk taslak çalışmalarına başlanmıştır. Üçüncü Taraflar Konferans’ında görüşülüp onaylanan bu protokol, Kyoto Protokolu olarak anılmaya başlanmıştır.

Birinci Taraflar Konferansı’nda, ayrıca, sera gazları oranının indirimi alanında 2000 yılı sonrasında gerçekleştirilecek faaliyetlere başlanması amacıyla bir yönerge belirlenmiştir. Yönergenin açık katılımlı "Berlin Yönergesi Ad Hoc Grubu" tarafından uygulanması kararlaştırılmıştır.

Birinci Taraflar Konferansı, görüldüğü gibi, Sözleşme’nin uygulanması açısından gerekli mekanizmaların oluşturulması bakımından önemli bir toplantı olmuştur. Bu çerçevede, görevleri, Ek-1 ve dışındaki devletlerden gelen bildirimleri gözden geçirmek, sera gazı oranlarının indirimi için yararlı teknoloji transferi ve uluslararası işbirliği gibi hususlarda yardımcı olmak gibi unsurları içeren "Bilimsel ve Teknik Öneriler Ek Organı" ve "Uygulama Ek Organı" da kurulmuştur. Bu "Ek Organların" 1996 yılında yapılan toplantıları ilginç gelişmelere sahne olmuştur. Bu toplantılarda Sözleşme’ye taraf devletlerin iklim değişikliğini önleyici bilimsel önerileri ne şekilde uygulayacakları hakkında hiçbir şekilde görüş birliği içinde olmadıkları anlaşılmıştır. Başka bir ifadeyle, Sözleşme’ye taraf ve dolayısıyla Sözleşme’nin öngördüğü süreçte yeralmaya gönüllü sayılan 170’i aşan ülkenin, dünyanın geleceğini yakından ilgilendiren "sürdürülebilir iklim stratejisi" için gereken siyasi, sınaî ve sosyal değişikliklerle ilgili oydaşmaya varıp varamayacakları hâlâ geçerliliğini koruyan bir sanıdır. Burada çatışan taraflar, esas itibariyle sera gazlarının sınırlanabileceği konusunda iyimser taahhütlerde bulunan gaz salımı yapan ülkelerle, küresel ısınma konusunda esas sorumluluğu bu ülkelere yükleyip, daha fazla taahhüt altına girmekten kaçınan gelişme yolundaki ülkelerdir.

Sözleşme’ye ek Kyoto Protokolü’nün ve anılan Protokol’ün onaylandığı Üçüncü Taraflar Konferansı’nın üzerinde de biraz daha ayrıntılı durmakta fayda vardır.

Protokol’ün onaylandığı Üçüncü Taraflar Konferansı, Kyoto’da, 1-11 Aralık 1997 tarihleri arasında toplanmıştır. Konferans’ın ayrıca, 125 ilgili bakanı da biraraya getiren üst düzeyli bölümü de yapılmış, yoğun temas ve müzakerelerden sonra "Kyoto Protokolu" 11 Aralık 1997’de kabul edilmiştir.

Yukarıda çok kısa bir şekilde özetlendiği gibi, Kyoto Protokolü’yle, Sözleşme’nin I. Eki’nde yeralan devletler 5 çeşit sera gazı salımını, 2008 - 2012 yılları arasında 1990 ölçümlerinin % 5’i oranında azaltmayı taahhüt etmişlerdir. Protokol, ayrıca, taraf ülkeler arasında sera gazları salımının dengelenmesine yönelik bazı mekanizmaları da (Temiz Gelişme Mekanizması ve Salım Ticareti) öngörmektedir.

Temiz Gelişme Mekanizması, özellikle sanayileşmiş ükelerin gelişmekte olan ülkelerle işbirliğine girerek, bu ülkelerde sera gazları salımının azaltılmasını veya dengelenmesini sağlayacak şekilde yatırımlar yapmasını öngörmektedir. Bir başka deyişle, Ek.I listesinde yer almayan ülkelere, Sözleşmenin amaçlarına erişmek maksadıyla, sürdürülebilir kalkınmalarında sanayileşmiş ülkelerden mali destek sağlanmasıdır.

Salım Ticareti ise, yüksek salım düzeylerine sahip ülkelerin (Ek.I’de yer alan sanayileşmiş ülkeler), salım düzeyi hedefinin altında kalmış olan ülkelerle "salım kotalarını" satın alması esasına dayanmaktadır. Dolayısıyla bir ülke salım düzeyi taahüdüne erişmek için ya kendi ülkesinde salım azaltıcı önlemler alacak, ya da salım düzeyi düşük ülkelerle pazarlık yaparak salım kotası satın alacaktır.

Protokol’ün, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne taraf olan ve 1990 yılı temel alındığında, o yıla ait karbondioksit gazı salımının % 55’inden sorumlu, anılan Sözleşme’nin I. Eki’nde adıgeçen 55 ülkenin onayı sonrasında yürürlüğe girmesi öngörülmektedir.

2-13 Kasım 1998 tarihleri arasında Buenos Aires’te yapılan Dördüncü Taraflar Konferansı’nda Kyoto Protokolü’nün biran önce yürürlüğe girmesine yönelik tedbirler görüşülmüş ve Konferansın, kapalı olarak cereyan eden yüksek düzeyli bölümünden sonra yapılan Genel Kurulu toplantısında, katılımcılar, Sözleşme’nin en etkin şekilde uygulanması ve Protokolün acilen yürürlüğe girmesi için "Buenos Aires Hareket Planı" üzerinde mutabakata varmışlardır. Bir sonraki yıl yapılan Beşinci Taraf Devletler Konferansı, Hareket Planı’nı gözden geçirerek, hem Sözleşme’nin uygulanması, hem de Kyoto Protokolü’nün yürürlüğe girmesi için iki yıllık süre tanımıştır.

13-25 Kasım 2000 tarihleri arasında Lahey’de yapılan Altıncı Taraflar Konferansı, Kyoto Protokolü’nün öngördüğü şekilde sera gazları salımının 1990 oranlarının % 5 altına indirilmesi yükümlülüğü karşısında ABD ile AB arasında mevcut görüş ayrılıklarının daha da çarpıcı bir şekle bürünmesiyle, son bulmadan kapanmak zorunda kalmıştır.

ABD, Konferans’ta, yukarıda açıklanan salım ticareti mekanizmasının özellikle gelişmekte olan ülkelere yönelik olarak daha yoğun bir şekilde işletilmesinden yana bir tutum izlemiştir. Diğer bir deyişle, sera gazı salımlarının % 25’inden sorumlu durumdaki ABD, Kyoto Protokolü’nün ilk yükümlülük dönemi (2008-2012) sonunda tahminen % 35’lik gibi bir indirim yapma yükümlülüğü bulunması karşısında ormanlar, bataklık gibi sulak alanlar ve tarım alanlarından oluşan "karbon yutaklarının", yani karbon emme kapasitesinin büyüklüğünü koz olarak kullanarak başta gelişmekte olan ülkeler olmak üzere, diğer ülkelerle "karbon ticareti" yapmak istemektedir. ABD yetkilileri, Kyoto Protokolü’nün bu tür "esneklik mekanizmaları"nın sınırsız kullanım olanaklarına güvenerek Protokol şartlarını kabul ettiklerini açıklamaktadırlar. Oysa AB, ABD’nin, Kyoto Protokolü hedeflerine ulaşmak için gerekli indirimlerin en az yarısını ülkesinde gerçekleştirmesi gerektiğini, Protokol’de mevcut esneklik mekanizmalarının sınırsız kullanılamayacağını iddia etmektedir.

Altıncı Taraflar Konferansı’nda küresel ısınmaya yol açan sera gazlarını azaltmaya yönelik bir anlaşma üzerinde mutabakata varılamayınca Konferans kapanamamış, önümüzdeki ilkbahar-yaz aylarına ertelenmiştir.

7. 21. Yüzyılda Enerji Kullanım Senaryoları

Ülkelerin kalkınmasında ve belirli bir refah düzeyine erişmede veya mevcut refahı sürdürmede elektrik enerjisi üretim ve tüketiminin çok büyük bir payı vardır. Bu bakımdan enerji kaynakları daha çok elektrik üretiminde kullanılmaktadır. İklim değişikliğine bağlı olarak enerji kullanım senaryolarını etkileyen en önemli faktör, bilinen enerji kaynaklarının ürettiği birim elektrik enerjisi başına atmosfere saldıkları karbon dioksit gazına eşdeğer karbon miktarıdır (Bkz.Tablo-2).

Not: dolaylı karbon salımları yatık karakterlerle gösterilmiştir

Bütün bu veriler ile ekonomik, siyasi ve çevresel veriler ve gelişmeler esas alınarak, 21. yüzyılda enerji kullanımına ilişkin senaryolar hazırlanmıştır.

Dünya Enerji Konseyi ve Uluslararası Uygulamalı Sistemler Analizi Enstitüsü’nün ortaklaşa geliştirdiği 21. yüzyılda enerji kullanım senaryolarında esasta üç temel senaryo yer almaktadır; ayrıca her senaryo ailesi içinde de alt senaryolar bulunmaktadır:

A - Hızlı büyüme senaryosu

A1- Bilinen ve bilinmeyen bütün petrol ve doğal gaz kaynaklarının teknoloji tarafından çok daha büyük oranda kullanılmasını, dolayısıyla bu kaynakların terkedilmesinin daha uzun süre alacağı, kullanılmaları sırasında çevresel veya etkin kullanıma ilişkin herhangi bir cezalandırmanın söz konusu olmayacağı senaryosu.

A2- Daha fazla teknolojik gelişme, çevresel tehlikeleri az da olsa dikkate alma, kömür yoğunluklu senaryo (yerel, bölgesel ve küresel ciddi etkiler).

A3- Önemli ölçüde "karbon düşürmeyi" sağlayacak, yeni yenilenebilir enerji kaynaklarına ve "yeni" nükleer teknolojiye (daha küçük birimler, daha büyük kamuoyu desteği, yüksek güvenlik performansı) önem veren teknoloji yoğun senaryo.

B- Ilımlı büyüme senaryosu

Burada, teknolojik gelişmeye ve enerji teminine ihtiyatlı yaklaşımın, ılımlı bir ekonomik gelişmenin ve politika girişimlerinde ve kurumsal değişimlerde dinamizmin yavaşlamasını dikkate alan tek bir senaryo vardır.

C- Ekolojiye dayalı senaryo

C1- Yeni yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılması ile enerji temininde ve kullanımında verimin arttırılmasının, 21. yüzyılda fosil yakıt kullanımının büyük çoğunlukla terkedilmesini sağlayacak senaryo (hedef olarak, 1990 yılında % 76 olan fosil yakıtların toplam birincil enerji teminindeki payının, 2100 yılında % 20’ye düşürülmesi hedef alınmıştır). Ayrıca, bu senaryoda, kamuoyundaki endişeleri ve teknolojik atılımları gideremediği varsayımıyla nükleer enerjinin de terkedileceği düşünülmüştür.

C2- C1’deki kadar "karbon düşürmeyi" amaçlamakla birlikte, hem yeni yenilenebilir enerji kaynaklarında yüksek bir gelişme, hem de kendiliğinden güvenli, küçük boyutlu (150-250 MWe) nükleer reaktörlerin kamuoyunda ve siyasî destek bulmasıyla yaygınlaşmasını hedef alan senaryo.

Yapılan değerlendirmeler, bir yandan ekonomik büyüme ve çevresel endişeleri dikkate alırken, öte yandan birincil enerji kaynaklarının temin edilebilirliğini veya, başka bir deyişle, rezervlerin miktarını da dikkate almaktadır. Bütün çalışmalar ortaya bazı kaçınılmaz sonuçlar çıkarmaktadır:

• Günümüzde mevcut enerji sistemi gelişmesi devam ettiği takdirde sürdürülebilir (yani çevreyle barışık) kalkınma hedeflerine varmak mümkün olamaz;

• Sürdürülebilir kalkınmanın gerçekleştirilmesi, yüksek enerji verimleri, yenilenebilir kaynaklar ve ileri enerji teknolojilerinin bir arada uyumlu bir şekilde düzenlenmesine bağımlı olacaktır.

Senaryoların hazırlanmasında şu anda içinde bulunulan durumdan hareket edilmiştir. Söz gelimi 1990 yılında dünya nüfusu 5,8 milyar idi, 21. yüzyılın ortalarında bu rakamın 10 milyarı geçeceğine kesin gözüyle bakılabilir. Şu anda dünyada kullanılan birincil enerji kaynaklarının % 76’sı fosil yakıtlardan temin edilmekte, yalnızca % 2’si yeni yenilenebilir kaynaklardan (ilâveten % 5 kadar su kaynağı) oluşmaktadır. Bu orantıları köklü bir şekilde değiştirebilmek için acaba daha ne kadar yıl geçmesi gerekecektir? Ancak bir yandan kaynakların kısıtlı olması ve eşit dağılmaması, öte yandan kalkınma çabalarının bölgeler ve ülkeler arasında önemli değişiklikler göstermesi ve nihayet insanların geleceğini tehdit eden iklim değişikliği belirtileri, 21. yüzyılda siyasetçileri, teknoloji geliştirenleri ve iktisatçıları çok fazla meşgul edecektir.

1 Dr. Kim. Müh., Uzman Müşavir, BM Viyana Ofisi Nezdinde Türkiye Daimi Temsilciliği.
2 Müsteşar, BM Viyana Ofisi Nezdinde Türkiye Daimi Temsilciliği.
3 Eski çağlara ait iklimbilim.
4 IPCC: Hükümetlerarası İklim Değişikliği Panel’inin taslak 3.
5 Değerlendirme Raporu.
6 Derişim: birim hacim içinde bulunan madde miktarı.
7 Konsantre, yoğun.
8 kWh: kilowatt-saat; 100 watt’lık 10 ampülün 1 saat ışık vermesine yetecek elektrik miktarı.
9 Toryum doğada bulunan radyoaktif bir maddedir Ancak uranyum gibi doğrudan enerji kaynağı değildir; ama, uygun bir nükleer reaktör içine yerleştirilen toryumdan, enerji üretebilen bir başka uranyum izotopu elde edilebilir.
10 Mevcut ekonomik ve teknolojik şartlar altında işlenebilir kaynakların miktarıPetrol, doğal gaz, kömür üretimleri 1998 yılına, uranyum üretimi de 1996 yılına aittir.
11 Dolaysız salınım, enerji kaynağının doğrudan yanmasından çıkan karbon dioksit, dolaylı salınım da ilgili enerji kaynağının teknolojik olarak kullanıma hazırlanması sırasında üretilen karbon dioksit miktarlarıdır.
12 Type: ton petrol eşdeğeri.
13 A ve C senaryolarındaki iki ayrı sütun endüşük ve en yüksek altsenaryolara ait değerleri göstermektedir.
14 ppm (part per million): milyonda kısım; derişimi tanımlar.
15 İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı ülkeleri; Türkiye de grup içinde mütalaa edilmektedir.
16 Eski Doğu bloku ve BDT ülkeleri.