Türkiye-AB ilişkileri son dönemde Fransa dahil Avrupa kamuoyunda üzerinde en çok kalem oynatılan konulardan biri olmuştur. Dile getirilen görüşlerle her zaman mutabık olmasak da, Avrupalı bazı dostlarımızın Türkiye’ye gösterdikleri yakın ilgi memnuniyet vericidir. Bununla birlikte, ülkemiz hakkında dile getirilen görüşlerde kullanılan söylemlerin zaman zaman dostluk sınırlarını zorladığını da üzülerek görüyoruz. Halbuki biz dostuz. Birlikte daha güçlüyüz. Çalkantılı bir dünyada birlikte hareket etmemiz lazım.
Türkiye’nin Batı kamuoyunda daha çok AB ile ilişkilerimiz, göç meselesi ve 16 Nisan’da ülkemizde gerçekleştirilecek Anayasa değişikliği halkoylaması bağlamında gündeme geldiğini gözlemliyorum. Bu çerçevede, Avrupa kamuoyunun aydınlatılmasına katkıda bulunmak amacıyla bu konulardaki görüşlerimizi paylaşmak istiyorum.
Ülkemizin AB ile ilişkilerinin uzun bir geçmişi vardır. 1963 Ortaklık Anlaşmasıyla başlayan ilişkilerimiz, 2005 yılında başlayan katılım müzakereleriyle nihai dönemine girmiştir.
Bununla birlikte süreç münhasıran ülkemizden kaynaklandığı söylenemeyecek nedenlerle arzu ettiğimiz hızla ilerlememiş, sadece 16 fasıl açılabilmiştir. Tabiatıyla bu durum akla “Türkiye acaba üyelik kriterlerini karşılayamıyor mu?” sorusunu getirmektedir. Türkiye, AB üyelerinin bir kısmının bütçe açığı ve kamu borçları gibi alanlarda karşılayamadığı Maastricht kriterlerini tamamen karşılamaktadır. Kopenhag siyasi kriterleri konusunda da ülkemizde, özellikle Hükümetimiz döneminde, önceki dönemlerle kıyaslanamayacak düzeyde reformlar yapılmıştır. Bununla birlikte, yeni fasılların açılmasına karşı bazı AB üyeleri tarafından suni engeller çıkarılmaktadır.
Ülkemize sıklıkla eleştiri yöneltilen adalet ve hukukun üstünlüğü alanlarındaki fasılların açılmasının reddedildiğini burada ilginç bir ayrıntı olarak not etmek isterim. Yani bu fasılları açıp konuşmak isteyen biz, istemeyen AB'dir.
AB’yi hemen hemen varoluşsal bir krizle karşı karşıya bırakan göç krizinde Türkiye’nin büyük katkılarıyla yoğun göçün kontrol altına alınmasının verdiği rahatlıkla 18 Mart Mutabakatı kolayca eleştirilebilmektedir. AB’ye sorumluluklarını hatırlatmamız neden eleştiriliyor? Suriye, Irak ve başka çeşitli ülkelerden AB’ye yönelen düzensiz göç akını Türkiye sayesinde minimuma inmiştir. AB ülkelerine her gün 7 ila 10 bin göçmen giderken, bu sayı Mart 2017 itibarıyla 50’nin altına düşmüştür. Buna mukabil, AB Türkiye’ye söz verdiği 3+3 milyar avro’luk paketten sadece 777 milyon avro transfer etmiştir. Oysa 3 milyona yakın Suriyeli göçmen barındıran Türkiye, Suriyeli göçmenlerin ihtiyaçlarını karşılamak için bugüne kadar 15’i Hükümet, 10’u sivil toplum kaynaklı olmak üzere 25 milyar ABD doları harcamıştır. AB’nin sarfettiği çabayla Türkiye’nin üstlendiği yük kıyaslaması açık değil mi? Avrupa’ya katkımız sadece bu örnekle bile açık değil mi?
Gelinen noktada müzakerelerin hızlandırılması bir tarafa, Avrupa Parlamentosunun ve bazı AB üyesi ülkelerin müzakerelerin durdurulmasını dahi önerdiklerini gözlemliyoruz. İlişkilerimizin doğasıyla ilgisi olmayan, demokratik hükümeti tehdit eden söylemler dahi gördük. % 52 oyla seçilen Cumhurbaşkanımızı hedef alan yazılar yazıldı. Ülkemizi hedef alan terör örgütleri, hiçbir demokraside yeri olmayan bir cezasızlık ortamında, Avrupa sokaklarında açıkça Sayın Cumhurbaşkanımızın hayatına kastedilmesi çağrısında bulunan, şiddet ve terörü öven pankartları açma cüretini gösterebilmektedirler.
Ülkemizde 16 Nisan’da oylanacak olan Anayasa değişikliği önerisi paketi, her demokratik ülkede olduğu gibi parlamentomuzda komisyon ve genel kurul aşamalarından geçmiştir. Artık vatandaşlarımızın hür iradesinin tecellisi aşamasındayız. Anayasa değişiklik paketinin hazırlanmasında başta Avrupa Konseyi sözleşmeleri olmak üzere, tüm uluslararası yükümlülüklerimiz ve sorumluluklarımız gözetilmiştir. Haksız ithamlarda bulunanlar şayet değişiklik paketini inceleme fırsatı bulmuş olsalardı, Cumhurbaşkanına verilmesi öngörülen yetkilerin çoğunun esasen mevcut Anayasamıza göre zaten Cumhurbaşkanının uhdesinde olduğunu göreceklerdi. Bu çerçevede ayrıca, güçler ayrılığı ilkesinin güçlendirildiğini, mevcut Anayasa’nın aksine, Anayasa değişikliği paketiyle Cumhurbaşkanına münhasıran kullanacağı yetkiler nedeniyle cezai sorumluluk getirildiğini de tespit edeceklerdi.
Anayasa değişikliği bağlamında dillendirilen bir diğer iddia da rejim değişikliğine gittiğimize dairdir. Bu endişeler tamamen yersizdir. Zira, yeni Anayasa paketinde, Türkiye’de rejimin değil, hükümet sisteminin değiştirilmesi öngörülmektedir. Tekrar vurgulamak isterim ki, Türkiye laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir ve öyle kalmaya devam edecektir. Burada sözkonusu olan daha istikrarlı olduğunu düşündüğümüz Cumhurbaşkanlığı sisteminin ihdas edilmesinden ibarettir. Benzer sistemler Fransa ve ABD’de uygulanmaktadır.
Ülkemize karşı olumsuz bir kampanya yürütmekte direnenlere cevabımız nettir: Türkiye dünden daha kararlı bir şekilde çağdaş değerlere sahip çıkmayı sürdürecektir. AB yönelimimiz stratejik önceliğimiz olmaya devam edecektir. Sizden beklentimiz ise Avrupa ortak evimizde birbirimize sahip çıkmamız ve Türk, Fransız ve diğer Avrupa halklarına güzel bir gelecek hazırlamak için birlikte çalışmamızdır. Zaman liderlik, zaman demokrasilerin dayanışması zamanıdır.