Yeni Dünya Düzeni Eskiyor mu?

A. Asım Arar (*)

Dışişleri Bakanlığı Akademisi, değişik kamu kuruluşlarından  yurt dışına tayin edilmesi söz konusu  yüksek düzeyli bürokratlar için düzenlemekte olduğu kurslar arasında, ‘Uluslararası Ekonomik Sorunlar’ temalı bir sunuşa da yer veriyor. Bu   sunuşu bir kaç kez tekrarladıktan sonra şu sonuca vardım:  Uluslararası Ekonomik Sorunlar irdelendiğinde,   aslında ‘sorunun’ tekil olduğu ortaya çıkıyor. Bu da, üretimin ülkeler arasında eşitsiz paylaşımı ve küresel gelir dağılımının dengesizliğinden  kaynaklanan ‘yoksulluk’.  Bütün iyi niyetli ve olumlu yaklaşımlara rağmen, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki uçurum büyümekte, ekonomik ve sosyal eşitsizlikler sürmekte.  

IMF’nin yayımladığı son rapor bu açıdan çarpıcı bilgiler içeriyor. Buna göre, dünyanın toplam gayrı safi hasılasının 2003 yılında 35.6 trilyon dolar; 2004 yılında 37.3 trilyon dolar olacağı tahmin ediliyor. 29 gelişmiş ekonomi (Almanya, Fransa, İtalya ve diğer 12 Euro ekonomisi, ABD, Japonya, İngiltere, Kanada ve diğerleri) bu hasılanın %56’sını oluşturuyor. Buna karşılık bu grubun toplam nüfusunun, dünya nüfusu içindeki payı %15.4.  125 Gelişme Yolundaki Ülke dünya gayri safi hasılasının %38.1’ini elinde bulunduruyor. Bunun içindeki en düşük pay Afrika’ya ait. Bu kıtada 51 ülkenin sahip olduğu pay %3.2. Buna karşılık Afrika’nın dünya nüfusu içindeki payı, %12.5. Asya’daki 25 ülke ise, %22.9 pay sahibi. Türkiye’nin de içinde bulunduğu grupta 16 ülke var ve dünya hasılasındaki payları %4. Söz konusu grubun dünya nüfusu içindeki payı ise %5.

Bu tabloya rağmen, yerkürenin ne denli ‘küreselleştiğine’ ilişkin iddiaların  ardı arkası kesilmiyor. Aslında  bu bir çok açıdan yanlış da değil ama bu olguya 21. yüzyılda birdenbire internet sayesinde ulaşıldığı varsayımı yanlış. Bu  süreç aslında, 18. yüzyıldan itibaren Avrupa’da gelişen sınaileşme hareketinin devamı niteliğinde.

Sosyal bilimler, nasıl tek tanrılı dinlerin gelişmesinin ve yayılmasının yerleşik tarım toplumu dönemine rastladığını söylüyorsa, milliyetçilik felsefesinin de, yüzyıllar sonra, sanayi toplumu ile belirginlik kazandığına işaret ediyor. Sömürgecilik aslında milliyetçiliğin dolu dizgin gittiği dönemden önce başlıyor ama milliyetçiliğin kamçıladığı üstünlük yarışı,  sömürgeciliği daha da körüklüyor.  Buharın sınai amaçlı kullanımının bunda büyük etkisi var. Buharla  birlikte aslında ilk küreselleşme emareleri de görülmeye başlıyor. İnsanlar  sınırlar ötesinde kolayca  dolaşmaya başlıyor ve mal ticareti genişliyor. 1.Dünya Savaşı sonrasında, tam tersine, bu ticaret hacmi daralıyor ve büyük güçlerin daha ziyade sömürgelerine dönük bir hareketliliği tercih ettiği uluslararası bir görünüm ortaya çıkıyor. 2. Dünya Savaşı akabinde ise, savaş kârlısı ABD’de herkesi imrendirerek yaygınlaşan ‘Amerikan tarzı hayatın’ gerektirdiği serbest ekonomi ve ticaret modelleri bu ülkenin  yardımıyla ayakta durmaya çalışan Batı Avrupa tarafından da benimseniyor. Ancak, Avrupa’yı Amerika’dan ayıran önemli bir özellik var. O da, Avrupa’daki sosyalist miras. Bu miras, Avrupa’da, serbest pazar ekonomisinin olumsuz  etkilerini sosyal koruma yöntemleriyle sınırlamaya çalışan ‘refah devletlerinin’ oluşmasına yol açıyor. Serbest pazar ekonomilerinin  karşısında adeta emir-komuta zinciri içinde  hareket eden güdümlü ekonomiler var ve uluslararası ticaret de, bu iki dünya arasında  bloklara ayrılmış durumda. 


Soğuk savaş yıllarında da geçerliliğini koruyan bu düzen, 1960’larda sömürgelerin bağımsızlığını kazanması ve  yaklaşık 20 yıl kadar sonra da, güdümlü ekonomilere sahip ülkelerin Batı ekonomik modelini benimsemesine varan süreç ile sona eriyor. Neticede,  önce  mal  ve  hizmet ticaretini serbestleştiren  daha sonra da,  sınır ötesi sermaye hareketlerinin yoğunluk kazanmasına olanak tanıyan ‘küresel’ bir sistem doğuyor. Tüm bu gelişmeler,  sınır tanımaz çok-uluslu şirketlerin, uluslararası dayanışma halindeki sivil toplum örgütlerinin ve kendileri de giderek küreselleşen,  küreselleşme karşıtı hareketlerin  oluşumuna denk geliyor. Siyasi ve kültürel boyutları da bulunan  bu sürecin günümüzdeki en belirgin niteliği, uluslararası sermaye hareketlerinde yarattığı baş döndürücü akışkanlık. Sayısal ifadeyle, bu akışkanlığın günlük hacmi 1.5 trilyon dolardan fazla.

Küreselleşme deyimi, bu akışkan sermayenin ve çok uluslu şirketlerce kullanılan yüksek teknolojinin dünyanın her köşesine hızla yayılabileceği gibi bir izlenim  yaratıyor. Gerçek böyle olsaydı, IMF’in yukarıda alıntı yapılan raporunun içeriği de her halde çok değişik olurdu. Gerçek şu ki, sermaye ve teknoloji, sadece kendilerinden verimlilik sağlanabilecek bir altyapının mevcut olduğu ülkelere yöneliyor. Oysa ki, yoksulluktan mustarip üçüncü dünyanın büyük bir bölümünde henüz böyle bir altyapı mevcut değil. Kolay kurulması da beklenmemeli. Zira, üçüncü dünyanın bugün sergilediği siyasi görüntü  sermaye ve yüksek teknolojiye cazip gelecek istikrarın hayli uzağında.

Artık yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkan   küreselleşmenin diğer bir adı, ‘Yeni Dünya Düzeni’.  Bunun niteliği 1970’li yılların üçüncü dünyacı söyleminin önemli bir parçasını oluşturan ‘Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen (YUED)’den çok farklı. YUED, Gelişme Yolundaki Ülkelerin gelişmiş ülkelere  tepkisi niteliğindeki, bir hak arama mücadelesini içermekteydi. Halbuki, Yeni Dünya Düzeni, ilke itibariyle hiç bir  bloklaşma öngörmüyor.  Tam tersine, tüm ülkeleri kucaklayacak biçimde geliştirilecek belli normlar ve kurallar etrafında ticaretin ve sermaye hareketlerinin  tamamen serbestleştirilmesinin herkes için yararlı olacağı düşüncesinden hareket ediyor. Anacak biraz daha derine inildiğinde tüm ulusların çıkarına olacağı iddia edilen bu norm ve kuralların hemen tamamının  gelişmiş ülkelerin yaklaşım ve beklentilerini içerdiği gözden kaçmıyor. Örneğin, özellikle gelişme yolundaki ülkelere yapılacak doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının teşviki için  alınması gereken önlemler hususunda, yatırımcılar için yüksek standartlar sağlanması, uygulamalarda şeffaflığın ve  iyi yönetişimin tesisi  gibi, bu ülkelerin kavramsal planda dahi henüz çok uzağında bulundukları şartlar koşuluyor. Kısacası, bu haliyle, ‘Yeni Dünya Düzeni’nin de üçüncü  dünyanın yoksulluğuna çare oluşturacağı düşünülmüyor. 

  Tam tersine, Yeni Dünya Düzeni’nin öngörüleri arasında üçüncü dünyanın yoksulluğunu derinleştirecek unsurlar da mevcut. Küreselleşmenin olumlu yanlarından yararlanmasını bilen ülkelerdeki son teknik gelişmeler, sanayinin değişik sektörleri arasındaki öncelik sırasını   değiştirdi. Önümüzdeki yıllarda anahtar konumunda olacak sektörleri şöyle sıralamak mümkün: Mikro-elektronik, Biyo-teknoloji, Yeni Malzeme Sanayi, Sivil Havacılık, Tele-komünikasyon, Robot ve Makine Sanayi, Bilgisayar ve Programları. Önceliklerde  meydana gelen değişiklikler, haliyle,üretim altyapısının da yenilenmesini gerekli kılıyor. Yani, önceleri 15-20 yılda bir yenilenen üretim araçlarının, artık 4-5 yılda yenilenmesi lazım geliyor. Bu sektörlerde istihdam edilecek nitelikte iş gücünün yetişmesi ise, ancak güçlü bir eğitim temelinde olanaklı. Tüm bu unsurlar gelişmekte olan ülkelerin  kolayca altından kalkabileceği türden değil.


Teknik yenilenmenin üretimde yarattığı çarpıcı gelişme sonucu gelişmiş dünyayı doğrudan yatırım rüzgarı sarmış durumda. 1980-1997 yılları arasında, doğrudan yabancı yatırımlar yedi kat artmış, fakat çok azı fakir ülkelere gitmiş.%70’i ise gelişmişlerin kendi arasında gerçekleşmiş. Aralarında Çin’in de bulunduğu 8 gelişme yolundaki ülke,doğrudan yabancı yatırımlardan hali hazırda %20’lik bir pay almış durumda. Geriye kalan %10 ise, 100 yoksul ülke arasında dağıtılmış. Yeni Dünya Düzeninde, geri kalmış ülkelerdeki ucuz iş gücünün bir rekabet unsuru oluşturduğu yanlış bir görüş değil. Her alana olmasa da, sermaye, üçüncü dünyanın bazı ucuz iş gücü alanlarına kayıyor. Giyim, dokuma, çip üretimi, montaj sanayi bunlardan birkaçı. Ancak, bu tür sermayenin,  küreselleşme dahilinde hareket eden toplam sermaye ile kıyaslandığında yeri çok küçük. Neden? Çünkü üçüncü dünyanın ucuz iş gücü sunmasına rağmen, sırf iş disiplini ve eğitim açısından çok geri kalmış olması  dahi üretimi sonuçta daha pahalı bir hâle getirebiliyor.

Rekabet konusu bir yana, aslında, gelişme yolundaki ülkeler, gelişmiş ülkelere göre daha hızlı büyüyor. Ne var ki, bu büyüme düzenli değil, çeşitli krizlerle kesintiye uğruyor ve o zamana dek elde edilen kazanımlar bir anda kaybedilebiliyor. Kaldı ki, kriz ve kesinti olmasa bile, aradaki farkın büyüklüğü dolayısıyla gelişme yolundaki ülkelerin, gelişmiş ülkeler düzeyine ulaşma olasılığı çok düşük. Bu fark geçmişte de mevcuttu. Ancak, bugünkü kadar büyük değildi. Bazı verilere göre 19. yüzyılda dünyanın en zengin ülkesi ile en fakir ülkesi arasındaki fark 9 kat iken bugün 60 kata varmış durumda.

Uluslararası ekonomi arenasındaki üretim oranları  ve gelir düzeylerindeki eşitsizliğin durumu ve nedenleri ana hatlarıyla böyle iken, Amerika Birleşik Devletleri’nin,  Yeni Dünya Düzeni’ni sürekli savunan ve bu düzenin sadece olumlu yönlerini sergilemeye çalışan bir tutum içinde olduğu görülüyor. Küreselleşmenin tam olarak ortaya çıkışıyla birlikte dünyanın ‘çift kutupluluktan’, ‘tek kutupluluğa’ yöneldiği biliniyor. Bu kutbun çekim noktası Amerika Birleşik Devletleri. Ancak yeni bir gelişme, bu ‘tek kutuplu’ dünya modelinin erken sorgulanmaya başlamış olması. 21.yüzyılın kaderi gibi gösterilen tek kutuplu dünya modelinin ‘tek egemeninin’ de aynı zamanda sorgulanmaya başlamış olmasının ardında Irak’ta yaşananların payı olsa gerek. Ayrıca, çift kutupluluktan tek kutupluluğa geçişte, ortada birbirini denetleyen karşıt güç merkezleri de kalmadığından ve her şey yapılabilir, her politika izlenebilir olduğundan, dünya, artık ABD’nin tek başına denetleyemeyeceği kadar  karmaşık hale geldi. Bu durum, acaba, dünyanın giderek, çift değil, tek değil, fakat ‘çok kutuplu’ bir düzene  doğru yol aldığı anlamına gelir mi ? 

Bu soruya yalnızca ekonomik açıdan yanıt vermek doğal olarak olanaklı değil. Hatta, aranacak yanıtın siyasi ve askeri yanları, en azından ilk aşamada, ekonomik unsurlara göre daha ağır basabilir. Yine de, bazı ekonomik göstergeleri tartışmak yararlı olacaktır.

ABD’nin ekonomik alanda tek kutupluluğu sürdürebilecek yeteneği var mı? 

2. Dünya Savaşı’ndan beri sahip olduğu ekonomik ve parasal egemenlik sonucu, Amerika’nın,  Avrupa ve Japonya’daki tasarrufları, özellikle borsa spekülasyonları yoluyla kendi ülkesine çekebilmekteki başarısı yadsınamaz. Öte yandan kendi ülkesinde hissedar konumuna getirdiği yabancılara gereken geri ödemelerin zamanında yapılamayışı, ABD’yi, dünyanın en borçlu devleti konumuna sokmuş durumda.

Yukarıda sıralanan yeni stratejik sanayi alanlarından sivil havacılık, biyo-teknoloji ve bilgisayar programcılığı gibi sektörlerdeki kesin üstünlüğünün devam etmesine mukabil, Amerika’nın, örneğin mikro-elektronikte pazar kaybına uğradığı gözlenmekte.  ABD’de iş gücünün büyük bölümü hizmetler sektörüne yönelmiş durumda. Oysaki; hizmetler, îmalât sanayinin ihracatından elde edilen geliri getirmiyor. Îmalât sektöründe ise, ABD, Japonya, AB ve ‘Asya Kaplanlarının’ süregelen rekabeti karşısında bunalmış. Îmalât sanayinin yeniden canlandırılması için tüketimin özendirilmesine yönelik teşviklere başvurulsa da, bu,  yatırım sermayesini daha maliyetli hale getiriyor. Yatırım sermayesinin hali hazırda zaten pahalı olmasının ardındaki, ABD nüfusunun aşırı harcama eğilimine bağlı olarak, bu ülkede tasarruf oranının geleneksel biçimde düşük olması yatmakta. ABD’nin yabancı ülkelerdeki tasarruflara duyduğu ihtiyacın temelindeki neden de bu herhalde. Fakat bu çekim gücünün artık bir sınıra dayandığı, ABD’nin mali ve ticari açıklarının boyutlarından anlaşılıyor. Sermaye pahalılığına yol açan   dönemsel iki  sebep de, petrol fiyatlarındaki yükselme ve bilhassa 11 Eylül sonrasında neredeyse ‘paranoya’ seviyelerindeki terör korkusu. Bu korku, hem yatırımcıda, hem de tüketicide güven  boşluğuna yol açmış durumda.

ABD ekonomisinin üretim alanında artık kemikleşerek yapısal hale gelen diğer bir güçlüğü, yüksek teknolojili büyük projelerle yeni ürünler yaratmadaki tekeli ele geçirmesine rağmen, bu ürünlerin ticari hale getirilmesindeki yeteneksizliğinden ötürü, söz konusu  tekeli kolay kaptırması. Diğer bir deyişle, yeni ürün yaratmadaki becerisine karşın, bu ürünleri rakiplerine göre çok pahalı üretmesi. Tabii, bu arada, altyapının iyice eskimiş olması ve  geleceğin nitelikli iş gücü bakımından önemi haiz orta öğretim başta olmak üzere, eğitim sisteminde  büyük sorunlar yaşanmaya başlaması da bu yapısal zorluğu artırıyor.

İleride dünyanın çok kutuplu bir düzene doğru yol alması sözkonusu olduğu takdirde, ABD’nin görünürdeki rakiplerinin Avrupa Birliği, Japonya, Çin ve Rusya olması olasıdır.  

Avrupa Birliği, özellikle ‘Euro’ para birimi etrafındaki oluşum dikkate alındığında, ekonomik açıdan neredeyse ABD kadar büyük bir güç, fakat, refah devleti uygulamalarından ve yaşlanan nüfusundan dolayı sosyal alana hâla büyük yatırımlar yapmak zorunda. Bu durum, günümüz gelişmiş ekonomilerinde olması gereken  kıvraklığı büyük ölçüde engelliyor. Bununla birlikte, yeni stratejik sanayi sektörlerinde önemli ilerleme kaydeden Avrupa Birliği bu alanlardaki üretiminin maliyetini ABD’den daha ucuza getirmeyi başarıyor. Avrupa Birliği’nin ekonomik yenilikler ve  istikrar açısından  elde ettiği başarılara  rağmen, olası çok kutuplu bir dünyada yeterli bir çekim merkezi oluşturmaya henüz aday gözükmemesinin  nedeni,  iktisadi değil, siyasi. ‘Ortak Güvenlik ve Dış Politika’ konusuna ilişkin olarak Birlik bünyesinde yaşanan tartışmaların da işaret ettiği gibi, tüm üyelerin mutabakatını sağlayacak müşterek bir irade etrafında birleşilmesi çok zor oluyor. Bu durum, Avrupa Birliği’nin ortak tepki vermesini gerekli kılacak uluslararası gelişmeler karşısında gecikmelere, hatta, on yıl önce yaşanan Balkan karışıklıklarında örneği görüldüğü gibi, bazen de itibar kaybına yol açıyor. 

Japonya, 2. Dünya Savaşı’ndaki  yenilgisinden sonra hızlı bir gelişim içine, adeta itildi. Ordusu ve silaha yatırımı yasaklandığından, kendisine orta ve uzun vadede yüksek gelir getirecek sektörlere yönelme fırsatı buldu. Savaştan 20 yıl sonra, dünyada ‘Japon Mucizesi’ olarak bilinen süreci yarattı. Bugün Japon ekonomisinin ciddi bir sermaye tasarrufu bulunuyor. Ayrıca, planlama kapasitesi, modern altyapı, robot kullanımı ve yeni üretim biçimleri yaratıp, benimsemede üstünlükleri var. Japonya’nın yıllık kişi başına yatırım ABD’den de, Avrupa Birliği’nin en büyük ekonomisi Almanya’dan da bir kaç kat daha fazla.  Uzay havacılığı ve biyo-teknoloji dışındaki üretim alanlarında Avrupa ve ABD karşısındaki üstünlüğünü korumakta.

Buna mukabil, Japonya’nın da önemli zaafları mevcut. Doğal kaynaklarda dışa bağımlı. Son zamanlarda işsizliğin giderilmesinde kaydettiği ilerlemelere rağmen nüfusu aşırı yaşlanmakta. Pasifik Bölgesi öncelikli tercihi olmakla birlikte, dünyanın bir çok yerine yatırım yapan ve nitelikli iş gücünü gönderen Japonya’nın, kendi ülkesinde yabancılara karşı kapalı bir zihniyeti ve yapısı mevcut. 2004 yılında %3’lük bir büyüme elde edeceği hesaplanmakta, ancak, bu yıl ekonomisini durgunluk ortamından kurtarmak için başlattığı girişimin, aslında onun bir yıl içindeki üçüncü girişimi olduğunu ve önceki ikisinin başarılı olamadığını unutmamak lazım. Japonya, bir kutup oluşturmaya imkan tanıyacak şekilde, dünya ölçeğinde rol oynamaktansa, kendisini Pasifik ile sınırlı tutmayı tercih eden bir görünüm sunuyor. Dolayısıyla, kendisi bir ‘kutup adayı’ olma şansına şu an için fazla sahip değilse de, diğer adayların durumunu oldukça güçleştirebilecek yeteneklere sahip.

Bir diğer önemli Pasifik oyuncusu konumundaki  Çin’in güttüğü genel siyasete bakıldığında, kendisini  geleceğin  kutuplarından ya da çekim noktalarından biri olarak planladığını görebilmek lazım. Napolyon Bonapart zamanından beri ne zaman kımıldayacağı merak konusu olan Çin, şimdi koşmaya başlamış durumda. Potansiyel bir kutup adayı olmaya en yakın duran Çin’i, üstünlükleri yanında, eksiklik ve  çelişkileri itibariyle, diğer ülkelere oranla biraz daha uzun ve ayrıntılı incelemekte yarar var.

Çin ekonomisi, 1978-2000 yılları arasında ortalama %9.3 oranında büyüme kaydetti. Başka hiç bir ülkede rastlanmayan bu büyüme hızının ardında %40 gibi  yüksek bir tasarruf oranı ve bugün için 450 milyar dolardan fazla döviz rezervi de bulunduğu hatırlanınca, bu ülkenin, önümüzdeki 15-20 yıl için kendisine hedef seçtiği yıllık  %7’nin üzerindeki büyüme hızını, öngörülmeyen bir etkenle karşılaşmadıkça, tutturabileceği düşünülüyor.  Öte yandan, Çin’in doğrudan yabancı yatırımları ülkesine çekme konusundaki başarısı diğer ülkeler için tam anlamıyla bir başarı örneği teşkil ediyor. Çin, bu başarısını, doğrudan yabancı yatırımlara ilişkin rakamı, son 24 yılda, 1.8 milyar dolardan (1979), 53.5 milyar dolara (2003) yükselterek kanıtladı. 

Ancak, Çin’in yüksek kalkınma hızı, bu ülkede mevcut bazı iç çelişkileri göz ardı ettiremiyor:

 Çin ekonomisinin itici gücünü oluşturan üç temel bölge (Pekin-Tianjin; Şanghay ve civarı; Guangdong Eyaleti) ülke topraklarının sadece % 3’ünü oluşturuyor ve nüfusun % 20’sini barındırıyor. Buna mukabil, gayrı safi milli hasılanın % 45’i bu bölgede üretiliyor ve uluslararası ticaret ve yatırımın % 70’ini bu bölge çekiyor. Bu rakamlar, ülke içindeki bölgeler arası dengesizliklerin  çarpıcılığını ortaya koyuyor. Ayrıca, üç temel bölgeden hareketle, ülkenin geri kalmış diğer büyük bölümlerini kalkındırmayı hedefleyen ‘sosyalist pazar ekonomisinin’ gelecekte sonuç verip vermeyeceği meçhul. Bu dengesizliğe başka ilaveler yapmak da mümkün. Çin’de gelişmeye başlayan borsada hisse sahibi kişi sayısı sadece 55 milyon olarak hesaplanıyor ve bu rakam içinde sadece 5 milyonun aktif nüfus içinde yer aldığı tahmin ediliyor. Bu, toplumsal servetin, nasıl çok küçük bir azınlığın elinde birikmekte olduğunun da bir göstergesi.

 Bu tür ekonomik ve sosyal dengesizlikleri giderebilmek için Çin’in, verimlilik temelinde ve genel rekabeti arttıracak bir biçimde yenilikçi bir politika izlemesi lâzım geliyor. Hükümet, uzay, tarım, biyo-tıp, toprak ve deniz kaynakları, elektronik, enerji, çevre, nükleer malzeme, bilgisayar ürünleri, optik gibi alanlarda ileri teknoloji girişimlerini, esasen teşvik etmekte, Araştırma- Geliştirme (AR-GE) çalışmalarına önemli kaynak ayırmakta. Ancak, bu yenilikçi yaklaşımın istikrarlı ve bütüncül bir anlayış içinde yapıldığını söylemek hayli zor. Çin’in bilgisayar ve iletişim teknolojileri ürünlerinin ihracatı 1993’te 716 milyon dolardan, 2003’te  41 milyar dolara ulaşmış durumda ise de, bu gelirin %75’inin bu ülkede üretim ve ihracat yapan yabancı sermayeli firmalara ait olduğunu unutmamak lâzım. Dolayısıyla Çin’in AR-GE faaliyetlerinde ve teknolojik alanda bir üstünlük sağladığı fikripek fazla kabul görmüyor. 

Bunlara ilaveten, Çin’in eskiyen ekonomik altyapısının modernleştirilmesi için çok büyük parasal meblağlara ihtiyacı var. Keza, bu hızla büyümekte olan bir ekonominin enerji gereksinimlerinin de ileride nasıl ve ne şekilde karşılanacağı hakkında henüz elde fazla öngörü  yok. Çölleşme hızı dolayısıyla su sıkıntısının da giderek artması beklenen Çin’in, bu büyüme hızıyla, önümüzdeki yıllarda doğal kaynaklarının sürdürülebilirliğini nasıl sağlayacağı henüz bilinmiyor.

Çin’in yabancı yatırım çekmedeki maharetinin gelişmesinde, hızlı büyüme sergileyen bir ekonomi olarak sunduğu pazar potansiyeli yanında, diğer bölge ülkeleriyle yürüttüğü ticarette ihracat ülkesi konumuna ulaşmış olmasının da etkisi büyük. Fakat, geçen yıl elde edilen 53.5 milyar dolarlık yabancı yatırımın, belli bir doyum noktasını temsil ettiği de hesaplanmakta. Ayrıca, bu meblağın %78’lik bölümünün, Çin’den dışarı kaçıp,  yabancı yatırım görüntüsü altında Çin’e geri dönen sermayeyi oluşturduğunu görmek hayli düşündürücü.

Öte yandan, bölgesel farklılıkları dolayısıyla toplumsal alanda güçlüklerle karşılaşan Çin’de, belli bir gelişme düzeyi sonucu ortaya çıkan Batı tarzı hayat şekline yönelişlerin, bu ülkenin süregelen gelenekçiliği ile ne kadar uyuşacağı belirsiz.  Uzun bir müzakere sürecinin sonunda Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olan Çin’in, uluslararası ticaretin serbestleşmesi amacıyla bu Örgüt tarafından belirlenen norm ve kuralları ne ölçüde uygulayabileceği, bu konuda yaşanması muhtemel gerilimlerin dozu ise henüz hiç bilinmiyor.

Çin hakkında bu aşamada çıkarılabilecek sonuç, bu ülkenin dünya güç dengesindeki ağırlığının giderek arttığı ancak, henüz ‘stratejik oyuncu’ niteliğine, dolayısıyla da, ‘kutup’ özelliğine sahip bulunmadığı ve yakın bir gelecekte de bulunmasının beklenmediği  şeklinde.

Gelelim Rusya’ya. Rusya’nın, Sovyetlerin dağılışından sonra tam bir dengesizlikler ülkesi haline geldiğini söylemek kimseyi şaşırtmayacaktır. Bu alanda mevcut uluslararası kurallara uymakta çektiği sıkıntılara rağmen hâla elinde bulundurduğu nükleer gücü, zengin hammadde kaynakları, kıtalara yayılan coğrafyasının sağladığı stratejik konumu, dünya kültürüne yaptığı katkılar ve uzun ve zengin tarihi nedeniyle Rusya, hali hazırda da ‘büyük güç’ sayılmakta. Ama manevra yeteneği eskisine oranla çok  sınırlı, sosyal yapısı ve her şeyin ötesinde de morali hayli zedelenmiş bir güç.  Her 1000 kişiden 6.9’u  evlenirken, bu evliliklerin 5.3’ünün boşanmayla sonuçlanması bu sosyal soruna ilişkin yeterli kanıtı sunmakta. 1995 yılından beri nüfusu azalmakta. Buna karşın, işsizlik oranı ve bu işsizlik içinde genç nüfusun oranı artış göstermekte. Rusya’nın dünya ticaretindeki yeri %1.8. İhracat ve ithalatının toplamı 2003 yılında 209.2 milyar dolara tekabül ediyor ki, bu meblağ kendisinden defalarca küçük Güney Kore’nin elde ettiği 376.9 milyar doların çok altında. Ama Rusya’nın toprakları dünyanın %30’u büyüklüğünde ve nüfusu da %3’ünü oluşturmakta.

Rejim değişikliğinden sonraki yıllarda başlayan özelleştirme hareketinin ilk safhalarında, 1991-97 yılları arasında 82.2 milyar doların dışarıya kaçtığı hesaplanan Rusya’daki toplam yabancı sermaye miktarı, 1998 yılında sadece 12 milyar dolar ve aynı dönem içinde Çin’in çektiği yabancı sermayeden 25 kat daha az. Yurt dışına sermaye kaçışlarının doğal sonucu, Rus halkının yoksullaşması oluyor. Nitekim, nüfusun en zengin ile en fakir %10’luk kesimleri arasındaki gelir farkı 1998 yılında 13.4 kat olarak hesaplanmıştı. 

Rusya’daki bu olumsuz gidişatın son dönemlerde bir ölçüde durduğu ve belli bir toparlanmanın başladığı görülüyor. Ancak, Rusya, hâla, teknik ve üretim zenginliği ile değil, doğal kaynakları sayesinde ayakta duruyor.

Neticede, dünyanın henüz çok kutupluluğa hazır olmadığı görülüyor. Çünkü, kutup oluşturabilecek  çekiciliği haiz  bir devlet veya devletler grubu şu an için mevcut değil. Bu durumda tek kutupluluk bir süre daha sürecek gibi. Bu meyanda işin asıl ilginç yanı, bu tek kutuplu dünya düzeni içinde aynı zihniyet ve medeniyeti paylaşan Atlantik ötesi ortakların kendi aralarında giderek daha fazla rekabete maruz kalacak gibi görünmesi.   

-------------------------------- 
(*) Daire Başkanı, Çok Taraflı Ekonomik İşler Genel Müdür Yardımcılığı, Dışişleri Bakanlığı
                     

Yararlanılan Kaynaklar:

1.  Mahfi Eğilmez - ‘Dünya Ekonomisi’, Radikal, 25 Ağustos 2003;

2.  Mahfi Eğilmez - ‘Kapitalizmin En Zor Yüzyılı’, Radikal, 7 Ekim 2004;

3.  Mehmet Yılmazer-  ‘Güç Merkezlerinin Stratejik Yönelişleri’, Alaz
Yayınları, Ağustos 2002
 
4.  İsmail Cem-Türkiye, Avrupa Avrasya, Birinci Cilt, Bilgi Üniversitesi
     Yayınları, Haziran 2004.

5.  United Nations-World Economic Outlook-Department of Economic
      and  Social Affairs- 28 September 2004

6.  ‘Pour Une Mondialisation Equitable’, Documents d’Information,
     Commission des Affaires Etrangeres, Assemblee Nationale.