OECD Ülkelerinde Demografik Eğilimler ve Muhtemel Etkileri

Selamet Yazıcı (*)

OECD Ülkelerinde Nüfus Yaşlanması
 
Son yıllarda, gelişmiş ülkelerin üzerinde tartıştıkları en önemli ve güncel sorunlardan biri, yaşlanma ve azalan nüfus konusudur. OECD ülkelerinin genelinde, ülkeler arasında demografik trend farklılıkları olmakla birlikte, nüfus yaşlanmakta ve nüfusun yaş profilinde önemli değişmeler olması beklenmektedir. Ülkelerin çoğunda bu süreç başlamış olup, 2010 yılından sonra belirginlik kazanmaya başlayacaktır. Demografik değişimin en önemli kısmı ise, 20-30 yıllık sürede olacaktır.

Bu yazıda, nüfus yaşlanmasının, özellikle finansal piyasalar ve emeklilik sistemleri üzerindeki muhtemel etkileri, OECD kaynaklı çalışmalardan yararlanılarak özetlenmeye çalışılacaktır.

OECD ülkelerinde yaşanan belirgin demografik değişimleri özetlemek gerekirse, bunların birincisi, sağlık alanında meydana gelen gelişmelere ve hayat standartlarının yükselmesine bağlı olarak, yaşam beklentisinin artması, yani insanların daha uzun yaşamalarıdır. Bu ise, emeklilik süresinin ve yaşlı kesimin nüfus içindeki oranının artması anlamına gelmektedir. İkinci olarak, OECD ülkelerinin hemen hemen tümünde doğum oranları düşmektedir. Bu da genç kesimin nüfus içindeki oranını azaltmaktadır. Önümüzdeki yıllarda, bu demografik yapının devam etmesi ve hatta daha da belirginleşmesi beklenmektedir. Diğer taraftan, göçlerle meydana gelebilecek  nüfus artışlarının bu temel eğilimi değiştirmesi beklenmemektedir. Üçüncü olarak, orta yaş grubunda (40-64 yaş arası) bulunan “baby boom”  nesli yaşlanmaktadır. Önümüzdeki yıllarda, özellikle OECD ülkelerinde orta yaş nüfusunun  payı azalacak ve buna bağlı olarak ileri yaş nüfusunun payı daha da artacaktır (Tablo-1).

ABD, Avustralya, Yeni Zelanda, Meksika ve Türkiye gibi istisnalar hariç, bütün OECD ülkelerinde belirgin şekilde görülen bu eğilim, sosyal bilimcileri, ekonomistleri ve sosyal güvenlik konusunda çalışanları ciddi bir şekilde endişelendirmekte, yaşlanmanın ve nüfus azalmasının sosyo-ekonomik yansımalarının doğuracağı siyasal sonuçlar üzerinde düşünmeye sevketmektedir.

Buna karşılık, bugün, özellikle AB ülkelerindeki siyaset adamlarının ve hükümetlerin, bu tehlikeyi yeterince hissettiklerini ve kamuoyuna yansıttıklarını söylemek zordur. Zira, AB genişlemesi, “delocalisation/outsourcing”, işsizlik, yabancı düşmanlığı, yabancı işgücünün AB ülkelerini istilası gibi konular üzerinde yoğunlaşan “mevcut gündem” ile, gittikçe yaklaşan nüfusun yaşlanması ve azalmasının doğuracağı “gelecek gündem” birbirlerinden oldukça farklıdır. Bu bakımdan, özellikle Avrupa’da, fiili ekonomik-sosyal gidişat ile politikacıların söylemleri arasında önemli bir farklılık “décalage” mevcuttur. 
OECD ülkeleri arasında Avrupa’da hala nüfus artışı gerçek artı olan sadece Türkiye kalmıştır. Gelişmiş ülkelerden ise sadece ABD’nin orta ve uzun vadede “hispanic/latino” katkısı ile nüfusunun artmaya devam edeceği hesaplanmaktadır.

Nüfusun Yaşlanmasının Finansal Piyasalardaki Muhtemel Etkileri

Nüfusun yaş profilinde meydana gelen değişmeler, doğrudan ve dolaylı olmak üzere iki farklı yönden finansal piyasaları ve finansal varlıkların fiyatlarını etkilemektedir. Yaşlanma ile birlikte, insanların tasarruf eğilimlerinde ve yatırım portföyü tercihlerinde değişiklikler olmaktadır. Bu değişiklikler, finansal varlıkların fiyatlarını doğrudan etkileyebilmektedir. Ayrıca yaşlanmanın, ekonomik büyüme, kamu finansmanı ve diğer ekonomik değişkenler üzerinde de bazı olumsuz etkileri olmaktadır. Ekonomik faaliyetlerin odağında yer alan finansal piyasaların, bu olumsuzluklardan dolaylı olarak etkilenmesi de muhtemel görülmektedir. 

Teoride, tasarruf eğilimi en yüksek olan kesim, orta yaş kesimidir. Orta yaş kesiminin payı ile tasarruf oranları arasındaki güçlü pozitif ilişki ve yaşlı kesimin nüfus içindeki oranının yüksek olduğu ülkelerde tasarruf eğiliminin düşüklüğü, yapılan ampirik çalışmalarda da desteklenmektedir.

Tasarruf davranışının yaşla olan bu ilişkisinden dolayı, yaşlanmanın finansal varlıkların fiyatları üzerinde etkilerinden bahsetmek doğaldır. Bu bağlamda, iki önemli demografik gelişme dikkat çekmektedir. Bunlardan birincisi, “baby boomer”lar orta yaşlarına vardıklarında tasarruf, doğal olarak yükselme eğiliminde olmaktadır ve finansal varlıklara yönelik talep artışı, finansal varlık fiyatlarında yukarı doğru baskı oluşturabilmektedir. Hisse senedi piyasalarında 1990’lı yıllarda yaşanan patlama, bazı çalışmalarda bu tür baskıların bir sonucu olarak görülmektedir. Bu yüksek oranlı orta yaş kesimi, en yüksek gelir kazandıkları orta yaş dönemine girince ve emeklilik için tasarruf etmeye başlayınca, daha riskli portföylere de yatırım yapmaya başlamışlardır. Zira, çalışarak yüksek gelir kazandıkları orta yaş dönemlerinde, hisse senetlerinde meydana gelebilecek düşmeleri daha kolay telafi edebilme olanağına sahip olmuşlardır.

İkinci olarak, “baby boom” neslinin emeklilik dönemine girmesi ile birlikte , finansal birikimlerinin en azından bir kısmı için bu kişiler, net satıcı durumuna gelecek ve böylece finansal varlıkların fiyatlarında aşağı yönlü bir baskı oluşmasına neden olacaklardır. Bu olay literatürde “asset meltdown hypothesis” olarak adlandırılmaktadır. Sonraki nesillerin “baby boom” neslinden sayıca daha az olduğu gerçeği, fiyatlarda aşağıya doğru bir hareketi teorik olarak mümkün kılmaktadır. Bundan, özellikle hisse senedi piyasalarının etkilenmesi ve aynı zamanda, bono gibi fiyat kararsızlığı daha az olan yatırım araçlarına da bir yönelişin olması beklenmektedir.

Bununla birlikte, yaşlanmanın, finansal varlıkların fiyatlarında yapacağı bu muhtemel etkinin belirsiz olduğu ve aşağıda sıralanan çeşitli faktörlerin tesiri ile bu etkinin ortadan kaldırılabileceği veya hafifletilebileceği de ifade edilmektedir.

Bazı çalışmalarda ileri sürülen söz konusu karşıt görüşler şunlardır: Birinci olarak, piyasaların, demografik değişimlere ve sonraki yıllara ait gelirlere ilişkin bilgileri, şimdiden aşamalı olarak finansal varlıkların fiyatlarına yansıtacağı savunulmaktadır. Bunun aksini düşünmek ancak, finansal piyasaların işleyişinde bazı noksanlıkların bulunduğunu kabul etmekle mümkün olmaktadır .

İkinci olarak, artan yaşam beklentisi ve emeklilerin belirsiz olan hayat sürelerinin tümü için yeterli tutarda varlık bulundurma eğilimleri nedeni ile, varlıkların elden çıkarılmasının daha yavaş olabileceği ve bu olayın daha ileri yaşlarda başlayabileceği ifade edilmektedir. Ayrıca, sonucu ne kadar etkilediği tartışmalı olmakla birlikte, emeklilerin, yakınlarına miras bırakma isteklerinin de aynı durumu pekiştirebileceği ileri sürülmektedir.

Üçüncü olarak, tasarrufların kurumsallaştırılmasının da (hayat sigortası, özel emeklilik fonları vb.) emeklilerin finansal varlıklarını hangi hızda elden çıkarabileceğini belirleyici bir rolü bulunmaktadır. Bazı ülkelerde yasal düzenlemeler, toplu emeklilik ödemelerini sınırlandırmakta veya toplu ödemelere izin vermemektedir. Bu ise, varlıkların elden çıkarılması süresini oldukça uzatabilmektedir. Tanımlanmış fayda esaslı (defined benefit-DB schemes) programların, tanımlanmış katkı esaslı (defined contribution-DC schemes) sistemlerden daha gelişmiş olduğu ülkelerde, toplu ödemeden ziyade kalan hayat süresince düzenli emeklilik maaşı ödemesi benzer bir hafifletici etkiye sahiptir.

Dördüncü olarak, son dönemlerde yaşanan, finansal piyasaların deregülasyonu ve liberalizasyonu, uluslararası sermaye hareketliliğini artırmış bulunmaktadır. Bu ise, yerel varlık fiyatları ile yerel demografik gelişmeler arasındaki bağı zayıflatmakta, finansal varlıkların fiyatları üzerinde bu sebeple oluşabilecek muhtemel etkileri hafifletmektedir.

Beşinci olarak, tarihsel veriler, demografik gelişmeler ile finansal varlıkların fiyatları arasındaki güçlü ilişkiye yönelik varsayıma sadece sınırlı bir destek vermektedir. 
 
Ancak, yukarıda ifade edilen karşıt görüşler tamamen dikkate alınsa bile, hisse senedinden sabit getirili yatırım araçlarına doğru aşamalı bir geçişin yaşanması muhtemel görülmektedir. Bu durum, şirketlerin sermaye artırımında, artan bir şekilde sermaye piyasalarına bağımlı hale geldiği bir ortamda, şirketlerin finansmanı açısından önemli anlamlar taşıyabilir.

Finansal piyasalar, son 30 yılda, artan bir şekilde globalleşmiştir. Büyük finansal oyuncular portföylerini, ülkeler arasında serbestçe yönlendirebilmekte ve ulusal piyasalarda meydana gelen gelişmeler, dünya finansal piyasalarınca yakından takip edilmektedir. Bu bakımdan, nüfus yaşlanmasının gelişmiş ülkelerin finansal piyasalarında doğuracağı muhtemel etkilerin, ülkemizin ve diğer gelişmekte olan ülkelerin finansal piyasalarında bazı yansımalarının olması ve bu piyasalara yönelik ilginin artması doğal karşılanmalıdır. Konunun bu bakımdan da yakından takip edilmesinde yarar görülmektedir.

Nüfusun Yaşlanmasının Emeklilik Sistemleri Üzerindeki Etkileri

OECD ülkelerinde doğurganlık oranları son 30 yılda önemli düşüşler göstermiştir. 2002 yılında ortalama oran kadın başına 1,6’dır . Bu oran 2.1 olan nüfus ikame oranının oldukça altındadır. Diğer taraftan, yaşam beklentisi de, sağlık alanında meydana gelen gelişmelere ve hayat standartlarının yükselmesine paralel olarak önemli oranda artmıştır (Tablo-2). Doğurganlık oranlarının düşmesi ve yaşam sürelerinin artması ile birlikte, özellikle G-7 ülkelerinde bağımlılık oranlarında  önemli artışlar olacaktır (Tablo-3). Nüfus artışı çok düşük olan veya nüfusu azalan Japonya, İtalya ve Almanya gibi ülkelerde durum daha vahim görünmektedir. Halen çalışma yaşındaki iki kişiye bir bağımlı düşmesine karşın, 2050 yılından sonra bu ilişki bire bir olacaktır.

Tablo-3: G-7 ülkelerinde bağımlılık oranları

Ülke

Bağımlılık Oranı (%)

2000

2050 (tahmini)

ABD

51,7

61,0

Kanada

46,2

69,8

İngiltere

53,6

65,0

Fransa

53,4

73,3

Almanya

46,8

75,7

Japonya

46,6

98,4

İtalya

47,9

90,1


Kaynak: Birleşmiş Milletler

Bu demografik değişimler, sosyal güvenlik sistemleri ve kamu finansmanı üzerindeki yüklerin artmasına yol açmaktadır. Bu değişimler, klasik emeklilik sistemlerinin (PAYG) sürdürülebilirliği ve yaşlanan nüfus için yeterli düzeyde emeklilik geliri sağlanması bakımından çeşitli olumsuz ekonomik etkileri de beraberinde getirmektedir. Sosyal güvenlik sistemleri daha kapsayıcı ve cömert olan ülkelerde, karşılaşılacak mali sorunlar daha büyük boyutlarda hesaplanmaktadır. Gerekli önlemler öncelikli olarak alınmadığı takdirde, önümüzdeki 10-20 yılda emekli olacak kesimlerin, emeklilikle ilgili sorunları daha da büyüteceği ve buna bağlı olarak sosyal kriz riskinin artacağı ifade edilmektedir.

Aslında, yaşlanma, OECD ülkelerindeki pek çok emeklilik reformunun en önemli teşvik edici faktörlerinden biri olmuştur. Pek çok ülkede reformlar yapılmış olmasına karşın hala, gerekli tüm önlemlerin alındığı konusunda şüpheler bulunmaktadır. Reformların tamamlanmasında, sendikaların ve halkın tepkileri, siyasi açıdan caydırıcı rol oynamaktadır.

OECD tarafından yapılan değerlendirmelerde, nüfus yaşlanmasının emeklilik sistemleri üzerindeki etkilerini azaltmaya yönelik olarak yapılacak politik reformların, aşağıda belirtilen dört ana amaca hizmet etmesi gerektiği vurgulanmaktadır. 

1- Çalışma yaşı nüfusunun artırılması: İşgücüne eklenen genç nüfusun, göçmenlerle veya doğurganlıktaki yükselişle artırılması gerekmektedir. 

2- Çalışma hayatının uzatılması: OECD ülkelerinde çalışma yaşındaki nüfusun ortalama olarak %35’i istihdam edilmemektedir. Bu nüfusun büyük çoğunluğu, çalışmak istese de, istatistiksel olarak “aktif olmayan” nüfus olarak sınıflandırılmaktadır. Halbuki, yaşı ilerlemiş kimselerin ve özürlülerin istihdam oranını artırma ve çalışma hayatını uzatma olanağı vardır. Çalışma saatleri ve çalışma süreleri konusunda ülkeler arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. Ayrıca, fiili emeklilik yaşı, sıklıkla resmi emeklilik yaşının altında olmaktadır. Erken emekliliğe ilişkin teşviklerin yeniden değerlendirilmeye ihtiyacı vardır. Çalışma hayatının uzatılması ve emeklilik geliri alınan sürenin kısaltılması gerekmektedir .
 
3- Emeklilik kazanımlarının azaltılması: Pek çok ülke emeklilik kazanımlarında önemli kısıntılar yapmakla birlikte bazı ülkelerde hala gerçekci olmayan düzeylerde emeklilik ödemeleri yapılmaktadır . Pek çok ülkede, emeklilik ödemelerine ilişkin parametrelerin yeniden gözden geçirilmeye ihtiyacı vardır.

4- Emeklilik geliri kaynaklarının çeşitlendirilmesi: Özel emeklilik fonlarının kamu programlarını tamamlayacak şekilde geliştirilmesi, son yıllarda sıklıkla vurgulanmakta ve desteklenmektedir. Ancak bunun, iyi bir düzenleme alt yapısı ve etkin finansal piyasalarla da desteklenmesi gerekmektedir. Bu konuda özenli davranılmasını gerektiren sebepler vardır. Zira, özel emeklilik sistemleri de bir dizi önemli sorunla ve zorluklarla karşı karşıya bulunmaktadır. Bunların başlıcaları aşağıda sıralanmaktadır.

Birinci olarak, pek çok OECD ülkesinde özel emeklilik fonlarına katılım hala düşük düzeydedir. Katılımcılar daha çok yüksek gelir grubundan olduğundan dolayı, düşük gelir grubundakiler, sağlanan vergi avantajlarından yararlanamamaktadır. Özel emekliliğin rolü artırılmaya çalışılırken, yaşlı nüfusun yoksulluğunu azaltmaya yönelik amaca zarar verilmemelidir.

İkinci olarak, son üç yılda, şirketlerin özel emeklilik fonlarında ortaya çıkan büyük fon açıkları önemli bir endişe konusu olmaya başlamıştır. 2003 yılında söz konusu fon açıklarının, dünya genelinde 1 trilyon dolara yakın olduğu hesaplanmaktadır. Bu durum, emeklilikle ilgili olası bir sosyal krizin de habercisi olabileceğinden dolayı üzerinde önemle durulması gereken bir konudur.
 
Finansal piyasalarda yaşanan olumlu gelişmeler, özel emeklilik fonu varlıklarında bir artışa ve dolayısıyla fon açıklarında bir azalmaya yol açmakla birlikte, pek çok yapısal sorun hala mevcudiyetini korumakta ve fon açıkları ile ilgili endişeler, üç önemli yönelim nedeniyle artacak gibi gözükmektedir. Bu yönelimler şunlardır: 1- Emeklilik fonu taahhütlerine ilişkin şirket kayıtlarının, daha çok şeffaflaştırılması yönünde artan bir uluslararası baskı bulunmaktadır; 2- Pek çok ülkede mortalite tabloları, güncelliğini yitirmekte ve yaşam beklentilerinde son yıllarda meydana gelen artışları yansıtmamaktadır; 3- Sosyal güvenlik sistemlerinde yapılan reformlar, gelecekte emekli olacaklar için ikame oranlarında indirime yol açmaktadır. Bu da hanehalklarının, temel emeklilik gelirlerini tamamlamak için artan bir şekilde özel emeklilik fonlarına bağımlı hale gelecekleri anlamını taşımaktadır.

Üçüncü olarak, pek çok ülkede, tanımlanmış fayda esaslı programlardan (DB schemes) tanımlanmış katkı esaslı programlara (DC schemes) doğru bir geçiş yaşanmaktadır. Ancak bu geçiş beraberinde, yatırım risklerinin, sponsor şirketlerden finansal eğitimi yetersiz sıradan vatandaşa transfer edilmesini de öngörmektedir.

Dördüncü olarak, “baby boom” neslinin emeklilik dönemine girmesi ile birlikte, finansal varlıkların fiyatlarında beklenen düşüşten (asset meltdown hypothesis), yukarıda ifade edildiği üzere, özellikle hisse senedi piyasalarının etkilenmesi öngörülmektedir. Bu durum, en iyi yönetilen yatırım fonlarının bile sıkıntıya düşmesine ve çok sayıda yatırımcının yeterli emeklilik geliri sağlayamamasına yol açma tehlikesi taşımaktadır. Gelecekte emekli olacakların, genel olarak, kamu sosyal güvenlik sistemlerinden alacakları gelirin küçülmesi nedeniyle, bu durum özellikle kaygı verici hale gelmektedir.

Diğer taraftan, demografik değişimlerin, işgücü arzına da önemli etkileri olacaktır. Çalışma süresi artırılmadığı veya göçmenlerle yeni iş gücü arzı sağlanmadığı takdirde, pek çok OECD ülkesinde iş gücünde belirgin azalma olması beklenmektedir. Bu bağlamda, sermaye birikiminde ve ekonomik büyümede de yavaşlama olması beklenmektedir.

Sonuçta, farklı zamanlarda meydana gelmekle birlikte, OECD ülkelerinin tümünde, kayda değer sosyal, ekonomik ve siyasi sonuçlar doğurabilecek önemli demografik değişimler yaşanmakta ve ülkeler, bu değişimlerin öngörülebilen etkilerini azaltmak yönünde çeşitli önlemler almaktadır. Yaşanan demografik değişimlerin, ekonomik faaliyetler üzerindeki muhtemel etkileri, belli ölçüde öngörülebilir olmakla beraber, piyasaların davranışına, uygulanan politikalara ve reform programlarına da bağlı olarak zaman içinde değişkenlik gösterebilecektir.


Türkiye’nin Durumu

Konuya ülkemiz açısından bakıldığında, Türkiye’nin nüfus yapısı itibari ile henüz diğer OECD ülkelerinin sorunlarıyla tanışmadığı söylenebilir. Ancak, orta/uzun vadede bu sorunların aynılarını yaşayacağımızdan, gerekli siyasi kararların şimdiden alınmasıyla, diğer ülkelerde görülen mevcut sorunların Türkiye’de tekrarlanmasının etkileri azaltılabilir. 

Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminin, hizmet düzeyi açısından yetersiz olduğu ve toplumun tümüne yaygınlaştırılamadığı bilinen bir gerçektir. Henüz genç bir toplum olmamıza rağmen, sistemin, 1990’ların başında hızla bozulan mali dengesi, ekonomik istikrarı bile tehdit eden boyutlara ulaşmış ve finansman açıklarının GSMH içindeki payı, 1999 yılında %3,7’ye yükselmiştir .

Ülkemizde sosyal güvenlik sistemindeki sorunlar, diğer OECD ülkelerinin aksine demografik kökenli olmaktan çok, uzun dönemli aktüeryal dengelerin yeterince gözetilmemesi, kurumsal yetersizlikler, yönetim bozuklukları, suistimaller, politik müdahaleler ve populizmden kaynaklanmıştır. Kayıtdışı istihdamın yüksekliği, prime esas kazanç sınırlarının düşüklüğü, düşük prim/tahsilat oranı, yüksek bağımlılık oranı (emekli sayısının çalışan sigortalı sayısına oranı), erken yaşta emeklilik uygulamaları, emekli maaşlarının resmi emeklilik yaşı beklenmeden hemen ödenmesi, primi alınmadan yapılan sigorta ödemeleri, prim gelirleri ile ödenen aylıklar arasındaki ilişkinin zayıflığı vb. sorunlar, sistemin, sıklıkla ifade edilen sorunları arasında yer almaktadır.

Mevcut sorunların çözümü bağlamında, uzun dönemli aktüeryal dengelerin yeniden tesisini ve kurumsal etkinliği geliştirmeyi amaçlayan kapsamlı bir sosyal güvenlik reformu 1999 yılından itibaren hayata geçirilmeye başlanmıştır. Ayrıca, mevcut sosyal güvenlik sistemini tamamlayıcı olarak tasarlanan Bireysel Emeklilik Sistemi de 2003 yılı sonunda uygulanmaya başlamıştır. Yapılan bu reformların sonuçları, özellikle mali açıdan, zamanla alınacak olmakla birlikte, reform sürecinin devam etmesi gerektiği ve sistemin, emeklilik programlarının çok uzun vadeli sonuçlar doğurduğu dikkate alınarak, en az 40-50 yıllık hedefler ve dengeler gözetilerek yenilenmesi gerektiği düşünülmektedir. 

 Türkiye bugün, gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında oldukça genç bir nüfusa sahiptir. Ancak ülkemizde de, gelişmişlik düzeyi artıkça, yaşam beklentisi artmakta, doğurganlık ve nüfus artış hızı azalmaktadır . Bu nedenle, emeklilik yaşının yükseltilmesi başta olmak üzere emeklilikle ilgili tüm parametrelerin ve “devlet baba” anlayışına dayalı cömert uygulamaların, şartlar ağırlaşmadan ve gelişmiş OECD ülkelerinin yaşamakta oldukları yaşlanma sürecinden ve tecrübelerinden (best practices) de yararlanılarak şimdiden ve süratle yeniden gözden geçirilmesinde büyük yarar bulunmaktadır. Bu bağlamda, Bireysel Emeklilik Sisteminin kurulmuş olması ve başarıyla uygulanması doğru yönde atılmış bir adımdır.

Kaynaklar

1. Ageing and Financial Markets, Financial Market Trends, OECD, Mart 2004.
2. Donald J. Johnston (OECD Genel Sekreteri), The Challenges of Population Ageing, “FRB Kansas City Annual Symposium”da yapılan konuşma metni, 28 Ağustos 2004. 
3. OECD in Figures, 2004.

Tablo-1: OECD ülkelerinde nüfus ve yaş dağılımı

Ülke

Nüfus

2003

Bin

Artış Oranı 2002-2003

%

Nüfusun Yaş Dağılımı

Toplam nüfus içindeki % pay

15 altı

15-64 arası

65 ve üstü

Almanya

82.502

0,1

14,7

66,7

18,6

ABD

291.049

1,0

20,9

66,8

12,3

Avustralya

19.881

1,1

20,0

67,2

12,8

Avusturya

8.067

0,2

16,5

67,9

15,5

Belçika

10.372

0,4

17,5

65,6

17,0

Çek Cumh.

10.202

0,0

15,4

70,7

13,9

Danimarka

5.387

0,2

18,8

66,3

14,9

Finlandiya

5.213

0,2

17,7

66,8

15,5

Fransa

59.767

0,7

18,7

65,0

16,2

Hollanda

16.224

0,5

18,6

67,6

13,8

İngiltere

60.483

0,4

18,9

65,5

15,6

İrlanda

3.953

0,9

21,0

67,9

11,1

İspanya

41.874

1,6

14,5

68,6

16,9

İsveç

8.958

0,4

17,9

64,9

17,2

İsviçre

7.343

0,7

16,2

67,8

16,0

İtalya

57.478

0,0

14,4

67,5

18,2

İzlanda

289

0,6

22,7

65,5

11,7

Japonya

127.617

0,1

14,0

66,9

19,0

Kanada

31.630

0,9

18,3

68,9

12,8

Kore

47.925

0,6

20,3

71,4

8,3

Lüksemburg

452

1,7

18,8

67,2

14,0

Macaristan

10.124

-0,3

16,2

68,5

15,3

Meksika

102.708

1,3

32,1

61,9

6,0

Norveç

4.564

0,6

19,9

65,3

14,8

Polonya

38.195

-0,1

17,5

69,6

12,9

Portekiz

10.449

0,7

16,0

67,6

16,3

Slovakya

5.380

0,0

18,4

70,1

11,5

Türkiye

70.712

1,6

29,4

65,0

5,6

Yeni Zelanda

4.009

1,8

22,1

66,0

11,9

Yunanistan

11.036

0,3

16,8

66,4

16,8

G7

710.528

0,6

17,9

66,7

15,4

AB-15

382.215

0,5

16,5

66,5

17,0

OECD

1.153.846

0,7

19,9

66,6

13,6

Kaynak: OECD

Tablo-2: OECD ülkelerinde doğurganlık ve hayat beklentisi

Ülke

Doğurganlık Oranı[i]

2002

Hayat Beklentisi

Yıl

Doğumda

65 yaşında

Kadın

Erkek

Kadın

Erkek

Almanya

1,31

81,3

75,6

19,6

16,0

ABD

2,03

79,8

74,4

19,4

16,4

Avustralya

1,75

82,6

77,4

20,8

17,4

Avusturya

1,40

81,7

75,8

19,7

16,3

Belçika

1,62

81,1

75,1

19,7

15,8

Çek Cumh.

1,17

78,7

72,1

17,4

14,0

Danimarka

1,72

79,5

74,8

18,3

15,4

Finlandiya

1,72

81,5

74,9

19,6

15,8

Fransa

1,89

82,9

75,6

21,3

16,9

Hollanda

1,73

80,7

76,0

19,3

15,6

İngiltere

1,64

80,4

75,7

18,9

15,7

İrlanda

1,97

80,3

75,2

18,6

15,3

İspanya

1,25

83,1

75,7

20,4

16,5

İsveç

1,65

82,1

77,7

20,0

16,9

İsviçre

1,40

83,0

77,8

21,0

17,4

İtalya

1,26

82,9

76,8

20,4

16,5

İzlanda

1,93

82,3

78,5

20,3

17,6

Japonya

1,33

85,2

78,3

23,0

18,0

Kanada

1,50

82,2

77,1

20,6

17,1

Kore

1,17

80,0

72,8

18,4

14,6

Lüksemburg

1,63

81,5

74,9

19,9

15,9

Macaristan

1,30

76,7

68,4

17,0

13,1

Meksika

2,40

77,1

72,1

18,5

17,0

Norveç

1,75

81,5

76,4

19,7

16,2

Polonya

1,24

78,7

70,4

17,9

14,0

Portekiz

1,47

80,5

73,8

19,0

15,6

Slovakya

1,19

77,8

69,9

17,0

13,3

Türkiye

2,61

70,9

66,2

14,3

12,7

Yeni Zelanda

1,90

80,9

76,0

19,8

16,5

Yunanistan

1,25

80,7

75,4

18,7

16,3

Kaynak: OECD

[i] 15-49 yaş arası kadın başına ortalama çocuk sayısı.

 

               i.      (*) Ekonom Müşaviri, OECD Daimi Temsilciliği

              ii.      “Baby boom” genel anlamda, yıllık doğum sayısında önemli ve bir kaç yıl sürekli bir artışın olduğu bir dönem olarak tanımlanmaktadır. İkinci Dünya Savaşının hemen sonrasında Japonya’da, daha sonra ABD ve Avrupa’da bu tür artışlar olmuştur. ABD’deki “baby boom” en çok vurgulananıdır.

            iii.      G-7 ülkelerinin çoğunda 2010 yılından sonra, ABD’de 2020 yılında tahmin edilmektedir.

            iv.      Bu bağlamda yanıtı aranması gereken sorulardan biri de, demografik gelişmeler ve bunların tasarruf davranışı üzerindeki etkilerinin finansal varlıkların fiyatlarına halihazırda yansıyıp yansımadığı veya ne derece yansıdığıdır; eğer yansımamışsa, finansal varlıkların fiyatları üzerindeki bu baskıların ne kadar süratle sonuç vereceğidir.

             v.      Doğurganlık oranı, 15-49 yaş arası kadın başına ortalama çocuk sayısı olarak tanımlanmaktadir.

            vi.      Bağımlılık oranı, 15 yaş altı nüfusla 64 yaş üzeri nüfusun 15-64 arası nüfusa bölünmesi şeklinde tanımlanmaktadır.

          vii.      Avusturya’da 50 yaşın üzerindeki her iki kişiden birisi maluliyet nedeniyle emekli olmaktadır. Norveç’te maluliyet nedeniyle yapılan ödemeler, işsizlik sigortası için yapılan ödemelerin 12 katıdır.

         viii.      İspanya, Avusturya, İtalya, Fransa, Almanya’da ikame oranları OECD ortalamasının üzerindedir.

            ix.      www.hazine.gov.tr

             x.      Türkiye’de 1992 yılında 3,5 olan doğurganlık oranı, 1998 yılında 2,6’ya düşmüştür. Hacettepe Nüfus Etütleri Ensititüsünce, 2003 yılında bu oranın 2,2’ye düştüğü hesaplanmaktadır.

            xi.      15-49 yaş arası kadın başına ortalama çocuk sayısı.