Sayın Bakanımızın İkinci Büyükelçiler Konferansı Değerlendirme Toplantısı Vesilesiyle Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Yaptığı Konuşma, 09 Ocak 2010

Sayın Valim, saygıdeğer Milletvekillerim, sayın Belediye Başkanım, sayın Rektörüm, değerli katılımcılar, değerli meslektaşlarım, öğretim üyesi arkadaşlarım, öğrencilerimiz.

 

Herşeyden önce ben bugün burada Dışişleri Bakanlığımız üst düzey yönetimi ve dış temsilciliklerimizden gelen değerli Büyükelçilerimizle birlikte Mardin’de ve Artuklu Üniversitesinde bulunmaktan büyük bir şeref  ve onur duyduğumu ifade etmek  istiyorum. Davetleri ve davet sonrasında da gerçekten Mardin’e yakışan misafirperverlikleri dolayısıyla Valimize, Belediye Başkanımıza, Milletvekilllerimize, Artuklu Üniversitesi Rektörüne birkez daha teşekkürü bir borç biliyorum.

 

Bu Dışişleri Bakanlığımızın Ankara dışında yaptığı en geniş kapsamlı ilk  toplantı.

Bu toplantıyı planlarken niye Mardin’i düşünük, bunu izah etmeye ihtiyaç var.

Niçin Mardin, bu önemli. İkincisi de programı planlarken, bana  konuşma başlığı olarak işte ‘Ortadoğu politikası’ veya ‘uluslararası ilişkiler’ gibi bir başlık getirdiler. Dedim ki, Mardin gibi  bir şehirde bu kadar konjonktürel başlık olmaz.  Mardin tarihi derinliği ifade etmektedir. Mardin, felsefi ve güçlü bir düşünsel arka planı ifade etmektedir, Mardin’e yakışır bir başlık lazım. Onun için ‘Kadim kültürden evrensel düzene’ yi başlık seçtik. 

 

Kadim kültür ve Mardin.Yanyana geldiğinde bu kadar doğru olan, bu kadar birbiriyle örtüşen iki kelime yoktur.

 

Niye kadim, niye Mardin?

 

Bunu anlarsak, niye Türkiye ve niye Türkiye dünyadaki oluşmakta olan evrensel düzende merkezi bir aktör olacak onu da anlarız. Çünkü aynen çınar ağacı gibi kökleri toprağın derinlikliğine gitmeyenlerin oluşturacağı  bir gölgelik olmaz. Kökü sığ olanın gölgesi de sığ olur, gümrah olmaz.

 

Niçin atalarımız çınarı seçmişler, çünkü kökü derindedir ve kolay kolay sökülmez. Ve gölgelik oluşturduğunda gerçek anlamda gölgelik oluştururlar.

Gölgelik olduklarında da mezhep, ırk,din, ayrımı gözetmez çınar ağaçlarımız.

Mardin bu anlamda kökü o kadar derinde ve geleceği o kadar parlak bir şehir ki, aynı ülkemiz gibi ancak bu geleceği ifade edecek zenginlikte bir şehir.

Bundan seneler önce akademik hayatta iken, şehir tarihi ile bir konferansta -ki üniversite hayatımda da şehir tarihi dersleri verdim, ve Artuklu Üniversitesi’nin de şehir tarihi anlamında dünyanın sayılı üniverrsitelerinden biri olması gerektiğini düşünüyorum, çünkü şehir demek Mardin demek- bu konferansta şehirleri tasnif etmiştim. Şimdi o tasnife detaylı girmeyeceğim.

 

Ancak ‘medeniyet kuran şehirler’  diye bir tasnifi, - şehir  medeniyet ilişkisi bağlamında -  medeniyet kuran şehirler vardır, Atina gibi Medine  gibi. Medeniyetlerin kurduğu şehirler vardır, Bağdat gibi. Birçok medeniyetin dönüştürüp  geleceğe aktardığı şehirler vardır. İstanbul gibi. Bugün yine medeniyetin kurduğu şehirlerin içinde New York gibi başka şehirleri de zikredebiliriz. Bir de ‘medeniyetlerin hûlâsâsı olan şehirler’ vardır. Yani medeniyet tarihi, insanlık tarihi, özetleyin özetleyin özetleyin bütün bir insanlık tarihini bir mekana yerleştirin, sanki tarih içindeki bir bilinçli irade, öyle bir şehir olsun ki, bu şehir bütün insanlık tarihinin hülasası olsun, biblo gibi ona bakanlar insanlık tarihinin her rengini görebilsinler ve insanlığın o güzel seslerini,  ahengini hissedebilsinler diye bir şehir düşünsek bir ‘biblo medeniyet şehri’, herhalde o Mardin olurdu.

 

(ALKIŞLAR)

 

2001 yılında nadiren yaptığımız, ailemle yaptığım bir tarih gezisinde, tatilinde, bir akşam üzeri Urfa’dan Kızıltepe’den  Mardin’e geldim. İlk seyahatimdi Mardin’e. Ve güneş batmak üzereydi. Mardin heryerden bakıldığında güzeldir, aynen İstanbul gibi.…Ama Kızıltepe’ye doğru geldiğimizde Mardin öyle bir göründü ki,  Mezopotamya’yla ve Mezopotamya’nın sanki uhrevi anlamda Mezopotamya’ya doğru bakan bir göz var Mardin’de.  Her evden ışık Mezopotamya ovasına öyle bir bakıyordu ki, sanki uhrevi bir irade oradan şöyle bir lütfettiğimiz güzellikleri insanlar nasıl kullanıyor diye bakıyor sanki.. Oradaki her camii, her  kilise, her mabed, her medresenin o bilinci yansıttığını düşündüm.

 

Aynen Kudüs gibi..Kudüs’ün Zeytindağı’na gidin ve seyredin Kudüs’ü, doyamazsınız.Kudüs’ün içinde Mescid-i Aksa vardır, kiliseler vardır, sinagoglar vardır ama Kudüs insanlıktır. Aynen Mardin’in insanlık tarihinin hulasası olması gibi.

 

İnsanlığı bölenler çıktı , toplumları bölenler çıktı, etnik temelli, mezhep temelli ayıranlar çıktı ama birleştirenler de çıktı. Birleştirenler şehirlerdir. Şehrin olmadığı yerde medeniyet, medeniyetin olmadığı yerde insanlık olmaz. Şehir kültürünü benimseyenler, hiçbir şehri tek kültürlü, tek entisiteli, tek mezhepli  yapma çabası içine girmezler.

Çünkü şehir eğer uniform bir hal alırsa şehir olma niteliğini kaybeder. İşte Mardin  bugüne kadar intikal etmiş şekliyle   kadimin  ve şehrin en güzel  timsali..

 

'Kadimin timsali' dediğimizde ‘kadim’i de tanımlamak lazım.

 

Osmanlı kültürün en temel kavramıdır kadim. Osmanlı bir şey ifade etmek istediğinde , kendini de ifade etmek istediğinde ‘kadim’  diye ifade etmiştir.  Kadim, başlangıcı herhangi bir hesapla tespit edilemeyecek kadar eski olan bir şey demek. Yani araştırıyorsunuz, araştırıyorsunuz, gidiyorsunuz bütün arşivlerin derinliğine.. Ama onun öncesinde de o var. Mesela aile kurumu kadim bir kurumdur. Ailenin olmadığı bir insanlık hayatı düşünülemezdi. İşte o  kökü derine doğru giden ağacı  temsil eden şeydir kadim. Kadim kültür dediğimizde insanlığın bütün unsurları barındıran kültürü kastederiz.

 

Ve o kadim işte yine Mardin’de tecelli eder.

 

Mardin’in tarihini araştıranlar çok çıkmıştır. Burada da İbrahim Bey’i takdirle yad ediyorum, biraz önce de birçok kitabı da  elime geçti, sayın Rektörümüz vasıtasıyla. Artuklu Üniversitesi’nin ne kadar güçlü olacağı biraz da Mardin’i ne kadar inceleyeceğine bağlı. Zinciriye, Kasımiye, Latifiye, Hatuniye geleneğini ne kadar yaşatacağına bağlı, ümid ederiz ki Artuklu bunu yaşatacaktır.

 

Ne kadar eskiye giderseniz gidin bir yerde Mardin’e başlangıç noktası olarak şu  tarih diyemiyorsunuz.

 

Rivayet edilir ki, yedi bin yıl önce  yedi ayrı dil, yedi ayrı din, yedi ayrı kültür yaşardı  Mardin’de.Yol uğrağıdır. Sınır kentidir ama aynı zamanda merkez bir kenttir. Biraz önce gösterildi. Dara Sasanilerle Doğru Roma arasında Roma’nın garnizon şehri. Uzun asırlarca Doğu  Roma ile Sasani arasındaki sınır şehri olmuş. Ama bir bakıyorsunuz ondan birkaç yüzyıl sonra bu kez Artuklunun başşehri olmuş. Ve herşeyiyle ayağa kalkmış. O Mezopotamya ovasına bakan uhrevi gözler bu kez Mardin Mezopotamya’nın merkezi olsun diye bi irade koymuş sanki. Ve Artuklu’yla birlikte yükselen Osmanlı da haşmetini koruyan ve tekrar sınır şehri olan bir Mardin var. Irak’ın Suriye’nin bir sınırı olan vilayetimiz.

 

Hedefimiz ne? Mardin’i tekrar bölgenin merkezi şehri yapmak. Her yol Mardin’den geçsin istiyoruz, her kültür Mardin’e uğrasın istiyoruz, her ticaret Mardin’e bir şekilde  temas etsin istiyoruz. Mardin’de yeşeren o büyük sanat her yere yayılsın istiyoruz. Dış politikamızda biraz önce zikredilen komşu ülkeler stratejisinde Urfa gibi Mardin de sadece Türkiye’nin sınır şehirleri olma özelliğinde değil  bütün Ortadoğu’nun merkezi özeliğine kavuşsun istiyoruz. Çünkü Mardin , sonradan çıkmış bir şehir değil. Kadim olduğu için de, hani bitkiler için şimdi kullanır, bir kavram olarak ortaya çıktı  organik bir şehir. Ben gerçek anlamda organik diyorum. Keşke Mardin’i daha uzun yaşayabilseydim, sadece o ziyarette birkaç gün kalabildim, sonra birkaç konferans vesilesiyle geldim.

 

Ama ruhu olan şehirlerin ruhunu keşfetmek isterseniz, ya gece gezeceksiniz, ya sabah güneş doğmadan yola çıkıp güneşin doğuşunu o şehirle birlikte izleyeceksiniz. Özellikle Mardin gibi Mezopotamya ovasına bakan şehirlerde ya da  İstanbul gibi boğaza bakan şehirlerde. Boş sokaklarda gezdiğinizde hiçbir şey fazlalık değildir  Mardin’de. Şimdi bir takım  fazlalıklar olmuş, onları da inşaallah Sayın Valimiz temizlemeye başlamış. Yanlış yapılaşmalar. Ama o  eski Mardin’de Ulu Camii ile Zinciriye arası sokaklarda gezdiğinizde herşey o kadar doğal ki.. Hani çok güzel bir ormanda gezersiniz ve herşey birbiriyle bitişik şekilde yaşar, gezdiğiniz geçtiğiniz her yer bir vücudun organları nasıl birbirleriyle iletişim ve ilişki  içinde ise o sokaklar da birbirleriyle  o şekilde derin bir ilişki içindedir. Hiçbir şey fazla değil, hiçbir şey suni değil.

 

Organikle birleşen bir başka şey söyleyeyim de modernlikle o eski doğallığı birleştirin.

 

Hijyenik de bir şehir. Taşların o kireç taşından yapılmış olması şehre hijyenik bir karakter de kazandırır. Dolayısıyla Mardin’i keşfetttiğinizde kadim kültürün bütün o güzelliklerini keşfedersiniz.  Üzerinden geçen kavimlerin bıraktığı renkleri, içerisinde sabit kalan kültürlerin  gelecek kuşaklara aktardığı unsurların hepsini görürsünüz. Onun için bir gün bir düzen kurulacaksa evrensel anlamda, ve o düzene -geçen gün Büyükelçiler Konferansı’nın açılışında vurguladığım gibi- bugün evrensel küresel düzenin bir felsefeye ihtiyacı var. Çünkü ciddi bunalımlarla karşı karşıyayız, bu konuya daha sonra geleceğim. Eğer bir gün, ki o gün o kadar uzak değil, o ihtiyaç çünkü o kadar derin- küresel krizleri aşacak bir çaba sarfedilecekse, felsefi anlamda, Mardin’in ruhunu anlaması lazım bunu yapanların. Çünkü Mardin, o organikliği, o doğallığı o kadimi yaşatan, onunla varolmuş, onunla varlığını ebediyete kadar yaşatacak olan bir şehir. Onu korumak bizim görevimiz,  o ruhu yaşatmak bizim görevimiz. O ruhtan aldığımız ilhamı hem ülkemizin bütününe yaymak hem de dünyaya bir mesaj olarak aktarmak bizim görevimiz.

 

‘Kadim düzen’  dedim. Burada zihniyet ile düzen arasındaki ilişkiyi anlamakta fayda var ‘kadim’i anlamak için.

 

Biz zannederiz ki, biraz da bu tarihi bir yanılsamadır, o tarihin içinde yaşayanlar o yaşadıkları  herşeyin kendilerine, kendi nesillerine özgü olduğunu düşünür. Biz şimdi bir şey yaşıyoruz, büyük teknolojik değişiklikler gözlüyoruz. Dolayısıyla diyoruz ki, çok şanslı bir nesiliz veya  çok şanssız bir nesiliz, bütün bunları biz yaşıyoruz. Tarihte birçok nesil, kendisini böyle tarihin en önemli aktörü zannetmiştir.

 

Bir küreselleşme diye bir olguyla karşı karşıyayız şimdi ve bunun doğurduğu problemlerle..Ve düşünüyoruz ki, bunu biz yaşadık sadece, evveliyatı yok gibi.  Bunun evveliyatı yok diye düşünüyoruz. Evet bu kapsamda evveliyatı olmayabilir. Bu kapsamda olmasa da evveliyatında da bu meselenin yaşandığı bir insanlık tecrübesi vardı. Onu doğru anlarsak geleceği de doğru inşa ederiz.

 

Nasıl mesela?

 

M.Ö 5. - 7. yüzyıllar arasına bakın. Çok büyük akımların, dini akımların, dini düşüncelerin dünya sathında yayıldığı bir dönemdir bu. Zihniyet ile düzen arasındaki ilişkiyi doğru ortaya koyabilmek  için neredeyse bir laboratuvar örneği sunarcasına bir dönemdir. Zihniyet dönüşümü olmadan düzen kurulamaz. Yeni bir düzenin ancak yeni bir zihniyet ile kurulabileceğinin işaretleri vardır orada. Bu yüzyıllarda dünyanın değişik köşelerinde, farklı medeniyet havzalarında önemli felsefi akımları, düşünce önderleri, dini önderler ortaya çıktı. Mesela Yunan havzasında, Sokrat, Eflatun, Aristo. Neredeyse birkaç nesil arka arkaya geldi. Aynı dönemde, ondan biraz daha önce, iki yüzyıl kadar önce İran’da Zerdüşt, Hint’te Buda, Çin’de Tao ve Konfüçyüs yaşadılar. Ve o felsefi akımların yarattığı o düşünsel hareketlilik yaklaşık iki üç yüzyıl sonra bütün bu bölgelerde önemli bölgesel düzenlerin ortaya çıkmasını sağladı. Ve bu bölgesel düzenler birbirlerine akmaya başladılar.  Aristo’nun öğrencisi olan  Büyük İskender, oradan aldıklarını önüne kata kata Mardin’in de önünden geçerek Hindistan’a Mısır’a kadar uzattı, İskender adında birçok şehir çıktı ve  bir düzen ortaya çıktı.

 

Aynı şekilde , bugün kadim şehirlerin en köklü örneklerinden sayılan Persepolis’i  çıkartan Büyük Pers İmparatorluğu, ki karşı karşıya geldiler, İran’da bu hareketliliği ortaya çıkarttı.

 

Hind’te, Buda’dan birkaç yüzyıl sonra Aşoka ve Maurya imparatorlukları, Çin’de Konfüçyüs’ten birkaç asır sonra Büyük Han İmparatorluğu ortaya çıktı. Bunlar büyük düzenler kurdular. Bu düzenler daha sonra İpek Yolu’nu ortaya çıkartacak ticari akışlara, kültürel etkileşimlere yol açtılar.

 

Yani bugün yaşadığımız küreselleşmenin bir benzeri daha önceki dönemlerde de yaşandı.

Yine İslâm medeniyeti tevhid akidesi etrafında Medine’de doğdu. Ama Granada şehrini kurdu, Kurduba’yı kurdu, Marakeş’i kurdu, Bağdat’ı kurdu. İstanbul’a taşıdı bu ruhu, Buhara’ya İsfahan’a Belh’e taşıdı. Eğer Mekke’de ve Medine’de ilk doğduğu yerde eşitlikçi  zihniyet dönüşümünü yaşamamış olsaydı,  daha önceki medeniyetlerde yaşandığı gibi, böylesine bir düzen anlayışı ortaya konamazdı.

 

Osmanlı’yı anlamak isterseniz daha sonraki dönemlerde, onun hemen  öncesindeki Selçuklu serüvenini, Artuklu serüvenini anlamanız gerekir.  12.- 14.yüzyıllar arasında  Orta Asya’dan Anadolu’ya  kadar  uzanan yayı, o yayın içinde hareket eden insanların kültürlerle nasıl harmanlandığını ve bunun Anadolu’da nasıl sentezler ortaya çıkardığını anlamanız lazım. Osmanlı dediğimiz düzenin ruhu on altıncı yüzyılda ortaya konmadı. O hareketli olan insan unsurlarıyla sabit olan mekanın buluşmasıyla ortaya çıktı. İnsanlar hareket etti  Orta Asya’dan büyük göçler halinde, ama karşılaştıkları yerde yeni düzenler kurdular... Selçuklu böyle bir sentezin ürünüdür, İran- Turan sentezinin. Babası Alparslan olan oğul Melikşah’ın hocası veya veziri Nizamülmülk’tü. Biri daha hareketli olan diğeri daha sabit olan iki kültürün sentezi.

 

Sonra bu hareketlilik Anadolu’da büyük sentezler ortaya çıkarttı. Bu sentezlerden  biri Mardin’dir, bu sentezlerden  biri Mezopotamya’dır. Yerleşik olanlarla, yani o dönemde burada oturanlarla o hareketliliği getiren topluluklar  kaynaştılar ve birlikte büyük ve güçlü  medeniyetler kurdular.  Birini tarihin dışına iterseniz diğerini de yok edersiniz. Sabit olan Mezopotamya idi, o zamanki Anadolu Rumi, Rum eli idi.  Onun için Mevlana’nın adı Mevlana Celaleddin-i Rumi idi. Hem Mevlana idi, hem Celaleddin idi, hem Rumi idi. Belh’de doğmuştu, İran’dan geçip Anadolu’ya yerleşmişti. Mezopotamya kültüründen etkilenmişti. Ve o zaman insanlara Türkmen, Kürt, Arap, İranlı, Pers diye bakılmıyordu. Etnisitesine bakılmıyordu. Çok güçlü Mezopotamya kültürü, ki buradaki bütün halkların, Süryanilerin, Yeldanilerin, Keldanilerin, Perslerin hepsinin tarihi tecrübeleriyle ortaya çıktı ve yine çok köklü o  hareketli Türk ve Turani unsurlarla karşılaşarak büyük merkezler kurdular.

 

Osmanlı, bütün bu sentezi değerlendirdiği için, harmanladığı için, 12. 13. yüzyılda çıktı, veya böyle bir kültür orada yaşadığı için bunun içinden Osmanlı çıktı. Ve Omanlı ‘kadim’i bunun için kullandı. Kastettiği şuydu: Ben sizin hangi  rengi, hangi ırkı, hangi mezhebi taşıdığınızı bilemeyebilirim, ve devlet olarak da bilmem gerekmez. Ama hepiniz insanlığın parçası olarak ve kadimin uzantıları olarak bizim için azizsiniz.  Onun için Fatih Sultan Mehmet, hiç çekinmeden  ‘sultan’, ‘hakan’,  daha sonra diğer sultanlar için  ‘halife’ünvanı da buna eklenecek-- hiç çekinmeden ‘Kayser’i Rum’u da kullanmıştır. Yani Rum Sezarı. Çünkü oturduğu mekanda vardı. Oturduğu mekanda İran vardı, bu değişik kültürler  vardı. Bu anlayışla ‘kadim’, geçmişe doğru derinliğine doğru giden bütün medeniyet havzalarını birleştiren düzen anlamında kullanıldı. Ve geleceğe de o ölçüyle bakan, Kadim’i anladığı için  devlet-i ebed müddet dedi.  Çünkü devlet-i ebed müddet  köklü bir kadim’e dayanmalıydı.

 

Bu topraklarda harmanlanan bu kültürler, zor zamanlarda da omuz omuza verdiler. İstiklal Harbi’nde, Birinci Dünya Savaşı’nda. Kut-ül Amara’yı Iraklılarla konuştuğumuzda onlar da çok hislenirler biz de çok hisleniriz. Çünkü Kut-ül Amara’da o gün  Osmanlı ordusu İngilizlerle savaşırken,  o ordunun içinde Türk, Kürt, Arap, Süryani, Keldani, Yezidi, hemen hemen her  unsur vardı. Bu, bugünkü Türkiye –Irak dostluğunun da temelini teşkil eden beraberlikti. Bir kader beraberliği.

 

Onun için bir başka makalede, yine bu göreve gelmezden önce,  ‘vatandaşlık’ dışında bir kavram daha kullanmıştık ki vatandaşlık hukuki olarak hepimizi kuşatan kavramdır, bir de ‘tarihdaşlık’ var. Ortak bir tarihi yaşamayanlar birgün vatandaş bile olsalar, Yugoslavya vatandaşlığı gibi,  ortak  bir tarihi yaşatamadığımız zaman vatandaşlığı da yaşatamayız. Vatandaşlık, hukuki bağlar oluşturur, tarihdaşlık sosyal bağlar, harmanlamalar oluşturur. Bunun için bizim ülkemizin toplumumuzun zemini çok güçlüdür, mayası çok güçlüdür. Cumhuriyetimiz kurulurken de aynı mantıkla ve aynı perspektifle kuruldu.

 

Bugün Balkanlarda Arnavutluk, diyelim Kafkaslar’da Azerbaycan, Balkanlar’da Bosna-Herkes, Irak, Suriye bunlar birbirinden ayrı devletler. Kafkas milletleri, Balkan milletleri, Ortadoğu milletleri ayrı devletler halinde. Ama İstanbul’da ya da herhangi bir büyük şehrimizde bir apartmana girdiğimizde bir katta bir Arnavut, bir katta bir Boşnak, bir başka katta bir Boşnak, bir Çeçen, bir Azeri oturabilir. Onların hepsi bu ortak harmanın ürünü oldukları için bizim açımızdan Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit vatandaşlarıdır. Ve onlar bu bağlarla birbirlerine irtibatlandıkları için cumhuriyetimiz, milletimiz, devletimiz bir bütün halinde hayatiyetini sürdürecektir.

 

Şimdi bu tarihi ve felsefi arka plandan baktığımızda ve evrensel kültüre yansımalarını gözönünde bulundurduğumuzda birkaç noktayı daha sabırlarınızı gözeterek gündeme getirmek istiyorum.

 

Evet, dünyanın yeni bir düzene ihtiyacı var.

 

Bu yeni düzen biraz önce Mardin için zikrettiğim unsurları bünyesinde barındıran felsefi bir açılımla kurulabilir. Ne olmalıdır bu yeni düzenin ilkeleri ve Türkiye’nin bu ilkelerde nasıl bir rolü oynayabilir?

 

Birincisi bu yeni düzen ‘içselleştirici ‘ bir düzen olmak zorundadır, dışlayıcı değil. Hiçbir ülkeyi, hiçbir kıtayı, hiçbir milleti, rengi dışlamamalıdır. İçselleştirici kimliklere dayanmalıdır. Doğu ve Batı denklemine, Kuzey ve Güney denklemine dayanmamalıdır. Aksine bu kimliklerin, bu denklemlerin  hepsini bünyesinde  barındırmalıdır.

 

Ancak o zaman evrensel iddialı bir düzen kurulabilir. İçselleştirici bir düzenin  şartı bütünleştirici  bir kimlik kurabilmektir.

 

Bugün dünyada birçok yerde öylesine kimlik çatışmaları ve dışlayıcı tavırlar var ki, bu dışlayıcı tavırlar, bir grubu dışlayıcı tavırlar aslında eşitsiz bir düzeni de beraberinde getirmektedir.

 

Şimdi biz Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesiyiz. Birleşmiş Milletler sisteminin içselleştirici olması lazım. Herkes orada temsil edildiğini hissetmesi lazım. Hiçbir unsuru dışlamaması lazım.

 

Bu prensibin belki de en çarpıcı örneğini Türkiye oluşturmaktadır. Çok sorular soruluyor. Doğu-Batı arasında köprü deniyor Türkiye için, değil mi? Kuzey –Güney arasındaki ilişkileri tanzim edici deniyor.

 

Bir tarafta Medeniyetler İttifakı projesinde Doğu-Batı ve değişik kültürler arasındaki harmanlaşmanın savunucusu Türkiye; bir tarafta  G-20 üyesi olarak Kuzey ile Güney arasındaki ekonomik eşitsizliklerin doğrudan yansıtıcısı.

 

Peki biz burada neyi temsil ediyoruz?

 

Dün Eski Dışişleri Bakanlığı müsteşarlarımızdan biriyle yaptığımız bir toplantıda bu soru bana  tevcih edilmişti. Şimdi daha net olarak ifade etmek isterim. Biz burada hepsini temsil ediyoruz. Çünkü sahip olduğumuz o kadim zenginlik bizi Doğu’nun bütün kültürleriyle buluşturuyor, o kültürlerin hepsinden birşeyler almış, ama  aynı zamanda siyasi kültür anlamında Batı’nın da merkezinde bulunuyoruz. Avrupa Birliği üyeliği, Asya’daki irtibatlarımız, Ortadoğu’daki bağlarımız bu anlamda birbirine zıt değil, tam bir bütünlük oluşturuyor. Onun için bunları ne kadar içselleştirebilirsek, etkinleştirebilirsek Türkiye için de evrensel düzen arayışında o kadar etkin bir rol sözkonusu olacak.

Şundan emin olunuz! Bu ilke açısından bakıldığında dünyada hiçbir ülke Türkiye kadar insanlık birikimini temsil edici bir niteliğe sahip değil. Biz bundan eminiz ve bu özgüven içinde dış politikamızı yürütüyoruz.

 

İkincisi bu yeni düzen ‘ katılımcı’ olmak zorunda.

 

Yani bu düzenin unsurları olacak olanlar, aynı Mardin şehri içinde farklı unsurlar nasıl bir etkileşim içinde birlikte yaşayabilmişlerse uluslararası sistem de  ancak ve ancak katılımcı olduğu zaman yaşayabilir. Birleşmiş Milletler sisteminin sadece P-5’e dayalı, daimi üyelere dayalı bir işleyiş içinde olması  yeterli olamaz. İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan siyasal denklemlere dayalı yapılar artık geçerliliklerini yavaş yavaş kaybediyorlar. Daha katılımcı bir yaklaşım sergilenmek zorunda. 19.yüzyılın o Avrupa merkezli yapısındaki değişimi doğru okumak durumundayız.

Yine biraz önce zikrettiğim küreselleşme ile modernite arasındaki ilişkiyi birkez daha burada zikretmek istiyorum. Nasıl kadim kültürlerde zihniyet ile düzen arasında böyle bir ilişki vardı, aynen modernite ortaya çıkarken de 14. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar reform, rönesans, büyük zihniyet devrimleri, Newton mekaniği gibi büyük fiziki değişiklikler yaşadı. Onların yansıması olarak da 19.yüzyıl Avrupa merkezli bir yüzyıl oldu. 20.yüzyıl Atlantik merkezli bir yüzyıl oldu.

Ama küreselleşmeyle birlikte, işte Asya’daki yükselmeler, Latin Amerika’daki yeni arayışlar, Afrika’daki kıpırdanmalar şunu bize gösteriyor, önümüzdeki yüzyılda katılımcı bir düzen gerçekleşebilirse, ancak o zaman uluslararası düzen sağlanır ve hangi aktörler bu katılımcı düzene katkıda bulunabilirlerse onlar önemli aktör olarak  öne çıkacaklar.

Biz Avrupa Birliği’ni bu anlamda çok stratejik bir hedef olarak tespit ettik. Ama Asya bağlarımızı, Ortadoğu irtibatlarımız, Balkan köklerimizi, Kafkasya’yı ve Afrika’yı hiçbir zaman ihmal etmeyeceğiz.

 

Çünkü ne kadar katılımcı şekilde onları temsil edebilirsek, o oranda uluslararası düzende söz sahibi olabiliriz.

 

Çok ilginç bir misali sizinle paylaşmak istiyorum.

Geçen sene G-20 zirvesi  Londra’da toplanmadan önce Sayın Cumhurbaşkanı ile Tanzanya’daydık. Tanzanya Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanmıza bir ricada bulundu:  ‘G-20’de Afrika hak ettiği şekilde temsil edilemiyor, ne olur,  G-20’de bizim yani Afrika’nın temsilcisi olun.’

Uluslararası sisteme katılamayanlar, uluslararası sitemin eşitsizliğinden yakınanlar, bir sesin kendilerine sahip çıkmasını bekleyenler dönüp Türkiye’ye bakıyorlar.

Onun için geçen sene Sayın Başbakanımızın Filistin konusundaki çıkışı, haklı feryadı, sadece Ortadoğu’da değil bütün dünyada yankı buldu. Onun için Ortadoğu’ya getirmek istediğimiz yeni vizyon dünyanın her yanında akis uyandırıyor. Ortadoğu bölünürken biz ortaya koyduğumuz vizyonla ve başta Sayın Başbakanımızın seslendirdiği o güçlü siyasi iradeyle şekillendirdiği farklı bir vizyonun temsilcisi oluyoruz. Ortadoğu’da herkes herkesle gerginken, Türkiye komşularıyla entegrasyon ilişkisine geçiyor. Bu sizi yakından ilgilendiren bir husus.

 

Biz geçtiğimiz ay sizin de yakından farkettiğiniz gibi Suriye ile 51 anlaşma imzaladık. Irak ile 48 anlaşma imzaladık.Hedefimiz ne, hedefimiz şu: Mardin, Urfa, Gaziantep sınır şehirleri gibi köşede kalmış şehirler olmaktan çıksın. Antep-Halep’le buluşsun, Mardin-Musul ile buluşsun, Halep-Lazkiye ile buluşsun ve daha öteleriyle. Türk toplumunun bugün beklentisi, Türkiye’nin ufku bu.

 

Bu entegrasyon sağlandıkça göreceğiz ki, çok büyük farklılıklarmış gibi gözünenler aslında o kadar farklı  da değiller.  Aynı kültürü paylaşıyoruz. Bu Mardin’in herhangi bir evinden Mezopotamya’ya doğru baktığınızda Türkiye-Suriye sınırı nerede başlar keşfetmeniz mümkün değil. O ova öyle uzanıp gider, o ova tarih boyunca beraberdi, bundan sonra da beraber olacak. Birileri oraya sınır çizdi diye bu sınırların kalıcı olacağını kimse düşünmesin.

 

(ALKIŞLAR)

 

Tabii ki sınırlara saygı göstereceğiz ama dostluk içinde, aynen Avrupa’da, Avrupa Birliği’nin oluşum sürecinde olduğu gibi dostluk içinde  bu sınırları anlamsızlaştıracağız. Bu sınırları  ‘duvar’ olmaktan çıkartacağız, hani sınır kapıları anlamında, gerçek anlamda ‘kapı’ haline getireceğiz.  Kapı girmek içindir, kapı açıktır. Duvarı açamazsınız. Şimdiye kadar Türkiye-Suriye sınırı öyleydi. Duvar olması yetmiyordu bir de duvarı korumak için mayın döşenmişti. Sanki bu sınırın iki yakasında olanlar birbirinden ayrı düşmek istiyorlarmış gibi. Şimdi  o mayınlar kalkıyor, işte Nusaybin’de temizlenmeye başladı. O duvar zaten kalktı. Suriye ve Türkiye halklarıyla kaynaşıyorlar.

 

Biz Sayın Beşar Esat Türkiye’yi ziyaretlerinde, Sayın Başbakanımızla görüştükten sonra, ‘vize kaldırıldı’ haberini Velid Muallim ile birlikte ilan ettiğimizde, emin olun o gece telefonlarımız durmadı. Ortadoğu’nun heryerinden ama özellikle iki ülkenin komşu bölgelerinden büyük tebrikler aldık. Gerçekten o bayramı herkes bayram olarak kutladı. Neydi, bundan on sene önce bayramlarda sınır boylarında, bizim o zamanki Halep Başkonsolosumuz Hulusi Bey çok iyi bilir, böyle çuvallar hediyeler karşılıklı atılıyor, bu bir yüz karasıydı. Yirminci yüzyılın çağdaş toplumuna yakışmayan… Bizim kadim kültürümüze ise hiç yakışmayan bir görüntüydü. Bugün o görüntüler kalktı. Daha birçok şey kalkacak. Biz bölgemizde savaş istemiyoruz, gerginlik istemiyoruz, kardeşlik ve barış istiyoruz. Bütün Ortadoğu’ya yayılacak güzel bir model olsun istiyoruz, ülkemiz ve bu ilişkilerimiz.

 

Sadece Suriye ve Irak değil, Ürdün ile vizeleri kaldırdık. Irak’la da inşaallah seçim sonrasında daha ileri adımlar atacağız. Musul’a giden ilk Dışışleri Bakanı olarak Musul Valisi tarafından karşılandığımızda çok hissi tablolar oluşmuştu. Musul, Erbil, Kerkük, ta Basra’ya kadar bizim kokumuzun rengimizin, paylaşıldığı yerler. Basralı birgün kalktığında hiçbir zorlukla karşılaşmadan Edirne’ye kadar gelecek, bunu size taahhüt ediyoruz.

 

(ALKIŞLAR)

 

Ya da bugün kriz içinde olduğu düşünülen Yemen’den bir gün biri kalktığında, Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye üzerinden gelebilecek. Yemen bizim için uzak bir yer değil. Türküsü ile, tarihi ile uzak değil. Bundan bir asır önce dedelerimizin yaşadığı kaynaştığı bir toprak. Onun acısı bizim acımız. Şimdi bir Türk Dışişleri Bakanının Yemen’de bu tür çatışmalar yaşanırken rahat uyuyabilmesi mümkün mü?

 

Benzer şeyi, Yemen için bunu nasıl hissediyorsak aynı şeyi Bosna Hersek için de hissediyoruz. Aynı şeyi Orta Asya’nın derinlikleri için hissediyoruz. Bunları birbirinden ayırdetmiyoruz. Etnik kökenlerine bakmaksızın , bizimle tarihdaş olan her topluluğu ilgi alanı içinde görüyoruz. Biraz önce vurguladığım katılımcılık ilkesi bu. Kimseyi hükmetme niyetinde değiliz, kimsenin de bize hükmetmesine izin vermeyiz. Ama kuracağımız düzenin herkesin eşit katıldığı, herkesin katkıda bulunduğu bir düzen olmasına önem vereceğiz. Evrensel düzenin de bu katılımcılık ilkesini benimsemesini istiyoruz.

 

Üçüncü bir ilke; ‘sentezci’ olmak zorundayız. Tek boyutlu, tek renkli düzenler yaşayamazlar. Zaten düzen dediğiniz şey, birçok rengi bir araya getirdiğinizde bir anlam ifade eder. Öyle bir resim düşünün ki bir tek renkten ibaret olsun. Ya da öyle bir mimari düşünün ki tek bir motifle ortaya çıkartılmış olsun. Ya da bir kilim düşünün ikinci bir unsur barındırmasın. Düzen dediğiniz şeyde mutlaka farklılıklar olacak. Tekdüze olan her şey bir müddet sonra bir çatışma sebebi olabilir.

 

Bizim hedefimiz, insanlığın birçok birikimini bir araya getiren, onları bir sentez, bir harman halinde gören yeni bir felsefi yaklaşımın sözcüsü olmak ve bu felsefi yaklaşımı, dış politika alanına yansıtmak.

 

Gelecek hafta, buradan ayrıldıktan sonra Perşembe günü Hırvatistan’da olacağız. Türkiye-Hırvatistan-Bosna Herkes üçlü toplantısını yapacağız. Cuma günü de Belgrad’da olacağız, Türkiye –Sırbistan-Bosna Hersek toplantısını yapacağız.

 

Çünkü biliyoruz ki, Balkanlarda yeni bir düzen kurmak istersek, öncelikle sentezleri yapabilmemiz lazım. Önyargılara, geçmiş acı hatıralara değil geleceğe bakan, ufuk çizen ve farklılık taşıyan unsurları bir araya getiren bir yaklaşım benimsememiz lazım.

Ve son olarak, yine bu evrensel düzenin kadim kültürden alması gereken bir başka ders, insanoğlu’nun eşitliğine dayalı bir yaklaşım benimsemesi. Farklılaşmalara  değil, kutuplaşmalara  ve hiyerarşik düzenlere değil, insan olması dolayısıyla herkese değer veren ve  herkesin geleceğini  bu çerçevede birbiriyle etkileşerek ama birbiri üzerinde hükmedici ve belirleyici bir güç kullanmadan yönlendirebileceği bir gelecek.Yani katılımcı, içselleştirici, harmanlayıcı, bütünleştirici, eşitlikçi bir uluslararası düzene ihtiyacımız var.  Böyle bir düzenin işaretlerini de ancak ve ancak insanlığın tarihinin derinliklerinde bulabiliriz. Ne mutlu ki, öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, insanlık tarihinin bütün bu geçmişlerini bünyesinde barındırıyor. Yunan medeniyetinden Mezopotamya’ya; İran medeniyetinden Mısır etkilerine, Hint’den, Çin’den esinlenmiş o büyük insan hareketleriyle, göçlerle gelen o büyük harmana, Balkanlardan, Kafkaslardan gelen bütün o güçlü birikime dayanan olağanüstü bir tecrübemiz var. Şu anda bize lazım olan ve dış politikamıza eksen teşkil eden şey, psikolojimizi teşvik eden, barındıran, odaklandıran şey özgüven duygusudur.

 

Biz içinden geldiğimiz tarihe güveniyoruz. Biz kimliğimizi,bütün unsurlarıyla en güçlü şekilde inşa eden bir yaklaşımla benimsiyoruz.

 

Ve sizlere güveniyoruz, Anadolu’nun her yerinden  Rumeli’nin heryerinden gelen o güçlü sese tarihin derinliğinden  gelen o güçlü sese, insanlığa mesaj olacak o güçle sese güveniyoruz, çünkü Mardin’e güveniyoruz, Mardin’in  ruhuna güveniyoruz.

 

Mardin’in ruhu Türkiye’nin ruhudur.

 

Türkiye’nin ruhu da gelecekte uluslararası düzenin ruhunu teşkil edecek, merkezini teşkil ediyor. Bu özgüvenle dış politikamızı yürütmeye çalışıyoruz.

 

Bizi misafir ettiğiniz için tekrar teşekkür ediyoruz. Bütün dış politika ve Dışişleri Camiası adına size minnetlerimi ifade etmek istiyorum.

 

Şunu da birkez daha vurgulamak istiyorum,  Bütün Dışişleri camiası bütün Mardinlilerin bütün halkımızın hizmetinde olmaya devam edecek.

 

Saygılar sunarım.