Dışişleri Bakanı Sn. Ahmet Davutoğlu’nun IV. Büyükelçiler Konferansı Açış Konuşması, 23 Aralık 2011

Sayın Bakanlar,

Değerli Milletvekilleri,

Dünyanın dört bir köşesinden gelen saygıdeğer Büyükelçilerimiz,

Değerli konuklar,

Her şeyden önce Dördüncü Büyükelçiler Konferansı’na hoş geldiniz diyorum. Büyükelçiler Konferansı yıllık tanzim edilen Büyükelçiler Konferansı aslında. Yıllık bir muhasebe imkânı veriyor bize ve aynı zamanda bir gelecek planlaması yapma ihtiyacını da ortaya koyuyor. Dolayısıyla hem teorik hem de pratik olarak bir yılın değerlendirmesinin ötesinde süreci anlamak, tarihin akışını doğru yorumlamak ve gelecek perspektifiyle bu tarihi akışa yeni anlam kazandırmak bakımından olağanüstü bir anlam, bir çerçeve sunuyor. Bundan seneler önce 1989’da meşhur tarihin sonu tezi ortaya atıldığında eleştirel bir makale yazmış ve tarih bundan sonra daha hızlı akacak iddiasında bulunmuştum. Gerçekten şimdi baktığımızda her yıl, her ay, her gün tarihin çok daha hızlı aktığını görmekteyiz. Tarih hızlı akarken iki şeyi aynı anda yapabilmemiz lazım. Bir o akışı, o akışın hızını, yönünü, müstakbel gidişini doğru okumak. İkincisini o akışın içinde hareket ederken o akışın içinde sürüklenip gitmemek arada sırada durup kenara çıkıp o akışı doğru bir çerçeveye oturtmaya çalışmak. Benim hasbelkader bildiğim üç lisanda da durmakla anlamak arasında bir ilişki var. “Stand ve understan” durmak ve anlamak, “stehen ve verstehen” durmak ve anlamak, vakafe Arapça durmak, vakıf olmak anlamak. Tarih akarken o tarihin akışını anlayamayanlar, o tarihin akışında kendilerine doğru bir yer biçemeyenler o tarihe kapılıp gidebilirler. Ya da tarihten koparlar. Tarih akarken arada sırada durup sakin bir şekilde rasyonel bir zeminde ama tarihin bütün ritmini, nabzını tutarak bir müddet durup bakmak ve bakarak tarihi yorumlamak ise sağlam bir duruş gerektirir. Bizim dış politikamızın ana çerçevesi, temel odağı tarihine, coğrafyasına ve güçlü birikimine sahip bir duruş sergilemek. Duruşu olmayanın akışı kontrol etme gücü yoktur.

Bugün Türk dış politikasına dışarıdan ve içeriden yapılan yorumlarda olumlu olumsuz her şey söylenebilir. Ama bir şey söylenemez. “Türk dış politikasının duruşu, bir pozisyonu yoktur” denemez. Her konuda bir duruşumuz var, bir pozisyonumuz var ve olacak. Her sabah bütün ekibimle birlikte oturup güneşin doğduğu andan itibaren nelerin değiştiğini anlamaya çalışıyoruz. Sonra, bütün hükümet olarak Başbakanımızın liderliğiyle tekrar tekrar değerlendiriyoruz. Acaba, doğru yerde duruyor muyuz? Bir sınamadan geçiyoruz. Sadece biz değil bütün dünya bir sınavdan geçiyor. Bu sınavı geçecek olanlar, bir sonraki dönemde tarihin akışına damga vuracak olanlar bu tarihin akışını doğru kavrayanlardır. Büyükelçiler Konferansı her şeyden önce bizim için bir durup düşünme imkânı sağlıyor. İçinde bulunduğumuz şartlardan çıkarak hep beraber bir ortak akıl üretme imkânı sağlıyor. Geçen seneki Büyükelçiler Konferansı’nda temel bir kavram öne çıkarmıştım hatırlayacaksınız. Akil ülke. Evet, biz akil ülke olma yolunda son bir yıl içinde çok ciddi mesafeler aldık. Nasıl? Ülkemiz akil ülke olarak gelişmelere yön verme kapasitesini artırmaya çalışıyor. Sizler de bulunduğunuz ülkelerde baş şehirlerde akil Büyükelçiler olarak en fazla görüşüne başvurulan Büyükelçiler olmak durumundasınız. Özellikle, kriz durumunda büyük bunalımların yaşandığı dönemlerde akil ülkelere, akil insanlara ihtiyaç olur. Bakınız son 30 yıl içinde iki büyük deprem yaşadık. Bu sene 2011 üçüncü büyük depremin işareti. Uluslar arası ilişkilerde Berlin duvarının yıkılmasıyla birinci büyük deprem 1989’da başladı. Ama 1991’de Sovyetlerin dağılmasıyla zirveye ulaştı. Bu jeopolitik bir depremdi. Balkanlardan Orta Asya’ya kadar olan bütün jeopolitik havzaları, soğuk savaş jeopolitiğini yerle bir etti. 2001’de bu sefer 11 Eylül bir güvenlik depremi oluşturdu. İnsanların güvenlik algısını değiştirdi ve dış politikanın oryantasyonunu, akış yönünü başka kaynaklara oturttu. 2011’de ise büyük bir ekonomik politik deprem yaşıyoruz. Çevremizde ve dünyada o zaman bizim sınamamız, bu depremde binamızın ne kadar sağlam olduğu ve bu binayı yürütenlerin bu binayı bir şekilde sağlamlaştıracakların gelecek pozisyonlarıdır. Bakınız 1991’de biz soğuk savaş galibi bir ülkeydik. Yani beklenirdi ki 1991’den 2001’e kadar olan dönemde soğuk savaşın galibi bir ülke olarak büyük mesafeler alalım. Ama mümkün olmadı. Çok ciddi dış politika hamleleri yapıldı. Ben takdirle anıyorum. Ama baktığımızda, 1991’de değer çıkar ilişkisini vurguladığımızda, 1991’de Sovyetlerin çöküşüyle birlikte yükselen değer demokratikleşme idi. Bütün Doğu Avrupa demokratikleşti. Bütün Orta Asya’da, Kafkasya’da yeni arayışlar başladı. AB genişledi. Demokratik değerler yaygınlaştı.

Ekonomik bir kalkınma ve genişleme yaşandı dünyada. Ama şimdi herhangi bir iktidarı tenkit etmek anlamında söylemiyorum. Ama bir 10 yıllık muhasebe yaptığımızda 1991-2001 yılları arasında Türkiye’de maalesef demokratikleşme, dünyanın yükselen değeri, doğru değeri olan demkoratikleşme ve insan hakları konusunda çok köklü adımları atılamadığı için biz birtakım müdahaleleri yaşadık ve dünyada demokratik alanda istenen ölçüye gelememeyi hissettik.

Ekonomik alanda, 1991 yılında kişi başına düşen gelir üç bin dokuz yedi dolardı. 2001’de iki bin dokuz yüz dolara düşmüştü. O 10 yıl birçok dış politika hamlesi Orta Asya’da, Balkanlar’da kriz yönetme anlamında yapılmasına rağmen ülkenin demokratik ve ekonomik kalkınması yönünde gerçekten kayıplar olarak geçti. Çünkü, ülkemizde dünyadaki genel değerlerle mütenasip uyumlu bir siyasi restorasyon yaşanamadı. Bunun üç sebebi vardı. Koalisyonlar, sürekli koalisyonlar kurulması ve kısa dönemli bakanlıklar. Kısa dönemli hükümetler yapılar olması. Ekonomik krizler. 94-99-2001 ve terörün olağanüstü baskısı. Şimdi bir muhasebe yapma zamanı. 2001’de güvenlik depremi yaşandığında arkasından Afganistan ve Irak müdahaleleri geldi. Türkiye bir sınavla karşı karşıya kaldı. Eğer biz 2001’de özgürlük, güvenlik dengesi diye bir temel paradigmatik bir değişim yaşamamış olsaydık bugün en fazla güvenlik sıkıntısı yaşayan ülkelerden biri olurduk. 2002’de Ak Parti hükümetlerinin ilk deklerasyonlarında hep özgürlük güvenlik dengesi vardı. Çünkü çok bilinçli olarak, farkında olarak, deruni olarak da hissediyorduk ki özgürlüğün olmadığı yerde güvenlik kalıcı olamaz. Siyasi meşruiyetin temin edilmediği yerde sadece fiziki ve güce dayalı bir istikrar sağlanamaz. Bunun kıymetini şimdi daha iyi değerlendirebiliriz. 10 yıl sonra. Niçin? Biraz sonra üzerinde duracağım. Türkiye’nin etrafındaki kriz halkalarını anlamak için. Yine 2002-2011 yılları arasında eğer güçlü bir siyasi irade ve bu iradeye dayalı köklü bir restorasyon yaşanmasaydı bugün ekonomik durumumuz bu kadar sağlam bir zeminde olamazdı. 1991-2001 yılları arasında kaç hükümet geçti. Kaç dışişleri bakanı ve kaç farklı anlayış dış politikaya egemen oldu veya ekonomiye egemen oldu? Hepiniz biliyorsunuz. Ama 2002 ile 2011 yılları arasında bir büyük güvenlik depremi yaşandığı dönemde temel paradigmatik unsurlar etrafında bir politika takip ettik. Bu ülke bir restorasyon dönemi yaşasın istedik. Ve bu restorasyon dönemi bir hükümet sürekliliği içinde yaşandı. Sayın Yaşar Yakış ilk AK Parti hükümetleri ilk Dışişleri Bakanı olarak ne söylediyse daha sonra Sayın Cumhurbaşkanımız Dışişleri Bakanı olarak o dönemde ne söylediyse, Sayın Babacan ne söylediyse bizim de bugün takip ettiğimiz söylem ve uygulamalar bir bütünlük arzediyor. Çünkü bir siyasi restorasyon süreci yaşandı. Bunu şimdi 2011’de karşı karşıya kaldığımız tabloyu adlandırmak bakımından ele aldık. 2011’de uluslar arası sistem bir ekonomik politik deprem yaşıyor. Doğru okumamız lazım. Maalesef 90’lı yıllarda soğuk savaş galibi bir ülke olarak bu akışı doğru okumadığımız için ve defansif refleksler verdiğimiz için kendi içimizde problem çıkar korkusuyla daha ciddi köklü adımlar atamadığımız için yılları kaybettik. Şimdi gerekiyorsa risk alarak doğru okumamız lazım. Gerekiyorsa birtakım eleştirileri göğüsleyerek tarihin akışı ile doğru bir eksende yürümemiz lazım. Bu anlamda demokratik değerler ulusal çıkarlar dengesi bu seneki büyükelçiler konferansımızın konusu. Bakın ekonomik politik deprem derken neyi kastediyorum. Türkiye’nin batısında Yunanistan’dan Portekiz’e ve Avrupa içlerine kadar büyük bir ekonomik kriz yaşanıyor. Bu zannedildi ki bu başta finansal bir kriz. Finansal başladı, ekonomik devam etti, sosyal istihdam problemlerine yol açtı ve hükümetleri değiştirdi.

Bakın, önümüzdeki dönem Avrupa’daki tartışma teknokratik hükümetlerin ne kadar demokratik olduğu ile ilgili olacak. Yani Avrupa Merkez Bankasının aldığı kararları uygulayacak teknokratik hükümetler mi kurulacak yoksa halkın taleplerine cevap verecek demokratik hükümetler mi olacak? Avrupa demokrasisi büyük sınav veriyor. Bunun üzerine ciddiyetle durmamız lazım. Öbür tarafta Suriye’den başlayıp Fas’a kadar giden alanda büyük bir siyasi deprem yaşandı. Zannedildi ki bu Tunus’taki bir küçük artçı, bir küçük sarsıntı. Öyle olmadığı anlaşıldı. Neden, çünkü bu rejimlerde bizim çok önceden tespit edip vurguladığımız özgürlük güvenlik dengesini anlayamamışlardı. Zannettiler ki güvenliği sağlam tutarsak devleti sağlam tutarız. Hayır, bir devletin gücü milletinin sahip olduğu özgürlükle ölçülür. Bir devletin gücü de ancak ve ancak milletiyle kaynaşmasıyla sağlanabilir. Kendi halkını tehdit olarak gören, kendi halkına iç tehdit tanımlamaları yapan ülkelerin, devletlerin atılım gücü kalmaz. Biz onun için bu iktidarlarımız döneminde iç tehdit olgusunu kaldırdık. Kendi içinde tehditle güvenlik paradigması geliştirenler dışarıda da sürekli tehditle algılanırlar. Gerek içerideki demokratikleşme gerekse komşularla sıfır problem ilişkisinden başlayarak dünyaya yaydığımız güven-istikrar olgusu Türkiye’nin imajını değiştirdi. Bugün hiç kimse Türkiye’nin iç siyasi restorasyonunu tartışmıyor. Çünkü özgür ve adil seçimlerle gerçekleşmiş bir seçimleri 5-6 yıl önce arkamızda bıraktık. Kimse bugün Türkiye’de bir ekonomik politik deprem yaşanır mı diye düşünmüyorum. Çünkü ekonomimiz dünyanın en sağlam ekonomilerinden biri. Kimse Türkiye’de bir Sevr paranoyası içinde Türkiye’nin içe kapanacağını düşünmüyor. Çünkü dünyanın en aktif dış politika takip eden ülkelerinden biri biziz. Bu üç omurga etrafında sizler, büyükelçilerimiz, başınız dik bir şekilde dünyanın yükselen gücünün büyükelçileri olarak her yerde en aktif bir şekilde vazifelerinizi yürütmek durumundasınız.

Şimdi bu depremlere biraz daha inelim ve tartışalım. Birincisi, Avrupa’da yaşanan deprem. Biraz önce işaretini verdim. Avrupa demokrasisi sınavda. Birçok yönden sınavda. Birincisi, halkın seçtiği iktidarların ne kadar, halkın talepleri ile ekonomik gereklilikler arasında tercih yapacaklarının sınavı. İşte Yunanistan’la İtalya’da olduğu gibi. İkincisi, ekonomik krizin getirdiği problemlerin bedelini kimin ödeyeceği sınavı. Benim ciddi kaygım ki son Almanya seyahatinde bütün şehit edilen, öldürülen vatandaşlarımı ziyaret ettikten sonra Alman dostlarımızla da çok açık bir şekilde paylaştım. 1929 ekonomik krizi nasıl büyük bir ırkçı dalgaya yol açmışsa, aynen şimdi de eğer bu ekonomik kriz yaygınlaşır ve derinleşirse, yeni bir ırkçılık dalgasına, yabancı düşmanlığına yol açması durumunda Avrupa’nın bütün değerleri yerle bir olur. Onlara ifade ettim. Beni ürküten sadece örgütlü Neonazi gurubunun vatandaşlarımızı katletmesi değildi. Bu beni üzdü, ürküttü. Ama esas ürküten o cinayetler sırasında, soruşturmalar esnasında vatandaşlarımızın her birine ya oğlunu, ya eşini, ya babasını öldürmüş olabilir kuşkusuyla bakılması ve 10 yıl soruşturmanın bu eksende yürütülmesi. O soruşturmayı yürütenlerin zihnindeki Türk, kendi kardeşini, kendi babasını, kendi eşini öldürebilen bir Türk ise işte o zihniyet o Neonazi terör örgütünden daha tehlikeli bir zihniyettir. Buradan uyarıyorum. Ve Avrupa’daki büyükelçilerimize, başkonsoloslarımıza buradan açık bir talimat veriyorum. Bu yabancı düşmanlığına karşı seferberlik ilan edeceğiz. Nerede bir Türk varsa, onun burnundan bir damla kan aktığında soruşturma ekibi gelmeden önce o kanın başında benim başkonsolosum, büyükelçim olacak. Tek bir vatandaşımız kendisini sahipsiz hissetmeyecek. Ve burada da ayırım gözetmeyeceğiz. Bu ziyaretimde Türkiye’den göçen Ortodoksların Kilisesi ve Süryani Kilisesi’ni de ziyaret ettim. Ermeni Kilisesi’ni de ziyaret edecektim. Patrik Ermeni Patriği yerinde değilmiş. Özür diledi. “Bir dahaki sefere bekliyorum” dedi. Cemevi’nde muharrem orucunu açtım. Sünni cemaatlerin de bütün camilerini gezdim. Ve büyükelçilerimize, başkonsolosumuza da talimat verdim. Bundan sonra Hristiyan dini günlerinde Hristiyan vatandaşlarımızın, Sünni, Alevi Cemaatlerin günlerinde de onların yanında olacaksınız. Nasıl valilerimiz Türkiye’de bugünlerde halkla beraberdir, büyükelçilerimiz, başkonsoloslarımız da onların yanlarında olacak. Hiçbir ayırım olmadan. Onlara orada da söyledim. Devlet, etnisite ve mezhep, din sözkonusu olduğunda devlet refleksi kördür. Vatandaşını görür sadece vatandaşım diye bakar ve bağrına basar. Bu yabancı düşmanlığına karşı hepimizin teyakkuz halinde olmamız lazım.

Yine üçüncü büyük bir risk, son günlerde gündemimizi teşkil eden Avrupa için vizyon üretemeyen, Avrupa’nın geleceğini planlayamayan, Avrupa’da tarihin akışını anlayamayan bazı kısır siyasilerin küçük siyasi hesaplar adına, bir seçim adına Avrupa’nın değerleri ayaklar altına almasının getirdiği tehlikedir. Biz kendi tarihimizde yüzleşir hesabını veririz. Ama bütün Avrupalılar, dünkü Fransız ulusal meclisinin kararından sonra oturup bir kere daha başta söylediğim gibi ister verstehen diyerek ister understend diyerek bir müddet dursunlar ve düşünsünler. Çağrımız bu, dursunlar ve düşünsünler. Avrupa nereye gidiyor? Avrupa nereye gidiyor sorusu bugün can alıcı bir sorudur. Felsefi olarak nereye gidiyor? Ekonomik olarak nereye gidiyor, siyasi olarak nereye gidiyor? Dünkü ulusal meclisin Fransa ulusal meclisin aldığı kararla felsefi ve düşünsel olarak Avrupa ortaçağa dönmüştür. Çok açık söylüyorum. Nasıl Kaddafi rejimi, Bin Ali rejimi, Esad rejimi kendi halklarına ne düşünmeleri gerektiğini, neyin düşünmesinin yasak olduğunu veya neyi düşünmenin doğru olduğunu dikte ettilerse dün de Fransa ulusal meclisi ve arkasındaki siyasi liderler Avrupalılara neyi düşünmeleri gerektiğini, ne ile tartışmamaları gerektiğini dikte etmişlerdir ve bu anlamda Fransız ulusal meclisinin aldığı kararla Ortadoğu’daki diktatörler arasında hiçbir fark yoktur. Eleştirmeye hazır olmayanlar, tartışmaya hazır olmayanlar gitsinler 18. yüzyıl Fransız Aydınlanmasının öncülerini okusunlar. 16-19. yüzyıllarda yaşanan büyük mezhep, din, etnisite çatışmalarının arkasındaki dogmaları tekrar okusunlar. Eğer demokrasi seçimler yaklaştığında oyları alabilmek adına bütün Avrupa değerlerini ayaklar altına almaksa işte o zaman AB’nin geleceği ve Avrupa demokrasisinin geleceği gerçek bir tehdit altında demektir. Ben buradan Fransız entelektüelleri başta olmak üzere bütün Avrupalı entelektüellere seslenmek istiyorum. Bu değerlere sahip çıkın. 19. yüzyılı Avrupa yüzyılı yapan, 20. yüzyılı Avrupa özellikle ilk yarısında Avrupa’nın felsefi öncülüğünü sağlayan o değerlerin fikir özgürlüğü anlamında sahipleri olsunlar. Ve önce onlar seslerini yükseltsinler. Biz zaten sesimizi yükselteceğiz. Biz böyle bir haksızlık karşısında sesimizin kısılacağını zamana yayalım diyeceğimizi düşünüyorlarsa yanılıyorlar.

Dün Sayın Başbakanımızın da çok net söylediği gibi dünyanın her yerinde sesimizi yükselteceğiz. Tek bir yerde sizlerin sesinizin kısık olmasını istemiyorum. Hiçbir yerde boynumuzu eğmeyeceğiz. Bize yapılan baskılara karşı hiçbir yerde sessiz kalmayacağız. Onların yasak olduğu yerlerde gideceğiz ve açık ve gür sesle biz bu iddiaları tanımıyoruz diyeceğiz. Özellikle Fransa’daki büyükelçilerime sesleniyorum. Fransa’da çünkü bir büyükelçimiz yok bizim biliyorsunuz. Engin Bey bakıyor oradan Strazburg’da ne olacak diye? Evet, Avrupa Konseyi, İnsan Hakları Mahkemesi’nin baş şehridir. Fikir özgürlüğünün baş şehri Strazburg Fransa sınırları içinde. Özellikle de Avrupa Konseyi’nde sesimizi yükselteceğiz. Eğer Avrupalılar kendi değerlerine sahip çıkmıyorlarsa biz o değerlere sahip çıkacağız. Buradan Fransız Senatosuna da seslenmek istiyorum. Şimdi bu değerlerin nihai koruma mevziini size dönüştürdüler. 577 kişilik mecliste 50 civarında milletvekilinin yani yüzde 10’dan az milletvekilinin katılımıyla oluşturdukları bir bombayı fünyesi çekilmiş şekilde Fransız Senatosu’nun önüne koydular. Ve bize de hep bu mesajı yolluyorlar. Merak etmeyin, Fransa’da bir ortak akıl vardır. Fransız Senatosu veyahut ileri aşamalarda bu durdurulur. Bundan sonra sınavda olan biz değiliz. Sınavda olan Fransız Senatosudur, Fransız toplumudur, Fransa entelektüelleridir. Bakacak ve göreceğiz bu sınavı nasıl geçecekleri veya geçemeyecekleri ile ilgili. Dünyada hiçbir yasakçı zihniyet yaşamamıştır. Bu yasakçı zihniyetin yaşaması da mümkün değildir. Fransa’daki vatandaşlarımız dün ayağa kalktılar. İlk defa. Evet, onlar ayakta olacaklar. Taki, bu yasakçı zihniyet yok edilene kadar, taki bu millete yapılan haksızlık bertaraf edilene kadar.

Sayın Başbakanımız dün uygulamaya karar verdiğimiz tedbirleri açıkladı. Tekrar vurguluyorum. Kendisi de vurguladı. Bu tedbirler ilk aşamadır. Her aşamasında Fransa’nın atacağı adıma göre bu tedbirler daha da şiddetlenecek, ya da daha hafifleyecektir. Ve her aşamasında Ankara’da bunu değerlendireceğiz. Bundan sonra alacağımız kararlar bu çerçevede kesin ve kararlı bir tutum olacak. Çünkü artık onların daha önce yaptıkları gibi dikte ettiklerinde o dikteyi kabul etmek zorunda kalan bir Türkiye yok. IMF kapısının önünde borç bekleyen bir Türkiye yok. Bölünür müyüm korkusu, efendim Sevr paranoyasıyla defansif alanlara çekilmiş bir Türkiye yok. Dünyanın her yerinde diplomasi yapan gücünü her yerde gösteren bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Libya’ya gittiğinde bütün Libya’nın ayağa kalktığı, bütün Tunus’un, bütün Mısır’ın ayağa kalktığı bir Türkiye var. Kalplere konuşan bir Türkiye var. Saraybosna’da bayramı geçirdim. Bayramı ekibimle birlikte bütün Balkanlar’da geçirdik. Ekibim de ailelerinden ayrıldı onlara da teşekkür ediyorum. Bosna’da yaptığım bir konuşmada on-onbeş bin kişinin katıldığı bir stadyum konuşmasında eğer insanlığın kurduğu bütün şehirler yıkılsa, Saraybosna ayaktaysa, Saraybosna bütün insanlığı tekrar inşa eder diye Türkçe itham ettiğimde bütün stadyum ayağa kalktı ve tezahürat yaptı. Boşnakça tercüme daha sonra yapıldı. Orada daha önce öğrencim olmuş bir Boşnak, “Bu Boşnaklar ne zaman Türkçe öğrendi anlayamadım hocam” dediğinde dedim ki, “Biz dilden kulağa konuşuyor olsaydık tercümana ihtiyaç vardı. Biz gönülden gönüle konuşuyoruz.” Bizim tercümana ihtiyacımız yok. Bizim çevre bölgelerde tercümanlara ihtiyacımız yok. Biz konuştuğumuzda tarih konuşacak. Biz konuştuğumuzda gelecek konuşacak. Ama biz konuştuğumuzda önce gönül beraberliğimiz konuşacak. Onun için burada Ermeni dostlarımıza da, komşularımıza da sesleniyorum. Amerika’ya gittiğimde büyükelçilerimizi, başkonsoloslarımızı topladım. Namık Bey burada hatırlayacak ve şu talimatı verdim. Diaspora kavramını değiştireceğiz. Dini ve mezhebi ne olursa olsun, Anadolu topraklarından göçmüş her birey bizim diasporamızdır. Şimdi buradan da söylüyorum. Fransızların bu bağnaz tutumuna Ermenistan’ın ve bazılarının sürekli tahrik etmeye çalıştığı tarihe dayalı nefret duygularına karşı sizlere söylüyorum. Nerede bir Ermeni varsa gideceğiz ve konuşacağız. Onlarla ortak tarihimizi konuşacağız. 10 asır nasıl beraber yaşadığımızı ama 20. yüzyılın son çeyreğinde kimlerin fitnesiyle, Fransa’nın ve bazı sömürgecilerin fitnesiyle, nasıl aramıza fitne sokulduğunu anlatacağız. Önce Ermenilerin, Ermeni dostlarımızın da kalbini kazanacağız. Tek tek, nasıl içeride muhtemel ve mutlak tehdit tanımını yıktık, dışarıda da bütün Ermeniler, bütün Ortodokslar veya başkaları muhtemel tehdittir, algısını yıkacağız.

Her bir Ermeni ile konuşacağız. Her bir Türkiye’den göç etmiş Rum’la konuşacağız. Ve ortak geçmişimizin parıltılı yüzyıllarını da konuşacağız. Yahudi soykırımına karşı nasıl kucak açtığımıza dünya şahit bundan sonra daha fazla anlatacağız. İsrail’le problem yaşayabiliriz. Ama Anadolu’dan gitmiş bu topraklarda özgürlük teneffüs etmiş ya da Balkan topraklarında her bir Yahudi ile de ortak geçmişimizi konuşacağız. Bizim tarihten çekineceğimiz bir şey yok. Aksine tarihimizi ve coğrafyamızı büyük bir güç merkezi olarak görüyoruz. Gücümüzü de oradan alacağız. Bu Avrupa’da yaşanan bu ekonomik politik deprem karşısında Fransız liderler aciz olabilir. Ve küçük siyasi hesaplara düşebilirler. Bazı Avrupalı liderler katman katman parçalanabilir. Birkaç Avrupa üzerinde çalışıyor olabilirler. Onların zihinleri ne kadar karışıksa bizim zihnimiz o kadar berrak, geleceğe dönük olarak da o kadar ufuk ve vizyon sahibidir. Onun için şöyle düşünmesinler. 91’de jeopolitik deprem yaşandığında hazırlıksız bir Türkiye vardı. 2001’de güvenlik depremi yaşandığında güvenlik şeyine çekilebilecek bir Türkiye vardı. Bunlar geçti. 2011’de siyasi restorasyonunu gerçekleştirmiş, yeni Anayasasını değerleriyle bütünleştirmiş, ekonomisini tahkim etmiş bir Türkiye var. Dış politikasını da yine daha önce büyükelçiler konferansında söylediğim gibi, Gazi Mustafa kemal Atatürk’ün ilkesi etrafında, hattı diplomasi yoktur sathı diplomasi vardır. 2 sene önce söylediğim söz. Evet, bugün hattı diplomasi yok sathı diplomasi var. Bu Fransız yasası ile ilgili olarak artık satıh da bütün dünyadır. Her bir yerde, sadece Fransa’daki büyükelçilerimiz değil, her bir yerde konuşacağız özellikle de Afrika’daki büyükelçilerimiz. Her bir yerde konuşacak.

Her bir yerde Türkiye’nin gür sesini duyuracağız. Her yerde konuşan bir Türkiye var. Ve o sebepledir ki bundan sonra şu ülkeyi kaybedersek bize ne olur diye biz düşünmüyoruz. O ülkeler düşünecekler bizi kaybederlerse ne olur diye. Ve kaybederler, bizi kaybeden bu tarihi akışın ritmini kaybeder. Bizi kaybeden gelecekte kendisi ile birlikte yürüyecekleri önemli bir stratejik müttefikini kaybeder. Tercihlerini onlar yapacaklar. Artık bize tercih empoze etme dönemi bitti. Burda demokratik değerler etrafında Ortadoğu coğrafyasındaki değişimlere baktığımızda, sayın konuklar, daha da çarpıcı bir tabloyla karşı karşıyayız. Tunus’ta ilk Yasemin Devrimi olduğunda Bakanlar Kurulumuza bir sunuşta bulunmuştum. Ve Bakanlar Kurulumuzda uzun istişareler yaptıktan sonra, bu devrim dalgasıyla ilgili politikamızla ilgili, duruşumuzla ilgili temel ilkeleri tespit edeceğiz dedik. Ve bu temel ilkeler etrafında her an dinamik bir dış politika takip edeceğiz diye karar aldık. İki temel ilkemiz var. Bir, bizim halkımıza hak olarak gördüğümüz temel haklar adına yani seçme seçilme, fikir özgürlüğü gibi ilkeler ve temel haklar adına ayağa kalkan kardeş halklara sahip çıkacağız. Onlar bizim tarihdaşlarımızdır, kaderdaşlarımızdır. Geleceği de onlarla şekillendireceğiz. Onun için, Bin Ali konusunda Fransa’nın tereddüt ettiği gibi, tereddüt etmedik, Tunus’da Bin Ali rejimine destek verdiklerini kimse unutmadı. Onun için tereddüt etmedik Mısır’da. Tahrir meydanında toplanan gençlerin ideallerine sahip çıktık. Çünkü biliyoruz ki tarihin akışı o gençlerin hülyalarıyla şekillenecek. O gençler geleceğin ortadoğusunu şekillendirecek. Onun için tereddüt etmedik. Libya’da bütün diplomatik araçları kullandıktan sonra Sayın Başbakanımız Libya liderine her türlü telkini yaptıktan sonra hala bombalama sürdüğünde tereddütsüz bir şekilde Libya halkının yanında yer aldık. Onun için Sayın Başbakanımız on binlerce Libyalı tarafında Libya’da binlerce Türk bayrağı ile karşılandı. Oraya giden diğer liderlerin de nasıl karşılandığını hep beraber gördük. Aramızdaki fark bu. Aramızdaki referans farkı bu. Tarih farkı bu. Bu farkı her yerde görecekler. Her yerde bu farkı görecekler ve hissedecekler. Afrika’nın, Ortadoğu’nun kalbinde sömürgeci olmakla olmamak arasındaki farkın nasıl yer edildiğinin farkını anlayacaklar.

Onun için Suriye’de tereddüt etmedik. Suriye’de bütün gece gündüz arkadaşlar bazı sözler duyduğumda gerçekten kendi adıma, Bakanlığım adına, Hükümet Üyelerimiz adına, Başbakanımız, Cumhurbaşkanımız adına ve Suriye’de çok zor şartlarda görev yapan Büyükelçimiz Ömer Orhon ve onun arkadaşları adına büyük hicap duyuyorum. Bir sabah kalktık ve Suriye ile niye düşman olduk diyenlere. Sanki 10 ay onlar hiç uyanık değillerdi. Sanki 10 ay Hama’da, Humus’da, Dara’da, Deirezzor, Lazkiye’de, Banyas’da, Tarsus’da, Halep’de, Kamışlı’da binlerce insan ölürken sanki farkında değillerdi. Büyükelçiliğimiz, Başkonsoloslarımız gece gündüz çalıştılar Suriye’de. Onlara teşekkür borçluyum. Niçin çalışırlar? Tek bir şey anlatmak için Suriye yönetimine. Tek bir şey anlatmak için. Halkını dinle, halkının dediğini yap. Halkına gerçek mermilerle ateş etme. Ocak ayında Sayın Başbakanımız gittiğinde birçok tavsiyelerde bulundu. Eğer o tavsiyeler yerine gelseydi bugün Sayın Esad, Suriye yönetimi sağlıklı bir geçiş sürecinde olacaktı. Ama bize tavsiyelerimiz doğrultusunda reform yapacakları sözünde bulunurken, alanda insanları katlettiler. Nisan ayında bir daha gittim ben. Başbakanımızın mesajını da götürdüm, Cumhurbaşkanımızın mektubunu götürdüm. Ağustos ayında bir daha gittim. Ramazan’da 7 saat görüştük. Her şeyi konuştuk, burada detaya girmemiz mümkün değil ama büyükelçilerimizle yapacağımız Arap Baharı toplantısında gireceğiz tabi. Her şeyi konuştuk konuşulabilecek her şey konuşuldu ve söylenecek söz kalmadığı yerde bir yol haritasında anlaştık. Söz verildi bu yol haritası uygulanacak diye. Ama uygulamadılar. Salı günü verdikleri sözü Perşembe günü unutup Cuma günü unutup yine katliama kalkıştılar. Mübarek Ramazan’da Hama’da şehri yerle bir ettiler. Deirezzor’da camileri yıktılar. Lazkiye’de Filistin mültecilerin kamplarını topa tuttular. Biz, Bosna’da zulüm olurken susmamış olan Türkiye, İsrail Gazze’de zulüm yaparken susmamış olan Türkiye, sadece dostluk ilişkilerimiz son yıllarda gelişti diye Suriye yönetimine karşı susacak mıydık? Sussaydık ne durumda olurduk? Düşününüz ve özellikle Kuzey Afrika’da görev yapan büyükelçilerimiz o süreci yaşadılar. Biz eğer Tunus’da, Libya’da, Mısır’da tereddüt etseydik, bugün bu halkların karşısına çıkabilir miydik, konuşabilir miydik? Tunus’da hükümet kuruldu. Hükümetin Başbakanı ve Dışişleri Bakanı hiçbir yere gitmeden Tunus Büyükelçimize geldi ve teşekkür etti. Sizin büyük katkılarınızla bu gerçekleşti diye. Çünkü Şubat ayında ben gittiğimde bütün siyasi liderlerle konuşmuştum. Ağustos ayında Sayın Başbakanımız gittiğinde, işi gücü bıraktı, 5-6 saat bütün siyasi liderlerle konuştu ve tavsiyelerde bulundu. Libya’da aynı şekilde hükümet, kurulur kurulmaz ilk teşekkürü bizim Büyükelçiliğimize yaptı. Çünkü oradaki büyükelçiliğimizin nasıl çalıştığını herkes biliyor. Biraz sonra o büyükelçilerimizin efsanevi mücadelelerinden tek tek örnekler vereceğim. Düşününüz. İç çatışmanın çıktığı şartlarda Bingazi’deki Başkonsolosumuz’a, tesadüfen, tevafuken de isimdaşım Ali Davutoğlu, telefon ettim, “Ali Bey şu anda vatandaşlarımızın Bingazi Havaalanında yiyecekleri yokmuş, gidin şuradan yiyecek temin ettik, o yiyeceklerin ulaşmasını sağlayın.” Dedi ki “Sayın Bakanım biraz önce oradan geldim ama herhalde sesleri duyuyorsunuz” dışarıdan çatışma sesleri geliyordu. “Talimatınıza uyarak tekrar çıkacağım. Ama merak buyurmayın vatandaşlarımızla ilgileniyoruz.” Ailesi de hanımı da yanındaydı. Ve oradan birkaç gün içinde üç bini aşkın vatandaşımızı tahliye ettik. Bingazi stadyumunda Sayın Başkonsolosumuzu takdirle anıyorum. Bütün o vatandaşları, değişik yerlerden yüzlerce kilometre yol kateden vatandaşlarımızı belli bir düzene soktu. Herhangi bir yerde şuradan Ankara sokaklarında bir şey dağıtıyoruz deseniz doğabilecek izdihamı düşünün. O ateş çemberinden çıkan vatandaşlarımızı tek bir insanın burnu kanamadan çıkarabildik. Bu Türkiye Cumhuriyeti Devletinin gücüdür. Bir haftada 25.000 vatandaşımızı çıkardık. 10.000’e yakın 63 ülkeden de dostumuzu diyelim bu anlamda yoldaşımızı tahliye ettik. İşte evrensel değerlerle bütünleşme bu. Biraz sonra yine bunun üzerinde durmak istiyorum. Tek tek vatandaşlarımızın nerede olduğunu tespit ettik. Bu vatandaşları bütün Libya’da, Türkiye’den daha büyüktür Libya biliyorsunuz alan olarak, o yollardaki bütün aşiretlerle tek tek yol güvenliğini sağlamak için temasa geçtik. Şirketlerimize teşekkür borçluyum, büyük bir koordinasyon gerçekleşti. Dış politika bir stratejinin nasıl uygulandığının en önemli göstergesidir. Türkiye’nin gücünün nereye ulaştığının göstergesidir. Dışişleri Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığımız, Sağlık Bakanlığımız buraya intikallerinden sonra bütün bakanlıklar seferber oldu. Genelkurmay Başkanlığımız bütün imkanlarıyla seferber oldu. Yaşadığımız şey ne biliyorsunuz. O zaman büyükelçilerimizle yaptığımız bir değerlendirmede söylemiştim. Yüzyıllık muhasebe dönemine girdik. Omuzlarımızda bir güvercin bulundurmanın hassasiyeti ve titizliği içinde olacağız. Çünkü kaybetme şansımız ve lüksümüz yok. 1911 Mustafa Kemal Beyler, Enver Beyler Trablusgarp’ta mücadele ettiler sömürgeciliğe karşı. Ve son Türk neferi Tarblusgarp’tan, Libya’dan ayrıldı. 2011’de bütün vatandaşlarımızı tahliye ettik. Tahliye başladığı gün yaptığım konuşmada şunu söyledim. Sakın ola ki Libyalı kardeşlerim, Libya’yı terk ettiğimizi düşünmesinler. Libya’ya döneceğiz. Daha muhteşem bir şekilde döneceğiz. Hamdolsun ki 9 ay sonra Başbakanımızla Libya’ya indiğimizde meydanları dolduran binlerce Türk bayrağı yeni bir asrın başlangıcını ifade ediyordu yüzyıl sonra. Ama o uykusuz geceleri, Sayın Başbakanımızdan başlayarak hepimizin geçirdiği o uykusuz geceleri, biz biliriz. Halit Çevik Müsteşar Yardımcımız bilir. Billur Fertekligil bilir. Efendim Naci koru bilir. 24 saat nöbet tutan 400’ü aşkın diplomatımız bilir. Nasıl her bir köyden, her bir kasabadan vatandaşlarımızı çıkarttık. Siyasi görüş ne olursa olsun, dökülen gözyaşına, uykusuzluğa hürmeten herkesin bunu takdir etmesi lazım. NATO Dışişleri Bakanları toplantısında Mayıs ayında NATO Komutanı dedi ki “Türklerin Libya’da yaptığı tahliye Türkiye’nin ve Misrata’da yaptığı operasyon ‘beyond excellence’dır.” Genelkurmayımıza, Deniz Kuvvetlerimize, Ulaştırma Bakanlığımıza teşekkür borçluyuz. İlk defa Türk donanması tekrar Orta Akdenizde’ydi. Ve bundan sonra da olacak. Doğu Akdeniz’de olacak, Orta Akdeniz’de de olacak. Ege’de de olacak. Her yerde diplomasimizin gücüyle paralel olarak mevcudiyetimiz de görünecek. Bu muhasebe dönemi bitmiyor arkadaşlar devam edecek. Tarihi güçlü ve derin olanların yüzleşmeleri ve hesaplaşmaları da çetindir ve zordur. Siz bu görevi tercih ederken tarihi derin bir milletin büyükelçileri olmak için tercih ettiniz. Ve bunun da hakkını veriyorsunuz. Bütün arkadaşlarıma söylüyorum. Bundan sonra uyumak, gerekiyorsa bize haramdır.

Bu azim ve kararlılıkla çalışmaya devam edeceğiz. Suriye’deki politikamızın esası da budur. Son İslam İşbirliği Teşkilatı toplantısında, 3 aydan sonra Suriye Dışişleri Bakanı ile 55 ülkenin önünde karşılıklı bir konuşmamız oldu. Bize tekrar dayatılmasın dendiğinde Arap Ligi’ni ve bizi kastederek. Döndüm ona şunu söyledim. Bizi dinlemeyin, Arap Ligi’ni de dinlemeyin. Ne olur gidin kendi halkınızı dinleyin, kendi halkınız ne diyorsa onu yapın. Ama kendi halkınızın konuşmasına önce izin verin. İzin verin ve konuşsunlar. Kulak verin ve size ızdıraplarını anlatsınlar. Halkını dinlemeyen bir devletin ayakta kalması mümkün değildir. Demokrasinin gücü de burada. Ve şunu çok açık ve net söylüyorum. Bu politikamız devam edecek. Bu politikamızla komşularla sıfır problem ilkesiyle de bir çelişki yoktur. Bugün Libya ile sıfır problemi konuşmuyoruz. Mutlak ve her alanda entegrasyonu konuşuyoruz. Yanlış bir tercih yapmış olsaydık bunu konuşamaz hale gelirdik. Mısır’la stratejik işbirliği konuşuyoruz. Dolayısıyla kararlılığımız sürecek. Irak’ta son günlerde önemli gelişmeler oluyor. Yakından takip ediyoruz. Gece ve gündüz bütün taraflarla konuşmaya çalışıyoruz. Bütün taraflarla konuşuyoruz. Dün tekrar taraflarla görüştüm. Son günlerde Erbil’de farklı siyasi partilerden birçok muhalefet lideri buluşuyor. Biran önce Sayın Barzani’nin yaptığı ulusal kongre toplantısı gerçekleşmeli. Ümit ederiz ki Irak’taki siyasi gruplar biraraya gelirler ve Irak’ın istikrarını teminat altına alırlar. Irak her zaman söylediğimiz gibi küçük bir ortadoğudur. O küçük Ortadoğu’da dengeleri iyi korumak lazım. Hassas bir şekilde Irak’ın bu geçiş sürecini tamamlaması lazım. Çünkü Irak diğer Arap ülkelerinde demokratik seçim geleneği başlamadan önce bu seçimleri 2005 ve 2009’da yapmış bir ülke. Gönül istiyor ki ve temennimiz odur ki Amerika’nın çekilmesinden sonra mutlak anlamda egemenliğine kavuştuğu için sevindiğimiz Irak’ta yeni çatışmalar çıkmaz. Irak’a, Suriye’ye, İran’a bütün komşu ülkelere gösterdiğimiz hassasiyetle yaklaşıyoruz. Ve bunu, dediğim gibi, yüzyıl sonrasının gelecek yüzyılı belirleyecek hassas bir dönemden geçtiğimizin bilinciyle hareket ediyoruz. 1911 örneğini verdim 2011’de. Şimdi 2012’ye geliyoruz. Geçtiğimiz günlerde Sırp Dışişleri Bakanı buradaydı, detaylı olarak 2012’i planladık. Türkiye ve Sırbistan -Sırbistan Güneydoğu Avrupa Ülkeleri Zirvesi Başkanlığını da yürütüyor- birlikte 2012 yılını “Balkan Savaşından Balkan Barışına” yılı ilan edeceğiz. 1912’de biz Balkanlar’dan çekilmiştik büyük ölçüde. İnşallah bilinçli olarak ve kararlı bir şekilde daha önceden de planlayarak 2012’nin öncesinde Büyükelçiler Konferansının ikinci ayağını Edirne’de yapacağız. İstiyoruz ki, Edirne, Selanik, Filibe, Üsküp, Saraybosna, Priştine, Belgrad bir dostluk havzası olarak tekrar bütünleşsin. Milletlerin birbirine saygı duyduğu, şehirlerde karşılıklı etnik mezhebi görüş farklılıklarının bilinçli olarak yaşandığı bir yeni Balkan coğrafyası hayal ediyoruz ve bunu kuracağız. En fazla tarihi hassasiyete sahip olduğu düşünülen karşılıklı olarak Türkiye ile Sırbistan’ın böyle bir şeye öncülük etmesi, bizim nasıl geçmişe değil geleceğe baktığımızı gösterir. Sırbistan’ın yönetimini de bu vesileyle tebrik ediyorum. Birlikte 2012 yılını yeni bir Balkan paktının, Balkan barışının kuruluş yılı yapmaya kararlıyız.

1914, Birinci Dünya Savaşı. Geliyor 2014. Birinci Dünya Savaşı’nda şimdi bizim hakkımızda böyle işte o yıllarda soykırım yaptığı iddia edilen milletin büyükelçileri olarak şimdi hepimiz kendi aile geçmişimize bakalım. 1911 ile 1923 yılları arasında 12 yılda Yemen cephesinden Balkan cephesine, Kafkas cephesinden Trablusgarp’a kadar bizim nesilde şu veya bu dedesi vefat etmemiş bir kişi bulamazsınız. Bir milletin ateşle imtihanıdır bu ifade edildiği gibi. Şimdi aynı dönemde bu sefer aynı milletin torunları bütün bu coğrafyada barışın, istikrarın, demokrasinin, huzurun, ekonomik kalkınmanın öncülüğünü yapacak ve bu coğrafyaları birleştirecek, idealimiz bu. Ben onun için bu coğrafyalarda görev yapan Büyükelçilerimizin, bir yabancı büyükelçi gibi değil o ülkenin asli unsuru gibi davranmalarına büyük önem veriyorum. İçeriden konuşmak lazım. Gönül gönüle konuşmak lazım. Hiçbir üstünlük taslamadan, sözümüze ve lafzımıza herhangi bir kibir bulaştırmadan onlarla kardeşçe bir geleceği paylaşmamız lazım. Ve 1915, işte şimdi 2015 yılı geldikçe Ermeni propagandası ve soykırım iddiaları çerçevesinde bir kampanyanın yürütüldüğüne şahit oluyoruz. 1915 bizim için aynı zamanda Çanakkale harbidir. Aynı zamanda bu coğrafyanın her bir yerinde toprağa düşen Anadolu çocuklarının tarihidir. 2009 Ekiminde protokolleri imzalamamız vesilesiyle bir konuşma yapmamız gerekiyordu. Ermeni tarafı istemediği için yapamadık. Eğer o konuşma yapılmış olsaydı. Çağrım şu olacaktı. Gelin, o yılları adil bir hafızayla tekrar ele alalım. Adil bir hafıza, tek taraflı bir hafıza değil. İşte bugün Bakanlığımızın yeni arşiv binasını açacağız. Orada o arşivler içinde her şeyi paylaşmaya, her şeyi o arşivler çerçevesinde tartışmaya hazırız. Nihayetinde bu yüzyıllık hesaplaşmalar önümüzdeki dönemi kritik bir dönem haline getiriyor. 1917 bizim Suriye’den, Irak’tan, Filistin’den kopuşumuzun tarihi. Bu büyük dönüşüm Ortadoğu’da yaşanırken biz rejimlerle görüş ihtilafı yaşayabiliriz. Onlarla kopuşlarımız olabilir, ayrılıklarımız olabilir ama bütün Ortadoğu’da görev yapan büyükelçilerimize, kuzey Afrika’da görev yapan büyükelçilerimize, şunu söylüyorum. Buradan ortak bir talimat olarak lütfen algılansın. Her yerden kopabilirsiniz, bir tek oranın halkının gönlünden kopmayacaksınız. Biz tekrar bir Cezayir travması yaşamak istemiyoruz. Geçici güç dengelerine değil kalıcı değerlere dayalı olarak o halklarla ilişki kuracaksınız. Güç dengeleri değişir. Ama kalıcı olan o halkların kalbindeki, gönlündeki yerinizdir. Efsane olmuş büyükelçilerimiz var geçmişte. Bir tanesini 1967 savaşında hala Filistinliler büyük bir kahraman olarak hatırlar. Oradaki Başkonsolosumuzun Mescid-i Aksa’nın tepesine İsrail Bayrağı çekildiğinde cesaretle gidip orayı işgal eden İsrail komutanına, “Bu bayrak inmezse biz de sizinle gerekirse savaşı göze alırız” demiş olan Başkonsolosumuzla orada takdirle anıyorlar.

Biz bu bölgeye bu coğrafyaya yabancı müdahale istemiyoruz. Bu bölgenin kaderini, bu coğrafyanın kaderini, bu bölgenin, bu coğrafyanın halkları belirler. Diktatörlere karşı çıkmak yabancı müdahaleyi istemek anlamına gelmez. Diktatörlere karşı çıkacağız ama bu Ankara merkezli, Ankara sesli bir karşı çıkıştır. Bunu herkes böyle bile. Daha yakın döneme geçtiğimiz hafta bütçe konuşmaları sürerken bizim Fransa’yla birlikte Suriye’ye komplo kurduğumuzu iddia edenler Fransa’yla ilişkilerimizin aldığı bu seyir dolayısıyla Suriye yönetimine şimdi ne diyecekler? Bizim başka bir sömürgeci güçle, ya da yabancı bir güçle sömürgeci olmasa dahi, bölgeye yaklaştığımızı iddia etmek, itham etmek, böyle bir itham bizi hiç anlamamak anlamına gelir. Sadece bu Hükümeti, bu Bakanları, bu Büyükelçileri anlamamak değil, bu milletin ruhunu anlamamak anlamına gelir. Biz tek bir dille konuşuruz, her yerde aynı dili kullanırız. Bir Amerikalı ile nasıl konuşuyorsak, İranlı ile aynı özgünlükte ve rahatlıkta konuşuruz. Wikileaks belgeleri yayınlandığında ben Amerika’daydım. Aynı gün Sayın Clinton’la yaptığımız basın toplantısı sonrasında bir toplantıda sorduklarında “Bu konuda telaşlandınız mı?” diye “Hayır” dedim. Keşke Tahran’daki belgeler de yayınlansa. Şam’daki belgeler de, Moskova’daki belgeler de. Ve görülsün ki Türk diplomasisi değerler etrafında tek dil kullanır. Yüzyüze yaptığı eleştiriyi başka yerde tekrar eder ama hiçbir ülkeyi diğer ülkeye karşı kışkırtmaz. Hiçbir etnik ve mezhebi gurubu diğerlerine karşı kışkırtmaz. Burada özellikle Suriye bağlamında mezhepçi bir tavır sergilediğimiz iddiasında olanlara da cevap vermek ve bütün Büyükelçilerimize şunu söylemek istiyorum. Bütün Ortadoğu’daki kardeşlerimiz hangi dine, hangi mezhebe, hangi etnisiteye sahip olursa olsunlar ezeli ve ebedi kardeşlerimizdir. Hiçbirini diğerlerine karşı tahrik de etmeyiz. Teşvik de etmeyiz. Ama zulme uğrayan biri varsa onun mezhebine ve etnisitesine bakmaksızın da ona sahip çıkarız. Nasıl Saddam Kürt kardeşlerimize zulmettiğinde beş yüz bin Kürt kardeşimizi Anadolu topraklarında misafir ettik. Eğer Suriye yönetimi şu veya bu mezhepten veya etnik kökenden olan birilerine zulmederse onları da alırız. Onlara da bütün gönlümüzde, kalbimizde, imkânlarımızla onlara da kucak açarız. Hedefimiz nihai olarak şu: İkinci depremi, siyasi depremi nihayete erdirirken 1911 ile 1923 yılları arasında nerelerde, kimlerle beraber olmuşsak ve onlarla o beraberliği yaşamışsak 2011 ile 2023 yılları arasında da bütün o kardeşlerimizle tekrar büyük bir konsolidasyon yaşayacağız. Önümüzdeki dönemin kritik kavramı budur. Restorasyon ve konsolidasyon. Türkiye’nin kendi içini restore ederek ekonomisi, demokrasisi, yeni Anayasası ve gücüyle kendi restorasyonunu bölge restorasyonlarıyla bütünleştirip küresel bir aktör haline gelmesini temin etmek. Nihai hedefimiz budur. 2023 yılında dünyanın her yerinde sesi yükselen küresel bir güç olacaktır Türkiye. Bundan hiç kimsenin şek ve şüphesi olmamalıdır.

Konuşmamın son kısmında bu çerçevede hangi ilkelere dikkat edilmesi gerektiğini Sayın Büyükelçilerimizle paylaşmak istiyorum. Böyle küresel bir güç olma yolundaki bir ülkenin diplomatları olarak nelere dikkat edeceğiz. Birincisi, bu yolda, bu tarih akış içinde seyrederken hiç terketmeyeceğimiz psikolojik ilke özgüvendir. Kendimize, milletimize, devletimize güveneceğiz. Bizim buna gücümüz yeter mi diye düşünmeyeceğiz. Gücümüz yetmiyorsa gücümüzün yeteceği araçları, aygıtları oluşturacağız. Yıllarca, on yıllarca bizim insanımıza farklı bir kompleks aşılanmaya çalışıldı. Bizim buna gücümüz yetmez. Büyük ülkeler karar verir, hala şimdi bizim politikamızı eleştirenlerin zihninde bazen söylemler de kullanmakla birlikte, zihinlerinde hiçbir zaman yenemeyecekleri, rekabet edemeyecekleri her şeyi kurgulayan emperalist güç algısı var. Bu bazen Amerika oluyor. Bazen İsrail oluyor. Bazen başkaları oluyor. Ama zihinlerde böyle bir algı var. Başkaları oyunu kurar, Türkiye olsa olsa bu oyundan bir pay alır. Taşeronluk kavramını kullananların kendileri bir aşağılık kompleksi içindedirler. Oyunu, rüyayı, hayali, gelecek idealini, vizyonu biz kurduk, biz kurarız, biz yönetiriz. Başarılı oluruz veya olmayız. Ama politikamız bize aittir. Hiç kimseden direktif almadığımız gibi hiç kimsenin oyununun da parçası olmayız. Geçen sene BM Güvenlik Konseyi oylamasında İran’a yönelik ambargolara karşı Brezilya ile birlikte gür bir sesle hayır dediğimizde bizi eksen kaymasıyla suçlayanlar bu sefer Suriye politikasında ABD’nin planları çerçevesinde hareket ettiğimizi iddia edenler oldu. Bir yıl içinde böyle bir değişiklik olur mu? Psikolojik değişiklik. Geçen sene ne kadar bağımsız karar aldıysak bu sene de aynı bağımsız kararları alıyoruz. Geçen sene eksen kayması olmamışsa, bu sene de olmuyor. Bunun için İran’la ilişkilerimizin de, geçen gün Sayın Salihi’nin o çok güzel açıklamasında vurguladığı gibi. Kendisine de daha sonraki görüşmemizde teşekkür ettim. Ne içeriden ne dışarıdan kimse bu ilişkiye fitne sokamaz. Ama İran’la görüş ayrılıklarımız olduğunda açık ve net suretle kendileriyle konuşuruz, başkalarıyla değil. Nitekim görüş ayrılıklarımız olduğu alanlar var, Suriye başta olmak üzere. Bunları onlarla konuştuk. Dolayısıyla değerli arkadaşlarım özgüveniniz en büyük gücünüzdür. Arkanızda çok güçlü bir devletin, bir milletin birikimini, bir tarihin birikimini hissederek diplomasi yapmanızı istiyoruz.

İkincisi, ikinci önemli ilke, gördüğünüz gibi bu tarihi akış yeni bir diplomat protatifi gerektiriyor. Nasıl ülkemiz, nasıl Türkiye çok boyutlu bir coğrafyaya sahip dolayısıyla da hep söylediğimiz gibi çok boyutlu bir diplomasi yürütmesi gerekiyor. Sizlerin de çok boyutlu diplomatlar olmanız gerekir. Bunu özellikle genç arkadaşlarıma söylüyorum. Yeni mesleğe girmiş arkadaşlarıma yapacağım konuşmalarda da bunun üzerinde duracağım. Artık sadece protokoler prosedürleri bilmek, bir kripto yazımını, efendim ikili ilişkileri yürütmenin temel doğasını bilmek diplomasi başarı için yeterli değil. Bakın Fransa olayının gösterdiği gibi tarih bileceğiz. Hem öyle bileceğiz ki karşımızda hiç kimse konuşamayacak. Ve bu sadece Paris Büyükelçimiz için geçerli olan bir zorunluluk değil. Bütün Büyükelçilerimiz gerektiğinde tarihin sayfaları açıldığında bir tarihçi gibi konuşabilecek kapasitede olması lazım. Suriye’de Ortadoğu tarihi, Irak’ta Mezopotamya tarihi bütün bunları bilmek durumundayız. Yeni bir donanım gerekiyor. Çok boyutlu bir diplomasi yönünde çalışmamız lazım. Bu tarih alanında, tarih bilinci alanında bir akademisyen gibi olmak ne kadar gerektiğiyse, ekonomik işbirliği alanlarında da bu yükselen ekonomik gücümüzün bir gereği olarak bir işadamı gibi davranmamız lazım. İşadamı, hepiniz işadamısınız. Ülke adına işadamısınız. Gelecek hiçbir tenkiti göz önüne almayın. Tek bir şirketimizin hangi ekole, gruba mensup olursa olsun alacağı bir liralık ihale Türkiye’nin gücüne güç katmaktır. Onun için eskiden olduğu gibi, “Acaba şu işadamlarımızla konuşursak yanlış mı anlaşılır” değil. Hiçbir şekilde yanlış anlaşılmayacaktır. Her birimiz bir işadamı titizliği ile takip edeceğiz. Çünkü İngiltere’de başarılı vatandaşlarımıza ödül verirken söylemiştim. Nasıl bu başarı sağlanıyor, diyenlere de söylüyorum. Bizim doğlagazlarımız yok, petrol rezervlerimiz de yok. Sömürgeci geçmişimiz olmadığı için namütenahi kapital birikimimiz de yok. Ama bir şeyimiz var. Ve biz onu keşfettik 9 yılda. İnsanımızın olağanüstü girişim kabiliyeti ve o güç. İnsanımızı keşfettik. İnsanımızla birlikte yürüyoruz. O insanımızın potansiyelini harekete geçirmek için her bir Büyükelçimiz gerektiğinde işadamı, gerektiğinde psikolog, gerektiğinde akademisyen olacak. Kadrolarımızı buna göre güçlendireceğiz.

Üçüncü önemli prensibimiz insanlıkla bütünleşeceğiz. Evrensel değerlerin savunucusu biz olacağız. Başka kimseye bırakmadan insan hakları ihlalleri sözkonusu olduğunda, demokratik değerler sözkonusu olduğunda, önce Türk Büyükelçisi çıkıp savunacak o ülkedeki o değerleri ve bu konuda da bütün insanlığın maşeri vicdanıyla ortak aklıyla bütünleşeceğiz. Küresel aktör olmak için önce insanlıkla bütünleşmek lazım. Yerel kalmamak lazım. Bu anlamda gerçekten yine iftiharla bir misal vermek istiyorum. Libya tahliyesi esnasında Naci Bey hatırlayacak, Feridun Bey hep beraber değerlendirdik. 63 ülkeden talepler geldi. Birçoğu da dost, hepsi dost ülkeler. Hiç kimseyle ihtilafımız olan ülke değil. Bir öncelik vermek gerekirse, nasıl bir öncelik verelim, diye sorulduğunda, şunu söyledim. Öncelik kimsesi olmayanlara sahip çıkmaktır. Bizim ortak tarihimizde beraber olduğumuz akrabalık ilişkisine sahip olduğumuz ülkeleri tasnif edin, onlara sahip çıkalım. Ayrıca kimsesi olmayan ve ben bu cehennemden nasıl çıkacağım diyen insanlara sahip çıkacağız. İlk çıkardığımız 1500 Vietnamlı işçiydi. Vietnam Devletinin haberi bile yoktu. Vietnam’ın oraya donanma gönderip alma kudreti de yoktu. Burundili 45 veya 50 civarında öğrenciyi çıkardık, Burundi’ye gönderdik. Brundi Dışişleri Bakanı, bir hanım, bir toplantıda yanıma geldi. Dedi ki, “Biz Türkler hakkında çok şey duyardık. Ama sizin ne olduğunuzu ben o öğrenciler havaalanına indiğinde gördüm. Nasıl alacağız bunları diye düşünürken birden Brundi’ye geldiklerini gördüm. Nasıl geldiniz? Türkler çıkardı” dediler. Evet, bizim insanlık anlayışımız bu. Kimsenin sahip çıkmadıklarına biz sahip çıkacağız. Onun için Sayın Başbakanımız ailesiyle birlikte Somali’ye gitti ve yine kendisine teşekkür ediyorum. Orada karar aldık. Akşam kendisini aradım. Sayın Büyükelçimiz, bütün Afrika’da daha önce “Yeryüzü Doktorları” adına çalışmış bir sivil toplum aktivisti. O akşam aradım. Londra’dan bütün bu aktiviteleri yürütüp Afrika’da da çalışan ailesini eşini bir saat içinde çocuklarını da bırakarak Somali gibi bir ateş çemberinin içine girmeyi kabul etti. Bir ay içinde Somali’de Büyükelçiliğimizi açtık. Şimdi çok muazzam bir araziyi büyükelçilik olarak inşa ediyoruz. Ondan sonra da aldığımız kararla her ay bir Bakanımız Somali’ye gidip bakıyor. Başbakan Yardımcımız gitti son olarak. Şu denebilir. Ulusal çıkarımız ne Somali’de. En büyük ulusal çıkar insanlığın vicdanında aldığınız yerdir. Hep övünerek söylüyoruz. İstiklal Harbimiz ezilen halklara, mazlum milletlere örnek oldu diye. Ondan daha büyük ulusal çıkar olur mu? Çıkarcı olmak ayrı milli menfaati düşünmek ayrıdır. En büyük milli menfaat, en büyük ulusal çıkar insanlığın vicdanında edindiğiniz yerdir. Ve dün Afrika toplantısı yapılırken 40’a yakın Afrikalı Dışişleri Bakanı geldi. Birlikte Şeb-i Arus’a gittik. Her birisi gönlünde Türkiye’yi ikinci vatan olarak görüyor. Çünkü biz onlara sömürgeci bir zihniyetle yaklaşmıyoruz. Bir Afrikalı Dışişleri Bakanının söylediği şeyi söyleyeyim size. Bir toplantıda dedi ki, “Biz sizi farklı tendeki kardeşlerimiz görüyoruz. Beyaz insan olarak görmüyoruz.” Çünkü biz onlara öyle yaklaşmıyoruz. Afrika’da göreve başlayan, büyükelçilik açma gibi zor bir misyonu yürüten büyükelçilerimize teşekkür ediyorum. Ama şunu da tekrar, talimatı vermiştik. Başbakanımız da birçok kereler bizzat da takip ederek bunu söyledi. Ben de şimdi size söylüyorum. Orada açacağınız büyükelçiliklerimiz, oranın birinci sınıf büyükelçiliği olacak. Şimdi ülkelerin adını vermeyeyim. Ama o ülkelerin bayraklarının dalgalandığı mekânlardan daha az, daha küçük olmayacak. Afrika’da her bir büyükelçiliğimiz bu devletin gücüne vakarına oradaki itibarına yakışır şekilde yerler alacaksınız.

Onun için tek tek bakıyoruz. Resimlerini alıyoruz. Karşılaştırıyoruz, şehrin merkezinde en görünür yerinde, en güçlü devletlere yakışır şekilde büyükelçiliklerimizi açacağız. Bu evrensel değerlerle bütünleşmeye devam edeceğiz. Onun için en az gelişmiş ülkeler toplantısına ev sahipliği yaptık.

Dördüncüsü, evrensel değerlerle bütünleşirken geleneksel değerlerimize ve gücümüzü aldığımız geleneksel değerlere sahip çıkacağız ve bundan da hiç gocunmayacağız. Bosna-Hersek Büyükelçimiz Anadolu’da bir yerde doğmuş olabilir. Saraybosna’ya gittiğinde Saraybosnalıdır. Makedonya Büyükelçimiz, şu anki Büyükelçimiz hasbelkader zaten Makedonya kökenli. Ama başka bir yerde doğmuş olsa da o Üsküplü olacak. Bağdat’taki büyükelçimiz Bağdatlı. Şam’daki Şamlı olacak. Ve o geleneksel yerel değerlerimizle bütünleşme konusunda da tereddüt etmeyeceğiz. Sınır tanımayacağız. Biz bu kimlikle varız ve bu kimlikle de gurur duyuyoruz. Başkaları bu kimliği bize bir suçluluk gibi yaftalamak istedikleri dönemde özellikle bu kimliğimize, bu tarihi kimliğimize sahip çıkacağız. Onun için geçen vurguladığım hususu bir daha vurguluyorum. Bir talimat olarak da algılanmasını istiyorum. Nasıl Anadolu’daki vatandaşlarımıza, yani bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki vatandaşlarımıza görev ve hizmet bizim için neredeyse bir ibadet hükmündedir, bütün bu yerel değerlerimizin hâkim olduğu coğrafyalardaki kardeş halklara görev ve hizmet de aynı şekilde tarihdaşlığımızın bir gereğidir. Burada vatandaşlık orada tarihdaşlık. Bu noktada da başta Türk havayolları, TİKA, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı olmak üzere bütün kurumlarımıza teşekkür ediyorum. Dışişleri Bakanlığıyla çok yakın bir temas içindeler. İşte bu da tek bir siyasi iradenin ve sürekliliğin sağlanabilmiş olmasından gelen bir şey. Kurumsal bir rekabet tanımayacağız. Vakıflar Genel Müdürlüğümüzle, Diyanet İşleri Başkanlığımızla, öyle çalışmalar yürüteceğiz ki, onlarla da konuşuyoruz, Balkanlar’da Kafkaslar’da Ortadoğu’da bir ecdad yadigarı eserden bir taş düşerse bunun hesabını sorarız. Yani Bakanlık olarak oradaki yapılan çalışmalar anlamında söylüyorum. Hepsine sahip çıkacağız. Çünkü oralara sahip çıkmak aynı zamanda bizim, biraz önce zikrettiğim, büyük gücümüzün geldiği tarihi mirasa sahip çıkmaktır.

Son olarak beşinci, biliyorum birçok alanda kriz yönetimiyle uğraşıyorsunuz. Bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Kriz yönetimiyle, vizyon yönetimi arasındaki dengeyi kaybetmeyeceğiz. Hani özgürlük-güvenlik dengesi gibi bir şey bu. Kriz yönetimi bir zarurettir. Ben geçen toplantılardan birinde itfaiye eri demiştim hatırlarsanız. Ama kriz yönetiminin kısır döngüsüne ve girdabına girdiğinizde vizyonu kaybetmeye başlarsınız. Krizi yöneteceksiniz, kenara çekilip vizyonunuza bakacaksınız. Krizi, yönettiğiniz her krizi vizyonunuzla test edeceksiniz. Biz Ankara’da bunu yapıyoruz. Neredeyse kötü de bir alışkanlık oldu. Feridun Bey Bakanlık adına bir şey söylemedi şimdiye kadar bana ama. Genellikle bu vizyon ve kriz yönetimi toplantılarını gece on birde, on ikide benim evde yapıyoruz. Kurumlarımız da buna alıştı. Aileler de alıştı. Çünkü gün boyu yoğunluk olunca gece on bir, on ikide yapıyoruz. Ama her hafta istisnasız biraraya geliyoruz. Krizlerde ne durumdayız? Nasıl tepki verebiliriz? Neler yaparız, alanda değişiklikler ne? Bütün bunları takip edip, ama aynı zamanda vizyonumuz da bu krizi bir test ediyoruz. Vizyonu, vizyon odaklı bir politikayı hiçbir zaman terk etmeyeceğiz. Bu büyük değişim dalgası içinde Avrupa’da, Ortadoğu’da, Kafkasya’da, etrafımızda bu krizler yaşanırken vizyon üreten bir ülke olacağız. Akil ülke gücünü, kapasitesini kaybetmememiz lazım. Ve bunu da yaparız. Hani şu denir, şimdi bazen yine gelen eleştirilerden biri gibi, “Türkiye’nin geleneksel kriz alanlarında ne oluyor?” Biz geleneksel kriz alanlarına mahpus olsaydık, bugün bu gücümüz olmazdı. Çıtayı sürekli yükselterek aynı anda gerektiğinde 5 krizle uğraşabilecek güce ve kapasiteye sahibiz. Bunun için de Bakanlığımızın teşkilat yapısını bunun için geliştirdik, değiştirdik. Yeni şeyler kattık buna. Başka bir ülkede olsa gerçekten büyük problemlere, kurumlar arası çatışmalara yol açacak günlerde, biz çok daha az insan kapasitesiyle aynı anda en az 4-5 kriz yönettiğimiz oluyor. İşte bir hafta içinde Suriye’de kriz sürüyor, Irak’ta bir kriz var, Fransa’da bir krizi önümüze koydular. Birçok alanda küçük küçük krizlerle uğraşıyoruz. Ama hepsini birden yöneteceğiz. Bunun kaçışı duruşu yok. Tarih hızlı akıyorsa biz de bunu hızlı yaşayacağız. Ama hep başta söylediğim gibi arada durup neredeyiz diye değerlendireceğiz. İnsan kapasitemizi bunun için değerlendiriyoruz. Sadece bir rakam vereceğim bakın. Büyük değişimler olduğu dönem, jeopolitik devrim dediğim 1991 ile 2000 yılları arasındaki dönemde toplam personel sayımız, meslek ve idari personelimiz 1106’dan 1392’ye çıkmış. 286 artmış. 2010 teşkilat yasamız çıktıktan sonra 1507’den 1972’ye çıkmış. Bir buçuk yılda 465 yeni diplomat adayımız sürece katılmış. Çünkü bizim şimdi binli rakamlarda bu hala 1972. Bizim ölçeğimizde dış politika, bizim çok gerimizde dış politika yürüten, ilgi alanları çok daha sınırda olan ülkelerin ortalama diplomat sayısı 5000-6000 ile 10.000 arasında bir yerlerde. Ama ben diplomatlarımıza güveniyorum. Onun için de göreve başladığım gün söylemiştim. Gün 24 saatse, yetmiyorsa 25. saati bulacağız. Buluyoruz da vaktimiz bereketleniyor. Çünkü insanlığa hizmet ediyoruz. Çünkü bu aziz millete hizmet ediyoruz.

Bu vizyon çerçevesinde bakın geçtiğimiz sene içinde En Az Gelişmiş Ülkeler Zirvesini yaptık. Afrika Zirvesini yaptık. Avrupa Konseyi’nde dönem başkanlığı yaptık. BM Güvenlik Konseyi üyeliği ile ilgili kampanya başlattık. Türk Konseyi’nin kuruluşunu tamamladık. CICA Dönem Başkanlığı’nı yürütüyoruz. Kriz yönetirken bir taraftan da uluslar arası küresel vizyonlara ağırlık verdik. Çünkü nihai ölçüde inandığımız odur ki sadece krizlerle boğuşanlar o krizlerin içinden çıkamayabilirler. Vizyonuyla, vizyon yönetimiyle kriz yönetimi arasında denge kuranlar ise geleceği şekillendirirler. Ben katılımları dolayısıyla Sayın Bakanlarımıza, Sayın Milletvekillerimize çok teşekkür ediyorum. Siz değerli Büyükelçilerimiz önümüzdeki bir hafta içinde gece gündüz konuşacağız. Birçok Bakanımız da katılacak. Kurumlarımız katılacak. Ama hep zihnimizde şunu tutacağız. İnşallah 2023 yılında Cumhuriyetimizin 100. yılında bütün çevre bölgelerle bütünleşmesini, kaynaşmasını, konsolidasyonunu, restorasyonunu tamamlamış, bütün insanlık adına da küresel bir politika üreten bir ülkenin diplomatları olarak gelecek nesillere daha güçlü bir miras bırakacaksınız. Çok teşekkür ediyorum.