Dışişleri Bakanı Sayın Feridun Sinirlioğlu’nun Basını Bilgilendirme Toplantısı, 16 Ekim 2015, Ankara

Sayın Bakanımız: Değerli arkadaşlar hoşgeldiniz.

Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz son dönemde kayda değer şekilde hareketlenmiş, temaslarımızda ciddi bir yoğunluk yaşanmıştır. Karşılıklı ziyaret trafiği son yıllarda hiç olmadığı kadar artmış, AB’nin tüm kurumlarıyla en üst siyasi düzeylerde gerek Türkiye’de gerek Avrupa’da sıklıkla görüşmeler yapılmıştır.

Yaşanmakta olan kitlesel göç krizinin Avrupa Birliği üyelerini doğrudan etkilemeye başlamasıyla birlikte, gecikmeyle de olsa, çok ciddi ve kalıcı bir sorunla karşı karşıya olunduğunun AB tarafından farkına varılması önemli olmuştur. Bu farkındalığın, Türkiye ile işbirliğini derinleştirme beklentisini tetiklediğini de söylemek mümkündür. Her halükarda, bu görüşmeler sürecinde, karşı karşıya bulunulan sorunun ciddiyetinin AB Komisyonu, Konseyi ve Parlamentosu tarafından nihayet hakkıyla teslim edildiğini ve ayrıca Türkiye’nin bu kriz bağlamında üstlendiği hayati sorumluluğun takdirle karşılandığını görmek önemli olmuştur.

Türkiye’nin yasadışı göç konusundaki tutum ve tavrı hep gayet açık ve uluslararası hukuktan yana olmuştur. Ülkemiz, yasadışı göçün önlenmesi için elinden geleni yapmaktadır. Bu yaklaşım, takdir kazanmak için değil, uluslararası sorumluluklarımız gereği benimsenmiştir. Türkiye, dört buçuk yıldır devam eden Suriye iç savaşı sırasında insani, vicdani ve hukuki sorumlulukları gereği açık kapı politikası uygulamış ve Suriye’de ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan insanların çaresizliğine cevap vermekte herhangi bir tereddüt göstermemiştir. Ülkemiz benzer şekilde, hayatta kalmak uğruna çaresizliğinin sonucu olarak büyük riskler alarak kendilerine daha iyi bir gelecek yaratabilmek için umut yolculuğuna çıkan masumların insan kaçakçılarının elinde perişan olmalarını veya derme çatma vasıtalarla hayatlarını tehlikeye atmalarını önlemek için de elinden geleni yapmaktadır, ve yapmaya da devam edecektir.

Sadece bu yıl içinde Türk Sahil Güvenlik botları 65 bin insanı Ege’de ölümden kurtarmıştır. Türkiye bu bağlamda yoğun bir çaba içindedir. Aylan Kürdi’nin Bodrum’da sahile vuran cansız bedeni, Türkiye’nin çabalarının tek başına yeterli olamayacağının, bu büyük sorunun çözümü için uluslararası toplumun işbirliği ve dayanışma içinde hareket etmesi gerektiğinin herkesin zihnine kazınmasını sağlayan çok acı bir olay olarak karşımıza çıkmış, konu uluslararası toplumda daha canlı ve etkili bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır. Yaz boyunca buna benzer biçimde gördüğümüz manzaraları dünya ve Avrupa Birliği kamuoyunun vicdanı etkilemiştir. Bu noktada, Avrupalı dostlarımızın bu sorunla baş etmekte yetersiz kaldıkları tespitini nesnel bir biçimde yapabilmek gerekmektedir.

Türkiye, bu sorunun çözümü için, herkesin elini taşın altına koyması gerektiğini uzun süredir savunmaktadır. Göç olgusu, günümüz dünyasında tarihte görülmemiş derecede büyük boyutlara ulaşmıştır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserinin de işaret ettiği gibi, 230 milyon insan göçmen durumundadır. Bunlardan yaklaşık 70 milyonu mülteci statüsündedir. Bu rakamlar, sorunun boyutlarını açıkça ortaya koymaktadır. Sorun, bugün göç olgusunun arkasındaki jeopolitik nedenlerin ve tetikleyici faktörlerin her zamankinden daha fazla önem kazandığını göstermektedir. Devam eden iç savaşlara, iç çatışmalara ve insanların her gün ölüm tehlikesi altında yaşamalarına engel olacak tedbirlerin zamanlıca alınmaması halinde göç sorunu uluslararası toplumun gündeminde en üst sıralarda yer almaya devam edecektir. Dolayısıyla, bütün ortaklarımıza ve dostlarımıza ifade ettiğimiz temel husus, öncelikle göç olgusunu yaratan koşulların ortadan kaldırılması için birlikte sorumluluk üstlenmemiz, birlikte çalışmamız gerektiğidir.

Bu noktada, öncelikli olarak Suriye konusu gündemdedir. Suriye’de dört buçuk yıldır devam eden iç savaş neticesinde 350 bin insan hayatını kaybetmiştir. Ülke nüfusunun yarısı yerlerinden edilmiş, ülkeye kaos hakim olmuştur. Bu yerinden edilen insanların tahminlere göre dört ila beş milyonu, ülke dışına çıkmak zorunda kalmıştır. Türkiye’deki göçmen sığınmacı sayısı ise, sadece Suriye’den 2,2 milyon insan, Irak’tan 300 bin, Afganistan’dan 50 bin gibi büyük rakamlardır. Sadece kamplarda yaşayan 266 bin civarındaki sığınmacının ihtiyaçlarının giderilmesi için – ki kamplarda her türlü ihtiyacın temini tarafımızdan üstlenilmiş vaziyettedir – bugüne kadar 8 milyar Dolara yakın kaynak harcanmıştır. Uluslararası toplumun katkısı ise 417 milyon dolarda kalmıştır. Bunun, sivil toplum kuruluşları üzerinden olanlar dahil, sadece 170 milyon Dolarlık bölümü AB’den gelmiştir.

Bu çerçevede, külfet paylaşımı bakımından yeterli adım atıldığını söylemek hiçbir şekilde mümkün değildir. İlgili tüm çevreler de bunun farkındadır. Türkiye, külfet paylaşımını, bir koşul olarak kimseye dayatmak arayışında değildir. Külfet paylaşımı söz konusu olmasa da, Türkiye iyi komşuluk ilişkileri ile insani, vicdani ve hukuki yükümlülükleri gereği bu sorumlulukları üstlenmek durumundadır ve bu şekilde hareket etmeyi sürdürecektir. Bu yapılırken, meselenin ulaşabileceği boyutlar artık açıkça ortaya çıktığı için, bu sorundan etkilenecek tüm ülkelerin birlikte çalışması gerektiğini de tabiatıyla her zaman vurgulanmaktadır.

Son dönemde, özellikle son günlerde, sanki bir pazarlık yapılıyormuş, Türkiye AB’den belli bir miktar para istiyormuş ve bunun karşılığında sığınmacıları Türkiye’de tutup Avrupa’ya gitmesine izin vermeyecekmiş; onlara mani olacakmış gibi bir algı yaratılmıştır. Bu kesinlikle yanlıştır. Yapılacak yardım Türkiye’ye yönelik değildir. Yapılacak yardım çaresizlik, umutsuzluk içindeki Suriyelilere destek olmak için gereklidir.Külfet paylaşımı olarak bilinen kavram da esasen bunu ifade etmektedir. Önce bunun doğru anlaşılması önem taşımaktadır.

Avrupa Birliği ile yürüttüğümüz temaslarda ülkemize bir taslak eylem planı sunulmuştur. Bu taslak eylem planının, daha çok alınacak polisiye tedbirlerle ve yasadışı göçün önlenmesi için birlikte neler yapılabileceğiyle ilgili olduğunu söylemek mümkündür. Bu yaklaşımın doğru bir olmadığı muhataplarımıza anlatılmıştır. Sorunun kaynağının, Ege Denizi’nde çaresizce, can yelekleriyle, derme çatma teknelerle Avrupa’ya doğru umut yolculuğuna çıkmaya çalışanlar ve orada hayatını kaybedenler olarak görülmesi doğru değildir. Sorun, bu gelişmeye yol açan koşullardır. Bunlarla baş edilemezse, polisiye tedbirler asla yeterli olmayacaktır.

Türkiye, tabiatıyla vicdanı olmayan ve insanların umutsuzluğunu, çaresizliğini gelir elde etmek için istismar eden insan kaçakçılarıyla mücadele etmeye devam edecektir. Ancak insanların hayatta kalma güdüsünü ve buna yol açan çaresizlik ve umutsuzluğu sadece bu tedbirlerle ortadan kaldıramak mümkün değildir.

Türkiye, uzun zamandan beri, sorunun temeline inen çözümler üretilmesi için uluslararası alanda çaba sarf etmektedir. Öncelikle, savaş devam ederken neler yapılabileceğine bakmak gerekmektedir. Şu anda, 12-13 milyonluk yerlerinden edilmiş Suriyeli söz konusudur. Bunların 4-5 milyonu yurt dışına çıkabilmiştir, içeride hala 8-9 milyon insan yerlerinden edilmiş durumdadır ve her an mülteci konumuna geçebilecek noktadadır.

Bu kitlenin daha öncekiler gibi benzer yolculuklara çıkmalarını önlemenin yolu, ülkelerinde kalmayı sağlayacak koşulların yaratılmasından geçmektedir. Türkiye, bunun için güvenli bölge önerisini gündeme getirmiştir. Güvenli bölge herşeyden önce insani bir ihtiyaçtır. Bir güvenlik ihtiyacı değildir. Bir güvenlik önlemi olan tampon bölgeden farklı olarak güvenli bölge, insani bir kavramdır. Aslında, söz konusu olan bir ‘’insani güvenli bölgedir’’ (“humanitarian safe zone”).

İnsanların gönüllü olarak ülkelerini terk etmediklerini, buna çaresizlikten zorlandıklarını teslim edebilmek gerekmektedir. 24 milyonluk Suriye nüfusunun 4 milyonu bugün yurt dışında olduğuna göre, geride 20 milyon insan vardır. Dolayısıyla, gidişat düzelmediği takdirde, aynı riski alacak, aynı yolculuklara çıkacak daha milyonlarca insandan bahsetmek mümkündür.

Bölgede başka ülkelerde de benzer sorunlarla karşı karşıya bulunmaktayız. Günümüzde, güneyimizde 6, daha geniş bir alanda 9; yönetilemeyen, devlet otoritesi kalmamış, kamu düzeni ortadan kalkmış, teröristlerin cirit attığı, insanların can güvenliğini sağlayamayan ülkeler vardır. Bu büyük bir altüst oluş dönemidir. Bu altüst oluşun yarattığı sonuçlarla baş etmek geçici bazı tedbirlerle, minimalist çözümlerle sağlanması mümkün değildir.

Öncelikle büyük nüfus hareketlerini, göç hareketlerini engelleyecek tedbirleri almak gerekmektedir. Bugüne kadar, Suriye boyutundaki hiçbir iç savaşta, uluslararası toplum bugünkü kadar atalet içinde, hareketsiz ve çaresiz kalmamıştır. Geçmişte her zaman bizim bugün gündemde tuttuğumuz ‘’insani güvenli bölge’’ diye tanımlayabileceğimiz, insanların can güvenliğini sağlayabilecekleri alanlar tesis edilmesi için BM harekete geçmiştir.

1990’lı yılların başında Bosna Hersek’te de bir iç savaş yaşanmış, 1992-95 arasında 310.000 insan hayatını kaybetmiştir. O dönemde, hepsi aynı olumlu sonucu vermese de, BM güvenli bölgeler kurmuş ve bunların korunması için gereken tedbirler, hem uluslararası koalisyonlar hem BM Barış Gücü marifetiyle, gerekli hava koruma desteğiyle, sağlanmıştır.

Ancak Suriye krizi beşinci yılına girmesine rağmen BM’nin benzer bir tedbir aldığını bugüne kadar görmek mümkün olmamıştır. Bunun sebepleri bilinmektedir. Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin veto yetkisi nedeniyle kilitlenmiş olması ve ayrıca BM’nin başka herhangi bir tedbir alamamasının yarattığı durum ortadadır. Ancak, bu karşımızdaki gerçeği değiştirmemektedir. Göç, güvenlik ve terör sorunu yaratan, uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden ve büyük sosyal sıkıntılar tetikleyen bir büyük savaş ve krizle karşı karşıya kalan uluslararası toplum, buna karşı hiçbir tedbir alamamakta, sadece komşu ülkelerin aldığı tedbirleri izlemektedir. Bu durumun değişmesi gerekmektedir.

Bu sorunun kökten çözümü için bazı adımlar atılması kaçınılmaz hale gelmiştir. 2012’de yapılan ilk Cenevre Toplantısı aslında sorunu çözmemiş, dondurmuştur. Cenevre’de, farklı görüşteki ülkelerin uzlaşamamalarının sonucunda, yapıcı bir muğlaklıkla, iki tarafın da rızasıyla bir geçiş yönetimi oluşturulması ve bunun marifetiyle ülkenin siyasi bir değişime hazırlanması gibi bir formül üzerinde mutabık kalınmıştır. Fakat sonrasında herkes bu yapıcı muğlaklıktan kendi sonucunu çıkarmış, Esad’ın durumuna ilişkin görüş ayrılıkları o toplantıdan somut bir sonuç çıkmasını engellemiştir. Aynı nedenle daha sonrasında da bu yapıcı muğlaklık neticesinde oluşturulmuş uzlaşı, hayata geçirilememiştir. Cenevre Bildirisindeki temel hedefin siyasi değişim olduğunu hatırlamak önem taşımaktadır.

Siyasi değişimin neden hedeflendiğini doğru anlamak gereklidir. Suriye’de bugün, ülkenin birliğini ve bütünlüğünü muhafaza ederek, Suriye’nin çok kültürlülüğüne halel getirmeyecek, herkesi kapsayacak bir çözüm bulunmasının yegâne yolu, bu kargaşanın, kaosun ve zulmün sorumlusu olan yönetimin değişmesinden geçmektedir. Rusya ile yaptığımız temaslarda bugüne kadar bize ifade edilen ve ayrıca dostlarımıza, ortaklarımıza, benzer görüşteki diğer ülkelere de anlatılan, “Biz siyasi değişime karşı değiliz. Esad’la nikâhlı da değiliz, ama Esad’ın akıbetine biz karar veremeyiz, buna Suriye halkı karar vermelidir” şeklinde bir argümandır. Bu noktada gözden kaçırılan husus, Esad hakkında Suriye halkının esasen kararını çoktan vermiş olduğudur. Türkiye’nin de her zaman gündeme getirdiği konu budur. Suriye halkı kendisine savaş açmış bir diktatörün idaresi altında yaşamak istememektedir. Esad bugün ülkenin sadece yüzde 14’ünü kontrol etmekte ve ülkenin tamamında otoritesini kurma iddiası ve hedefi kalmadığını da itiraf etmiş durumdadır. İki ay önce “Ben artık ülkenin tamamını idare edemiyorum. Ülkenin tamamında otoritemi tesis edemem. Savunacağım alanı daha daraltmak ve o alanda kalmak durumundayım. Ancak buna yetecek kadar insan gücüm var” diye de itiraf etmiştir. Bunu itiraf ettikten sonra Esad’ın hala bir çözümün bir parçası olabileceğini düşünmek, çözüm istememekle aynı manaya gelmektedir.

Bunun için Türkiye Rusya’ya “çok yanlış yapıyorsunuz” demektedir. Sırasıyla 17 Eylül ve 23 Eylül’de Rus tarafıyla en düzeyde (hem Dışişleri Bakanı hem Cumhurbaşkanı düzeyinde) uzun görüşmeler yapılmıştır. Bu görüşmelerde Rus tarafına “Bizim için tek bir önemli mesele var. O da Suriye’nin istikrarı ve güvenliğidir. Suriye’nin istikrara kavuşması, yeniden istikrara kavuşması, kamu düzenini tesis etmesi tek arzumuzdur. Çünkü Suriye’nin içinde bulunduğu istikrarsızlık, kaos Türkiye için bir ulusal güvenlik meselesidir. 911 kilometre sınırımız olan bir ülkenin kargaşa içinde bulunmasında Türkiye’nin hiçbir menfaati yoktur. Sadece ve sadece buradan Türkiye’ye dönük güvenlik tehdidi vardır. Bizim için Suriye’nin bölünmesi de bir güvenlik sorunudur. Suriye’nin mezhebi ve etnik faylar üzerinden çatışmalara sürüklenmesi, sadece aşırıcılara, teröristlere yardım etmektedir. İnsanların daha fazla radikalleşmesine, aşırıcılığın yükselmesine yol açmaktadır. Terör örgütleri için mümbit bir alan yaratmaktadır. Siz Suriye’nin geleceği bakımından nasıl bir vizyona sahipsiniz?” diye sorulmuş ve gayet açık olarak Suriye’nin bölünmesini isteyip istemediklerini istifsar edilmiştir.

Bu noktada, 1936 yılında Beşar Esad’ın dedesi Süleyman Esad’ın (diğer beş Alevi, Nusayri liderle birlikte), o zamanki Fransa Başbakanı Léon Blum’a yazdığı ve, Fransa’dan sömürgeci güç olarak, Suriye’yi terk ederken kendilerine sahile hakim, şu anda Esad’ın kontrolünde tuttuğu alanda küçük Alevi bir devlet bırakması talebini içeren mektubun hatırlanmasında yarar vardır. Bu devlet kurulmamıştır ve bu iyi olmuştur zira kurulsa mezhebi bir devlet olması sebebiyle içerde bir kargaşaya yol açması kaçınılmaz görülebilirdi. Bu, zamanında olmadığı cihetle, Doğu Akdeniz’in diğer bütün ülkelerinde olduğu gibi, Suriye de çok kültürlü bir yapıya sahip olmuş, bu çok kültürlü yapının yıllarca korunması Suriye’deki toplumsal ahengin ve huzurun bozulmasına da engellemiştir. Uzun müddet Baasçı ideolojiyle farklılıklar geri plana itilmiş, yukarıdan aşağıya bir Arap milliyetçiliği ideolojisiyle farklılıkların bir arada tutulmasına çalışılmıştır. Ancak bunu yaparken insanların rızasını gönüllü olarak değil, korkuyla elde edilmiştir. Bilindiği gibi, bir ülkenin yönetimi ne olursa olsun, hangi sistemle yönetilirse yönetilsin, yönetim, halkın rızasını almak zorundadır. Demokrasilerde yönetimler halkın rızasını seçimlerle almakta ve halk rızasını, iradesini, tercihini gönüllü olarak ortaya koymaktadır. Diktatörlüklerde ise halkın rızası zorla, baskıyla, korkuyla temin edilmektedir. Ancak halk korkusunu yenerse, “benim kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı, onurumu, haysiyetimi korumak için bu yönetimden rızamı çekmem lazım” noktasına gelirse, diktatörlerin artık ülke yönetmesi imkansız hale gelmektedir ki bunun örneklerini çoktur. Korku kaybolduktan sonra diktatörlüklerde halkı zorla ve baskıyla bir yerde tutma imkânı da ortadan kalkmış olmaktadır.

Bugün artık Suriye’yi bir arada tutmanın, Suriye’nin yeniden istikrarlı, kamu düzenine sahip bir ülke haline gelmesinin yolu, mezhepçi olmayan, çok kültürlü, seküler demokratik bir yönetim biçiminden geçmektedir. Ancak böyle bir yönetim biçimi Suriye’yi birlik ve bütünlük içinde tutabilecektir.

Bu görüşümüz Ruslarla da paylaşılmıştır. Ruslar da bunlarla mutabık olduklarını söylemişlerdir. “Bizim kesinlikle Suriye’nin bölünmesinde bir menfaatimiz, çıkarımız yok” demişlerdir. Ancak sonra attıkları adımların bize söyledikleriyle bağdaşmadığı görülmüş, o sebeple de “yanlış yapıyorsunuz” denmiştir.

Son dönemde Rusya’nın gerçekleştirdiği hava harekâtlarına baktığımızda gördüğümüz manzara, DAEŞ’la bu harekâtların hiçbir alakası olmadığı yönündedir. Ruslar daha çok Esad’ın bugün kontrol ettiği yüzde 14’lük alanın dış sınırlarında harekât düzenlemektedirler. Kontrol ettiği alanın kontrolünü kaybetmesin diye, onun sınırlarını tahkim edici bir strateji izlemektedirler. Bu, Suriye’nin birliğini, bütünlüğünü sağlayacak bir yol değildir ve buradan çözüm çıkmayacaktır. Aksine, buradan mevcut kavganın ve savaşın daha da uzamasından, daha çok insanın hayatını kaybetmesinden başka bir sonuç çıkmayacaktır.

Suriye’nin nüfus yoğunluğunun en fazla olan bölümü kuzeyden güneye inen, batıya yakın olan hattır. Onun doğusundaki alan son derece seyrek yerleşimin olduğu bir alandır. Bu alanın da kuzeyi ve güneyi daha çok muhaliflerin kontrolündedir. Bu alanlardaki harekatlar bir müddet sonra yeni göç dalgalarına yol açabilecektir. Bu harekatlarda yine elde edilmek istenen sonuçlardan birinin Halep’e dönük bir kara harekatıyla da desteklenerek kuzeydeki muhaliflerin geriletilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu yapıldığı takdirde, yeni bir göç hareketi ile karşı karşıya kalmamız mukadderdir. Bütün bunları, görüş ayrılığımız olanlar da dahil olmak üzere, Suriye konusuyla ilgili herkesle konuşmaktayız. Doğru bildiklerimizi anlatıyoruz ve anlatmaya da devam edeceğiz.

Ayrıca, yürütülen harekatların Türk sınırına çok yakın bölgelerde meydana gelmesinin yarattığı tehlikeli durumlar da karşımıza çıkmaktadır. Bu durum, kazalara sebebiyet verecek kadar ciddidir. Daha hava sahamızın işgali ile ilgili gelişmeler yaşanmadan önce, bu harekatların sınırımıza bu kadar yakın yürütülmesinin yaratabileceği tehlikeli sonuçlar ve muhtemel kazalar konusundaki görüş ve endişelerimiz Rusya’ya aktarılmıştı. Harekatların başladığı gün New York’ta Sergei Lavrov ile görüşmüş ve ona çok açık olarak ‘’Lazkiye’de bir hava üssü kurdunuz, Lazkiye bizim sınırımıza son derece yakın bir bölgedir. Yürüteceğiniz harekatların bizim sınırımıza çok yakın bir alanda gerçekleşeceğini anlıyoruz. Burada kazalar, istenmeyen gelişmeler olabilir. Dolayısıyla bunu yapmayın ve kazaya meydan verecek davranışlardan sakının’’ demiştim.

Sergei Lavrov ise cevaben böyle bir niyetleri olmadığını vurgulamıştı, endişelenmememiz gerektiğini, hedeflerinin sadece DEAŞ olduğunu anlatmış, bu konuda birlikte hareket etme önerisi getirmişti. Ancak sonradan Rusların yaptıkları ortadadır. Bu söyledikleriyle bağdaşır bir davranış içinde olmadıkları aşikardır. Rusya ile görüşmelerimiz devam etmektedir. Dün bir askeri heyetleri gelmiş, hava sahası ihlallerinin nedenleri hakkında izahatta bulunmuştur. Ayrıca bunların tekerrürünü önlemek için alınacak tedbirler konusunda da görüşlerini, hazırlıklarını aktarmıştır. Amerikalılarla da benzer, “de-confliction” diye tabir edilen, kazaları önleyici askerden askere görüşmeler yapmaktadırlar. Şayet Rusya dahil tüm ilgili ülkeler birlikte bir masanın etrafına oturup Suriye’de kalıcı çözümü sağlayacak şartların ortaya çıkması için işbirliği yapmazlarsa, sıkıntılar, kaza ihtimalleri ve bu kargaşanın büyümesi olasıdır.

Dolayısıyla Türkiye olarak Esad’ın yönetimden ayrılmasıyla sonuçlanacak bir geçiş döneminin süratle başlatılması için siyasi görüşmelerin yapılmasını da ısrarla talep etmeye, vurgulamaya, gündemde tutmaya devam edeceğiz.

Gündemdeki iki konuyu, belirli bir çerçeve çizerek, size açıklamaya gayret ettim. Gündemde başka birçok konu var. Sorularınız varsa onu alabilirim.

Soru: AB ile yürütülen göç krizine ilişkin görüşmelere ilişkin bir sorum olacaktı. Bu görüşmelerde hangi aşamaya geldiniz acaba? AB’nin önerdiği taslak planda sizin için kabul edilebilir unsurlar nelerdir? Kabul edilemez olanlar hangileriydi? Bir de aynı zamanda basında yer alan bazı haberlere göre Türkiye’nin 3 milyar Avro istediği, Schengen vizesinin kolaylaştırılması, artı beş faslın açılması, bunun yanısıra Türkiye’nin, Türk liderlerinin AB zirvelerine davet edilmesi gibi beklentilerin olduğuna ilişkin haberler var. Doğru mudur acaba? Teşekkürler.

Sayın Bakanımız: AB ile yürüttüğümüz müzakerelerde AB tarafı bize bir göç eylem planı sundu. Bunu ifade etmiştim. Bu göç eylem planının üzerinde çalıştık ve şu anda bir taslak var, ‘’ad referandum’’ olarak, yani nihai değil, ama üzerinde çalışılmış bir taslak var. Söylediğiniz diğer hususlara gelince AB’nin bize önerdiği bir finansman paketi vardı, bu bizimle ilgili değildi tabii, söylediğim gibi külfet paylaşımı ile ilgili bir paket vardı. O pakette de Türkiye’ye esasen tahsis edilmiş olan fonların kullanımından bahsediyorlardı. Bunu kabul etmemizin imkânı olmadığını onlara söyledik. Sözkonusu olan Türkiye’ye yardım edilmesi değil, Suriyeli göçmenlerin, Suriyeli sığınmacıların durumunu iyileştirici tedbirlerin alınması bakımından külfet paylaşımıdır.

Bu sorun bizim sorunumuz değil, bu uluslararası bir sorun. Suriye sadece Türkiye’nin komşusu olması bakımından Türkiye için daha öncelikli bir konu, belki diğer ülkelere göre, ama tek başına Türkiye’nin sorunu değil ve tek başına da Türkiye’nin üstesinden gelmesi beklenemeyecek bir sorun. Başta söylediğim gibi, herkesin insani, vicdani, hukuki sorumluluklarını yerine getirmesi gerekiyor. Bizim onlara söylediğimiz, Türkiye’ye ayrılmış tahsis edilmiş fonlardan Suriyeli mültecilere yardım yapılması anlayışını kabul etmeyiz, kabul etmemiz söz konusu değildir dedik.

Soru: Efendim açıklığa kavuşturmak adına söylüyorum, dün akşamki zirvenin ardından 3 milyar Avro’luk bir yardımdan bahsediliyor. Siz IPA fonlarından kabul edilmesinin mümkün olmadığını söylediniz peki bu bahsedilen 3 milyar Avro’nun kaynağı ne olacak? Türkiye’ye bu konuda verilen bilgi nedir acaba?

Sayın Bakanımız: Türkiye’ye verilen bilgi şu şekildedir: Eğer külfet paylaşımına AB karar verirse, burada sağlanacak olan fonlar, yani Suriye’li mülteciler için sağlanacak fonlar Türkiye’ye ayrıca tahsis edilmiş fonlardan olmayacak ve daha önce önerdikleri gibi önemsiz ve anlamsız bir miktar da olmayacak. AB’nin külfet paylaşımında biz elimizi taşın altına koyduk diyebilmesi için gereken miktarda bir fon tahsis edileceği söylendi. Bu 3 milyar rakamı da bunun bir sonucu.

Soru: Efendim, birincisi anlaşma eğer AB ile anlaşmaya varılırsa, 2015-2016 için sizin az önce bahsettiğiniz gibi bu miktar ek mülteci Türkiye’ye milyonlarca gelirse buna dair bir şey öngörüyor mu anlaşma? Beklenmedik durumların oluşması halinde nasıl bir AB taahhüdü olacak? Bir de Türk vatandaşlarına yönelik Schengen, daha doğrusu vize serbestisi ile ilgili bu anlaşmada yapılacak bir atıf sizce bağlayıcı mıdır? Oradaki ifadelerde daha netleşme sağlanabilir mi görüşmelerimizde?

Sayın Bakanımız: Şimdi arkadaşlar birbirine karıştırılmaması gereken hususlar var. Birincisi AB birden bire Türkiye’yi yeniden keşfetti, sıraya girdiler hep birlikte sürekli geliyorlar buraya, devamlı telefonlarımız meşgul ediyorlar, sık sık ziyaret ediyorlar. Tabii gelsinler onlar ortaklarımız, Türkiye’nin ne istediğini bazen soruyorlar. Türkiye’nin ne istediğini 52 yıldan beri öğrenemedilerse tabii yapacak birşey yok. Bunu ben gayet net olarak, bu açıklıkta muhataplarıma söyledim. Türkiye, bir kriz anında hatırlanacak ve sadece taktik nedenlerle işbirliği yapılacak bir ülke değildir. Türkiye tarihi ile coğrafyası ile büyük bir Avrupa devletidir, böyle de kalacaktır. Bunu hepimiz bir kere hiçbir tereddüde meydan vermeyecek şekilde kabul edelim, bu konuda da, kendimizi, onlar Avrupa, biz Türkiye’yiz gibi bir fikri yapı içine sokmayalım. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişi bir ulusal stratejik hedeftir, aynı zamanda bir dış politika hedefidir, ama Avrupa Birliğine üye olmamız Türkiye’yi Avrupalı yapmayacaktır. , Kimse böyle bir soruyu zaten başka üye ülkeler için sormuyor. Aradaki konuşmalara değinirken onlara Avrupa deniyor, Avrupa Birliği olarak düzeltiyorum. Örneğin Makedonya’nın tam üyelik müzakereleri sonucunda mı Makedonya Avrupalı olacak? Böyle bir şey yok, Makedonya Avrupa Birliğine üye olacak. Türkiye de neticede Avrupa Birliğine üye olacak. Yunanistan üye olurken Yunanistan Avrupalı olmadı. Biz de Avrupa Birliğine üye olmak istiyoruz ve olacağız. Ama şu gerçek hiçbir zaman değişmeyecek, Türkiye Avrupa’daki dört büyük ülkeden biridir ve öyle kalacaktır. Bizim Avrupa’nın geleceği ile ilgili her zaman söyleyecek sözümüz vardır ve olacaktır. Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyeliği, Avrupa Birliğinin vereceği stratejik bir karardır. Biz o stratejik kararı kendimiz verdik. Avrupa Birliği eğer sadece taktik nedenlerle işbirliği yapılacak bir ülke gibi görürse, onlarla işbirliğimiz sınırlı olur. Bu gayet açık. Bunu bu açıklıkla dostlarımızla konuştuk. Bu konuda Avrupa içinde mutabakat var mı? Bu benim işim değil. Avrupa için Türkiye eğer stratejik bir ortaksa ve Avrupa Birliğine Türkiye’nin üyeliği stratejik açıdan Avrupa Birliğine bir yarar sağlayacaksa, buna karar verdilerse, biz zaten hazırız, birlikte çalışmaya devam ederiz. Ancak, Türkiye’nin katılım müzakerelerinin, katılım müzakerelerinin ruhuyla ve mantığıyla hiçbir alakası olmayan siyasi nedenlerle sürekli olarak askıda tutulması, Avrupa Birliğine herhangi bir yarar getirmemektedir.

Bugün karşı karşıya kaldıkları kriz ve bu krizin aşılmasında Türkiye’nin kilit ülke olduğunu hep söylüyorlar. Yalnız bu kriz geçici bir kriz değil, burası bir deprem bölgesi, yani bugün oldu yarın olmayacak diye bir şey yok, sürekli olacak ve Türkiye ve Avrupa birlikte çalışmak zorunda. Bakın burada paylaşmak isterim; AP Başkanı Martin Schulz son olarak Brükselde bir hikaye aktardı. 2007 yılında Şam’ı ziyaret ediyormuş. Şam’da dönemin Başbakan Yardımcısı Dardari ile bir görüşmesi olmuş. Dardari, Schulz’a Suriye’nin yılda %7 büyümesi gerektiğini aksi takdirde 5-6 yıl sonra yönetilemez hale geleceğini aktarmış. Schulz, bu çok yüksek bir oran, % 7 nasıl büyüyecekseniz diye sorunca Dardari, bunun mümkün olduğunu, zira Türkiye ekonomisiyle entegre olacaklarını ve Türkiye’nin de Avrupa Birliğinin bir parçası olarak Suriye’deki yüzde yedi büyümeyi sürdürülebilir kılacağını anlatmış.

Şimdi ben de onun üzerine şunu söyledim, dedim ki bu doğru çünkü ben 2004’te Türkiye’nin tam üyelik müzakereleri için karar alındığında İsrail’deydim Büyükelçi olarak. Bakın Ortadoğu’da İsrail’den Suriye’ye İran’dan Irak’a Ürdün’den Lübnan’a herkes Türkiye’nin tam üyelik adaylığını büyük bir sevinçle karşıladı. Herkes sanki kendileri AB’ye üye olacakmış gibi sevindiler. Niye böyleydi? Çünkü Avrupa Birliği ile komşu olacaklardı. Bu Avrupa Birliğinin elinde de çok büyük bir yumuşak güçtü. AB bilahare yumuşak gücünü etkili bir şekilde kullanmaktan vazgeçti. Avrupa eğer Ortadoğu’nun Akdeniz bölgesine istikrarına önem veriyorsa, ki eğer stratejik bir zekaları varsa önem vermek zorundalar, Türkiye ile tam üyelik zemininde bir geleceği sadece tasavvur etmez bunu hayata geçirmek için de çaba sarf eder. Bunun bir stratejik gerçek olduğunu aklı başında olan herkes bilir. Öbür taraftan Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği, Avrupa Birliğinin seküler bir proje olduğunun gösterilmesi için de bir sigorta poliçesidir.

Bakın bugün hala Avrupa Birliğinden birileri çıkıp, Avrupa bir Hristiyan projesidir, Avrupa’nın Hristiyanlığını korumak zorundayız, bu Müslümanların Avrupa’ya akınını durdurmak zorundayız gibi laflar edebiliyorsa eğer, orada ciddi bir sorun vardır demektir. Bizim bugün ortak değerler dediğimiz değerler; Hristiyan değerleri değil, Avrupa’nın ortak değerleri, seküler değerlerdir. Bu değerlerin eğer istikrar getirici, barış getirici şekilde daha geniş bir alana Ortadoğu’ya ve Akdeniz alanına yayılması isteniyorsa, o zaman Avrupa Birliği kendi geleceği ile ilgili ve kendi kimliği ile ilgili bir karar vermek durumundadır. Bu karar stratejik bir karardır.

Soru: Sayın Bakan bu Eylem Planının ortaya konulduğunu söylediniz. Bu külfet paylaşımı çerçevesinde AB’nin bir meblağ, anlamlı ve önemli bir meblağ da verme eyleminde olduğunu da söylediniz. Türkiye’ye ayrılmış fonlardan olmayan. Peki Türkiye’nin buna karşı külfet paylaşımı çerçevesinde yapmasını bekledikleri bir şey var mı? Bize bu konuda ayrıntı verebilir misiniz? Yani o parayı böyle hibe gibi mi veriyorlar yoksa sizin de şuna şuna dikkat edin diye bir beklentiniz var mı Avrupa Birliğinin Eylem Planında? Teşekkür ederim.

Sayın Bakanımız: Avrupa Birliğinin, külfet paylaşımı çerçevesinde, Suriyelilerin kullanımı için tahsis edeceği paranın nasıl kullanacağı konusu iki taraf arasında görüşmelerle belirlenecek. Bu konuda henüz somutlaşmış plan yok. Ama bir ortak çalışma grubu kuracağız. Bu kuracağımız ortak çalışma grubunda bunlar tespit edilecek. Şuna buna dikkat edin falan diyebilecek durumda değiller. Bizim ne yaptığımız ortada zaten; 2,2 milyon Suriyeli yaşıyor bu ülkede. 266 bini kampta ve sadece kapta yaşayanlara eğitiminden sağlığına yediği içtiğine kadar her şeyini biz temin ediyoruz ve 8 milyara yakın para harcadık. Nasıl yapacağız falan diye bir şey yok, gelsin kendileri de bunu görsünler. İstiyorlarsa Suriye’ye gitsinler orada bir kamp kursunlar, oraya harcasınlar, ne yaparlarsa yapsınlar ama bu külfeti paylaşsınlar, bu insanların ihtiyaçlarına cevap versinler. Bakın, önümüzdeki yılki bütçelerinde üye ülkeler, mülteciler için Avrupa çapında 50 milyar Avro ayırmışlar. Türkiye’ye yardımdan bahsetmiyoruz. O Türkiye’ye yardım, onlar kendileri onu bununla irtibatlandırmaya çalışıyorlar, böyle bir şey yok. IPA fonları denen fonlar, yani Türkiye için tahsis edilmiş fonlar, onlar katılım ortaklığının sonucu olan fonlardır. O ahdi yükümlülükleridir AB’nin, birlikte yürüttüğümüz programlar için tahsis edilmiş şeylerdir, onların herhangi bir şekilde, “İşte biz aldık oradan, onlara verdik” diye bir şey yok, o zaman yine Türkiye harcamaya devam ediyor, nasıl bir külfet paylaşımı bu ?

Soru: Efendim, şimdi sizin söylediklerinizle Brüksel’den gelen haberler arasında biraz farklıklar var. Dün Brüksel’den “provisional bir agreement”a varıldığı bu plan kapsamında söylendi. Sizin söylediğinizde nihai değil dediniz, biraz onu …..

Sayın Bakanımız: Ortada bir çelişki yok. Ad referendum. Yani yayınladılar zaten. Ad referendum, ‘’provisional’’ bunların hepsi nihai demek değil zaten.

Soru: Ama çok konu var. Sizin söylediklerinden anladığımız üzerinde mutabakata varılması gereken hala çok konunun olduğu yönünde, özellikle de bu fonlar meselesi..

Sayın Bakanımız: Tabii. Bakın bunların çoğu onların yapması gereken şeyler. Bizim yapmamız gereken şeyleri biz zaten yapıyoruz.

Soru: Bir de “anlamlı fon” derken ne kadarlık bir yardım öngörüyorsunuz? Beklentiniz? Bu Suriyeliler için kullanılması gereken?

Sayın Bakanımız: Biz şimdi burada pazarlık yapmıyoruz. Türkiye’ye para istemiyorum. Ortada bir sorun var, ben buna para harcıyorum.

Soru: Tamam işte, onların da katkıda bulunması gerekiyor… Yani AB’nin vermesi gereken yardım ne kadardır? Bu çorba dediniz ya, herkesin elini taşın altına koyması lazım dediniz herkesin, AB ne kadar bir şeyde (katkı) bulunabilir?

Sayın Bakanımız: İşte 3 milyon Avro’yu eğer başlangıç için verirlerse, herhalde anlamlı olur. Biz 8 milyar dolar harcadığımıza göre. Bizim herhalde GSMH’mız 800 küsur milyar dolar, onlarınki 18 trilyon dolar. 18 trilyona 3 milyar Avro biraz komik bir şey ama yani neyse. Önerdikleri 500 milyondan iyi.

Soru: Ama bir yıllık, değil mi?

Sayın Bakanımız: Tabii tabii bir yıllık.

Soru: Yani 2017’de kriz devam ederse, yeniden mi, verecekler?

Sayın Bakanımız: Şimdi arkadaşlar, ben bunun pazarlığını yapmayacağım. İhtiyaç devam ettiği takdirde, neyse ihtiyaç, kalkıp harcayacak, ben harcamıyor muyum? Ben bütçesini yapabiliyor muyum bunun? Yapamıyorum. Bütçesini yapamamamızın sebebi ortada. Yarın 1 milyon daha insan gelirse durum değişir. Bunu öngöremeyiz. Doğrusu öyle olması, söylediğiniz gibi olması. Yani burada, gelip doğru dürüst ben bir şey yapıyorum diye insanları kandırmasınlar, anlatabiliyor muyum? Burada ciddi bir sorun var, bu ciddi sorun onları da etkilemeye başladı, etkileyeceğini biz baştan söylemiştik. Bakın Suriye, Afganistan falan değil, uzakta bir ülke değil. Suriye, ortak uygarlığımız dediğimiz uygarlığın doğduğu yerlerden biri. Bir Akdeniz ülkesi. Akdeniz’in kıyısında bir ülke. Akdeniz’in doğusu, bütün insanlık uygarlığının, evrensel uygarlık dediğimizin doğduğu yer. Bu ülkeyi, yani böyle kendilerinden uzakta tutabiliriz anlayışı yanlış bir anlayış bir kere. Burası bizim coğrafyamız, bizim bölgemiz.

Evet. Peki son soru.

Soru: Feridun Bey, bugün Genelkurmay Başkanlığı bir açıklama yaptı akşam saatlerinde ve Türkiye sınırları içerisinde bir (insansız) hava aracının vurulduğunu söyledi. Bu bir “drone” mudur? Kime aittir? Biraz detaylı bilgi verebilir misiniz acaba?

Sayın Bakanımız: Sınırın 3 km içinde vuruldu. Bir insansız hava aracı. Kime ait olduğunu henüz tespit etmedik. Fakat bizim sınırın içine düştüğü için şimdi onun üzerinde çalışılıyor. Kimliği belli olunca açıklayacağız.

Soru: Feridun Bey, şu hususu açıkladınız; Rusya’dan heyetin geldiğini zaten dün biz de gördük ve izahatta bulundular Türkiye’ye. Verdikleri izahatın içeriğine ilişkin biraz bilgi verebilir misiniz? Bir de bununla birlikte, özellikle bir heyet kurulacağı, gidecekleri, gelecekleri şeklinde, Rusya’dan çok açıklamalar geliyordu. Bundan sonra bu temaslar devam edecek mi? Yani Amerika ile kurulan gibi bir organizasyon, bir yapı oluşturulması sözkonusu mu Türkiye ile de?

Sayın Bakanımız: Bu konuda Genelkurmay Başkanlığı ile konuşmanızı tavsiye ederim. Tabiatıyla, şunu ben söyleyeyim. Bir kere, özür dilediler, birkaç kere. Bunun istenmeden olduğunu söylediler. İşte bir daha olmaması için tedbirler aldıklarını söylediler. Onların ayrıntıları konusunda Genelkurmay Başkanlığına sorularınızı yöneltin. Operasyonel konularda askerler pek bilgi paylaşmak istemezler. Her halükarda bir çalışma grubu kurulmadı aramızda. Bu sadece gelip, işte bu ihlallerle ilgili bilgi vermek, izahatta bulunmak amaçlı bir ziyaretti. Ruslarla başka temaslarımız olabilir. Eğer konuşulacak bir şey varsa, gayet tabi oturur konuşuruz.