Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun VI. Büyükelçiler Konferansının Açılış Oturumunda Yaptıkları Konuşma, 13 Ocak 2014, Ankara

Sayın Bakanlarım,

 

Siyasi partilerimizin değerli temsilcileri,

 

Değerli milletvekillerimiz,

 

Sayın Yükseköğretim Kurumu Başkanımız ve değerli rektörlerimiz,

 

Çok değerli konuklar,

 

Dünyanın dört bir köşesinden gelen değerli büyükelçilerimiz, çalışma arkadaşlarım;

 

Her şeyden önce hepinizi saygıyla selamlıyor, yeni yılın ülkemize, insanlığa hayırlı olmasını diliyorum.

 

VI. Büyükelçiler Konferansıyla başlayan bu yıl da diplomasimizin, her zaman olduğu gibi dünyanın her yerinde şanlı bayrağımızı dalgalandıran aziz bir milleti temsil etmenin onurunu taşıyan bir süreçte en etkili bir şekilde devam etmesini diliyorum.

 

Gelenekleri oluşturmak, sürdürmek ve zenginleştirmek; aslında milletlerin ve kurumların gücünü gösterir. 2008’deki ilk Büyükelçiler Konferansını hatırlıyorum. Değerli Başbakan Yardımcımız şimdi, o zaman Dışişleri Bakanımız Sayın Ali Babacan’ın liderliğinde çok güzel bir gelenek başlatılmıştı. Daha sonra her sene zenginleşerek, derinleşerek, yeni boyutlar kazanarak Büyükelçiler Konferansı sadece Dışişleri Bakanlığı mensuplarımızın bir istişare forumu olmakla kalmayıp aslında uluslararası bir forum, ülkemizin değişik konularının ele alındığı ulusal bir istişare forumu niteliği kazandı. Bu geleneğe katkıda bulunan bütün Bakanlık mensuplarımıza, bütün Bakanlarımıza, katılımlarıyla bizi şereflendiren bütün yabancı konuklara bir kez daha teşekkür ederim.

 

Çok dinamik bir uluslararası süreçten, konjonktürden geçiyoruz. Herhalde insanlık tarihi bu kadar kısa süreli değişimlerin bu kadar yoğun bir şekilde yaşandığı çok az dönem görmüştür. Teknoloji süratle gelişiyor, bu teknolojinin getirdiği yeni araçlar, aygıtlar bütün geleneksel işleyiş biçimlerini değiştiriyor ve uluslararası sistem yeniden şekilleniyor. Eskiden bir nesil için 30 yıl ifade edilirdi, şimdi bazen 10 yılda, bazen de daha kısa bir sürede neredeyse nesiller, yeni kültürlerle birlikte devreye giriyorlar. Böylesi dinamik bir uluslararası konjonktürde aynı dinamizmi sürdüren bir tavır sergilenmezse, o dinamik konjonktür sizi alır, götürür, belli mekanizmalar içinde sürükler ve sizin iradenizi yok eder. O bakımdan eğer dinamik bir konjonktür varsa, dinamik bir süreç işliyorsa, geleceği belirlemek iddiasındaki ülkeler, aktörler gelecekte rol almak iddiasındaki, vizyon geliştirmek iddiasındaki ülkeler ve aktörler bu dinamizmi aynı dinamizmle karşılamak, aynı dinamizmle bu dinamizmin mantığını, dokusunu, doğasını anlayıp cevap vermek durumundadırlar. Dinamik şartlarda statik davrananlar bir müddet sonra o dinamizmin kurbanı, mağduru, mahkumu olurlar. Dinamik şartlarda dinamik bir kendini yenileme süreci yaşayan toplumlarsa, bu süreçleri yönetme kabiliyetini göstererek bir sonraki dönemlere, yüzyıllara, gelecek nesillere daha hazırlıklı bir dünya, daha hazırlıklı bir ülke sunarlar. Bu bakımdan bu uluslararası dinamik konjonktürü sık aralıklarla biraraya gelerek değerlendirmek hepimiz için büyük bir zaruret.

 

Büyükelçiler Konferansı bu zarureti karşılamaya dönük bir çaba. Çünkü ülkemiz bulunduğu coğrafya, sahip olduğu tarihi birikim ve çok dinamik insan unsuruyla bütün bu süreçlerin içinde en etkin rol oynayabilecek kapasiteye sahip. Ama eğer bu konumu haklı, doğru bir şekilde değerlendirmezse ya da dinamik değişimlerin ritmini tutmakta gecikirse, bir müddet sonra tarihin dışında veya tarihin akışının mahkumu olmak riskiyle de karşı karşıya kalınabilir. Biz pasif bir tutumla, bu dinamik süreci tanımlayamayız, anlayamayız; içinde aktif bir şekilde davranamayız. O zaman doğru bir perspektifle uluslararası değişimleri ulusal kapasitemizle nasıl karşılayacağımızı planlamamız gerekir.

 

İkinci Büyükelçiler Konferansında, 2011 yılında Üçüncü Büyükelçiler Konferansında aslında bir çerçeve çizmiştim. Şimdi bu çerçeveyi kısaca bir hatırlatmakta fayda var. Çünkü, yaşadığımız süreçler bu çerçevenin tekrar ele alınmasını bir zaruret olarak önümüze getiriyor. Modern dönemde büyük uluslararası dönüşümlerin yaşanmasını müteakip bu köprü devlet geleneğimizden aldığımız güçle biz de bu uluslararası dönüşümlere çok doğru, yerinde tepkiler verdik. 19. yüzyılın başında Aydınlanma Devrimi, Sanayi Devrimi, Fransız Devrimi bütün Avrupa’yı ve dünyayı yeniden şekillendirmeye başladığında biz buna Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla ve onunla birlikte gelen devlet kurumlarıyla cevap oluşturmaya çalışmıştık. Hariciye dahil birçok devlet kurumlarının ilk tohumları o dönemlerde atıldı ve o dönemlerden itibaren modern geleneksel kurumlar, modern bir kimlikle yeniden inşa edildiler.

 

Yine 1. Dünya Savaşı’ndan sonra geleneksel imparatorluklar tarihin mirasına kendilerini tevdi ederken, yeni ulus devletler kurulurken, ilk milli istiklal harbini gerçekleştiren bu aziz millet yeni bir Cumhuriyeti inşa ederek aslında yeni şartlara intibak etmenin dinamizmini gösterdi ve o dönemde Cemiyeti Akvam ile oluşturulmaya çalışılan yeni yapı başarılı olamayınca ve 2. Dünya Savaşı’nda yeni bir savaş sonrasında bu kez sömürge imparatorlukları dağıldığında ve özgür Avrupa yeni arayışlar içine girdiğinde biz de bu arayışlara demokrasiyi inşa ederek cevap verdik.

 

Bu bakımdan, demokrasi,  güçlü bir demokrasi birinci şiarımız. Bizim için modern dönemin en vazgeçilmez, en temel değeridir ve bunu koruma zaruretiyle karşı karşıyayız. Demokrasimiz 1950’lerde inşa edilirken, birçok meydan okumalarla da karşı karşıya kalındı. Darbeler yaşandı, geçiş süreçleri yaşandı. Ama 19. yüzyılın başlarına kadar giden oy verme, kendi iradesini siyasete yansıtma gücü ve bu güçten kaynaklanan demokrasi bilinci Türkiye’de hep güçlü bir şekilde yaşadı.

 

Şimdi Soğuk Savaş sonrasında yeni bir restorasyon yaşıyoruz. Bunların hepsi bir restorasyondur. Tanzimat Osmanlı Devletini restore etmeye çalıştı. Cumhuriyet Osmanlı devleti sonrasında milletin birikimini dar kaynaklar içinde yeniden inşa ederek bir restorasyon süreci yaşattı. Demokrasi 1950’lerde bir restorasyon dönemidir, ekonomik kalkınmayla, yeni bir kültürle bir restorasyon dönemi. Son 10 yılda çok kapsamlı bir restorasyon süreci içinden geçiyoruz. Aslında şu üç şiar bugünkü Büyükelçiler Konferansına temel aldığımız üç temel, üç şiar bu restorasyonun üç sac ayağını oluşturuyor: Güçlü demokrasi, dinamik ekonomi, etkin diplomasi.

 

Güçlü demokrasiden başlayabiliriz ancak ondan önce şunu ifade etmek isterim: İnsanlık tarihinde bütün arayışların temelinde  - hangi toplumlar için olursa  olsun  - siyaset, ekonomi ve diplomasi, kültür hep bir şeyi ardında, tek bir şeyi inşa etmek için yola çıktı. O da insan onuru. İnsan onuruna hitap etmeyen hiçbir siyasal sistem, insan onurunu esasa almayan hiçbir ekonomik yaklaşım ve insan onurunu göz ardı eden hiçbir uluslararası sistem kalıcı olamaz. Baktığımız da büyük çığırlar açmış düşünürlerin, filozofların, dini önderlerin hep öne çıkardıkları temel konu insan onuru oldu. Bu restorasyonun arkasındaki temel kavramda eğer son 10 yıl içinde eriştiğimiz bu gücün arkasındaki güçlü demokrasi, dinamik ekonomi, etkin diplomasinin tabiri caizse sinirli bir ortak kavramını aramaya kalkışsak, ben insan onuru derdim, insan onuru ve buna dayalı bir özgüven arayışı.

 

Baktığımızda tarihte gerçekten Spartacus’un güçlü Roma İmparatorluğuna başkaldırışındaki arayışı da buydu. Dini liderlerin Hazreti Musa’nın Sina’ya kendi müminleriyle birlikte bir çöle, bir belirsizliğe yürüyüşünün de arkasında insan onuru arayışı vardı. On emirle birlikte de bu arayışın daha sonraki ilkesel temelleri oturdu. Hazreti İsa’nın çarmıha yürürken ki o onurlu yürüyüşü de sanki bütün insanlık onunla birlikte yürüyormuş hissini verdi ve daha sonraki insan onuru arayışlarına ilham kaynağı teşkil etti. Ve dün Mevlid-i Nebi ile doğumunu idrak ettiğimiz Hazreti Peygamber’in Mekke’den, Medine’ye yürüyüşü de zulme karşı insanlık onurunu ayağa kaldırmak üzere yola çıkan bir yürüyüştü ve “bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir, bir insanı dirilten, bütün insanlığı diriltmiş gibidir” şiarının temsilcisiydi. Hazreti Mevlana benim büyük hemşerim bütün Anadolu kültürünün manevi mimarı. “Ne olursan ol gel” derken bütün insanlığa bir çağrı da bulunuyordu. Şeyh Edebali, Osmanlı Devleti’nin ilk tohumlarını atarken insani yaşat ki, devlet yaşasın diyordu. İnsanı yaşatmayan devlet, insan onurunu göz önüne almayan devlet bir müddet sonra çürümeyle karşı karşıya kalır.

 

Mazlum milletlere öncülük eden ilk büyük istiklal harbinin başlangıcında Gazi Mustafa Kemal Atatürk de “ya istiklal ya ölüm” diyordu. Burada kast edilen istiklal hem bağımsızlıktır, hem onurlu bir şekilde bu topraklarda yaşama iradesidir insan onurudur. Bütün bir sömürgeciliğe karşı insanlık vicdanını ayağa kaldıran ve üzerindeki kimlikleri, kıyafetleri çıkartarak fakir bir Hintli kıyafetiyle o günkü sömürge anlayışına karşı çıkan Gandi bütün insanlığın sesi olmuştu. Ve Aliya İzzetbegoviç Saraybosna’nın tank, top atışı altında zulümle inlediği günlerde düşmanına bile ahlaki ders veren, Saraybosna’ya her tünel geçişinde ki şimdi bile ziyaret ettiğimiz de bize ilham veren o tünelde insanlık onurunu karanlıklar içinde ışıtan bilge kral.

 

Ve nihayet, tabi örnekleri çok ama bu sene kaybettiğimiz “apartheid” karşısında insanlığın vicdanı, sesi, onuru olmuş Nelson Mandela. Hangi dinden, hangi kıtadan, hangi renkten, hangi inançtan olursa olsun insan onuruna hitap eden bütün bu liderler hepimizin ortak mirasıdır ve insanlık onurunu ayağa kaldırmayan hiçbir siyasi düşünce, kendi vatandaşlarının onurunu korumayan hiçbir siyasi sistem tarihte kalıcı bir etki bırakamaz. Bizim 10 yıl içinde gerçekleştirdiğimiz restorasyonun arka planında bu toprakların insanına, vatandaşlarımıza tekrar onurlu bir gelecek inşa etmek, onların özgüvenini ayağa kaldırmak ve onlara tarihte vardınız, bundan sonra da var olacaksınız ve sizin kültürünüz ikincil, edilgen bir kültür değil, sizin tarihiniz edilgen bir tarih değil, tarihte özne olma idaresi göstermiş bir millet tekrar o iradeyi gösterebilir inancını, bilincini vermek üzere yola çıktık. Bunun temeli, bunun dayandığı ekonomi önemli, diplomasi önemli, hepsi önemli, askeri güç önemli, ama en önemli şey; millet iradesi ve millet iradesinin dayandığı güçlü demokrasidir.

 

Sayın Başbakanımız AK Parti’nin kuruluşundan itibaren 3 Y’ye karşı tabiri caizse bir kampanya, bir savaş, bir seferberlik ilan ederken, aslında insanlık onuruna ve insan onuruna aykırı düşen bu 3 Y’yle milletin ve sistemin yüzleşmesini arzu ediyordu, şimdi hala arzu ediyoruz. Bu 3 Y; yasaklar, yolsuzluklar ve yoksulluk. Birer birer üzerinde durduğumuzda, güçlü demokrasi ancak ve ancak insan onuruna ve vatandaş bilincine dayalı olduğu zaman ayakta kalabilir. Güçlü demokrasinin ayakta kalmadığı, millet iradesinin kendini siyaset sahnesine yansıtamadığı dönemler karanlık dönemlerdir. Bir milletin güç damarları ancak ve ancak o milletin içinden çıkmış insanların yine o milletin iradesi ve tercihleriyle ülkenin geleceğine dönük politikalar geliştirme hakkına sahip oldukları dönemlerde yaşanabilir.

 

Nedir güçlü demokrasinin temelleri? Güçlü demokrasinin felsefi temeli; tek bir insanın dahi tek başında olduğunda dahi, ister bu Hay bin Yakzan gibi olsun bizim klasiklerde, isterse Robinson Crusoe gibi olsun daha sonraki dönemlerde, kendi aklıyla, kendi tercihleriyle bir irade koyma kapasitesine sahip olduğunun kabul edilmesidir. Eğer bir siyasal sistem her bir vatandaşının siyasi tercih kullanma hakkını kabul etmezse, otoriter bir nitelik kazanır. Nihayet, demokrasinin felsefi temeli; her bir vatandaşın, her bir bireyin akli becerisiyle tercih kullanma hakkını kabul etmekten geçer ve bu konuda da kimse diğerine üstün değildir. Kimse sahip olduğu statüyle, sahip olduğu konumla, şu veya bu aile geçmişi dolayısıyla üstünlük iddia edemez; bu cumhuriyetin de, demokrasinin de temel prensiplerine aykırı düşer.

 

Nedir bu felsefi temel? Tek tek bireylerin akli tercihleriyle kolektif bir aklın oluşabileceğine dair olan inançtır. Bu inancı yok ettiğinizde, insanların iradeleriyle, tek tek bireylerin iradeleriyle ortak bir akıl oluşacağı fikrini felsefi yaklaşımınızı yok ettiğinizde demokrasi yaşayamaz. Demokrasi yönlendirmeyle, demokrasi bireylerin belli kalıplar içinde düşünmeye zorlanmaları suretiyle teminat altına alınamaz. Her bir vatandaşınıza güveneceksiniz. Her bir insanımızın kendi doğrusunu tercih edebileceğine inanacaksınız. Ve onlar arasında etnik, mezhebi, dini bir ayrım gözetmeyeceksiniz. İnsan, insan onuru her bir birey için aynı ölçüde geçerli oldukça değer kazanır.

 

Bunun ahlaki temeli nedir? Bu felsefi temelin tabi doğal sonucu olarak ahlaki temele geçmeden yasaklara karşı mücadele vardır. Bu felsefi temeli harekete geçirmek için yasakların kalkması gerekir. Hiçbir yasağın bireylerin tercih haklarının önüne getirilip konmaması gerekir. İnsanların kişisel tercihleri dolayısıyla yasaklara muhatap olduğu bir sistem, aslında yasaklara muhatap olan o insanların seçme hakkını, akli kapasiteni reddediyorum anlamına gelir. Onun için 10 yıl içinde yasaklara karşı olağanüstü bir mücadele verdik, sonuncusu geçen Eylül ayında olmak üzere ve bütün dünyanın takdirini kazanacak şekilde demokratikleşme paketleri çıkardık. 10 yıl öncesine göre Türk demokrasinin geriye gittiğini iddia edebilecek tek bir objektif kriter olamaz. Hangi kriteri alırsanız alın Türk demokrasi güçlenmiştir. Türk Devleti’nin kendi vatandaşına olan güveni artmıştır. Vatandaşın da devlete olan aidiyet hissi güçlenerek tahkim edilmiştir. Yasaklara karşı mücadele etmedikçe, özgürlük-güvenlik dengesini koruyup her bir özgürlük alanını genişletmedikçe demokrasiyi inşa edemezsiniz, tahkim edemezsiniz. Bundan sonra da Türkiye yasaklara, insanın özgür iradesini sınırlandıran her türlü yasağa karşı mücadele eden bir ülke konumunu koruyacak.

Ahlaki temeli nedir demokrasinin? Ahlaki temeli demokrasinin hesap verilebilirliktir, şeffaflıktır. Eğer hesap verilebilirlik olmazsa demokrasiyi inşa edemezsiniz. Her bir vatandaş ve her bir birey hesap verilebilir konumdadır yetki ve sorumlulukları itibariyle, bunun dışında kalan kimse de yoktur. Burada da başından beri hükümetlerimizin yolsuzluklara karşı mücadeleyi temel ilke etmesinin ve onlara karşı yoğun bir mücadele yürütmesinin temelinde de bu vardır. Ama herkes için, siyasiler için olduğu kadar bütün bürokrat kesimler için, herkes için eşit ölçüde hesap verilebilirlik ilkesi, şeffaflık ilkesi bir zarurettir. Kişiler bulundukları konum gereği sahip oldukları, kullandıkları güç gereği hesap verebilmeliler. Güç demek aynı zamanda ahlaki bir sorumluluk demektir ve buna bağlı olarak da o güç nereden kaynaklanırsa kaynaklansın o gücün hesap verilebilir bir nitelikte olması lazım. Bu konuda da son 10 yıl içinde kat edilen mesafe 90’lı yıllardaki yolsuzluk dosyaları ve o çerçevede kaybedilen insan kaynakları, ulusal kaynaklarla kıyas edildiğinde aldığımız mesafe açıktır. Türkiye 10 içinde biraz sonra dinamik ekonomik bahsinde geleceğim, 10 yıl içinde büyük kaynaklar bulmadı. 10 yıl içinde bütün bu şeffaflık ölçüleri açık bir şekilde kılınır, görünür ve hissedilir kılındığı için milletin dar gelirlerinden elde edilen kaynaklar ekonomik kalkınmaya hasredilebildi. Açık ve şeffaf yönetim, demokrasilerin olmazsa olmaz şartıdır.

 

Üçüncü ayağı güçlü demokrasinin, kurumsal temeldir. Kurumsal temelin ana kavramı ise meşruiyettir. Meşruiyet ancak ve ancak o meşruiyetin kaynaklandığı, gücün kullanış biçimi ve kaynağı ifade edildiğinde doğru zemini bulur. Bir güç toplum adına nereden kaynak alıyor ve nasıl kullanılıyor? Eğer bir güç milletin denetiminde ve milletten kaynaklanmışsa meşrudur. Bunun dışında hiçbir güç kullanımı meşru kılınamaz. Milletten güç almanın süreci de bellidir; objektif, demokratik süreçler, yani seçimler ve millet iradesinin yansıdığı referandumlar ve diğer mekanizmalar. Ancak ve ancak milletten kaynaklanan bir güç meşru kılınabilir.

 

Gücün meşru kılınması, meşru bir güce dayanması dışında kullanımının da meşru sınırlar içinde olmasının temel ölçüsünü belirleyecek olan anayasal sınırlardır. Burada da güçler ayrılığı prensibi doğru tanımlanmak durumundadır. Yasama, yürütme, yargı arasındaki ilişkiler her taş kendi yerinde olduğu zaman doğru bir zeminde oturur anlayışıyla doğru tanımlanmak durumundadır. Yürütmede etkinliğin sağlanması ki etkin diplomasi ancak yürütme etkinliğiyle sağlanabilir. Dinamik ekonomi ancak yürütmede etkin olunduğu zaman sağlanabilir. Biz 90’lı yıllarda koalisyonlar dönemini gördük. Tabii koalisyonlar da bu anlamda bir demokratik iradenin yansımalarıdır. Ancak 10 içinde eğer Türkiye ekonomisi 4 misli büyüyebilmişse, diplomasisini bütün dünyaya yayacak şekilde yaygınlaştırabilmişse, bunda yürütme etkinliğinin, yürütmedeki etkinliğin önemli bir payı var.

 

Şimdi önümüzdeki 4-5 gün içinde bütün Bakanlarımız, dış politikayla ilgili Bakanlıklarımız gelip Büyükelçilerimizle konuşacaklar. O zaman geçen 5 yıl içinde, 5 konferansta da görüldüğü gibi ortaya çıkan tablo şu olacak: Yürütmede öyle bir idare var ki ulaştırma politikalarıyla dış politikalar aynı hat üzerinde yürüyor, dış politika neyi hedef gösteriyorsa ulaştırma politikaları ona doğru yöneliyor, Türk Hava Yolları’nın hatlarından tutun hızlı tren yollarına kadar.  Aynı şekilde ulaştırma ihtiyacı neyse dış politika ona göre şekilleniyor. Ekonomi Bakanlığımız ile Dışişleri Bakanlığımız arasında öylesine organik bir ilişki var ki, hangi ülkelerle serbest ticaret anlaşması imzalanacak, hangi ülkelerle yüksek düzeyli stratejik işbirliği imzalanacak, hangi ülkelerle vizeler kaldırılacak tam bir koordinasyon içerisinde yürütülüyor. Kültür politikalarımız ile dış politikamız arasındaki ilişkiler, Avrupa Birliği Bakanlığımız ile Dışişleri Bakanlığımız arasındaki ilişkiler. 90’lı yıllarda öyle şeyler görülmüştü ki Avrupa Birliği Bakanlığının bir görüşte - o zaman Devlet Bakanlığı olarak yürüyordu - Dışişleri Bakanlığının başka bir görüşte olması dolayısıyla Kıbrıs dâhil birçok meselede yıllar kaybedilmişti.

 

Yürütme etkinliği, bir ülkenin böyle dinamik konjonktürlerde doğru tepkiler verilebilmesi için olmazsa olmaz şarttır. Görünmez koalisyonlar ya da şu veya bu şekilde sürecek herhangi bir vesayet anlayışı yürütme etkinliğini yok eder. Modern toplumların en temel özelliği - ki Büyükelçilerimiz bunun çok güzel örneklerini sergilemişlerdir Hariciye geleneğimiz içerisinde - modern bürokrasi rasyonel bürokrasidir ve aidiyeti devlettedir. O aidiyetin, devlete olan aidiyetin yansıması da gücünü milletten alan hükümetin siyasi iradesiyle birlikte hareket etmektir. Hani bazen siyasi bir spekülasyon veya manipülasyon olarak sık sık zikredilir bazı platformlarda; “Dışişleri bürokrasisi aslında doğru tercihlerde bulunuyor ama, Dışişleri Bakanı ya da Hükümet dinlemiyor”. Bunu çok sık duyuyoruz. Bu Dışişleri camiamıza da hakarettir, Türk demokrasisine de hakarettir; çok açık söylüyorum.

 

Demokratik ülkelerde politikayı siyasi irade belirler. Demokratik ülkelerde rasyonel bürokrasinin en güzel temsilcisi olan Hariciyemiz o politikayı yürütür, yürütürken de siyaset bürokrasi arasında bir ayrım gözetmeden yürütür. Bunun mükemmel örneklerini son 10 yıl içinde verdik. Bugün bütün dünyada saygıyla anılan etkin bir diplomasimiz varsa, bu yürütmeye sağlanan etkinlik ve rasyonel bürokrasinin en güzel örneğini teşkil eden Dışişleri camiamızın yaptığı olağanüstü katkıyla olmuştur. Bundan sonra da böyle olacak. Demokratik her toplumda olduğu gibi demokrasisi olgunlaşmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nde de kararlar hükümetler tarafından verilecek ve bürokrasi o hükümetlerin emrinde devlete aidiyet içerisinde çalışacaklar. Bunun dışına çıkıldığı zaman bürokrasinin herhangi bir kanadı ile yürütme arasında, siyasi irade arasında bir karşıtlık oluşturulmaya çalışıldığında, o andan itibaren test edilebilir bir meşruiyete dayanan yani seçimlerle iş başına gelmiş, milli iradeden kaynaklanmış siyasi istikrarla test edilemeyen bir iradeden ama rasyonel bir temelden kaynaklanan bürokrasi arasında karşı karşıya getirme çabası bir devlete çok büyük zarar verir, ülkelerin geleceğine de büyük zarar verir. Bugün eğer vesayet anlayışlarının sonuna gelinmişse demokrasimizin olgunlaşması sebebiyledir. Görünür koalisyonlar her zaman olabilir demokrasilerde ama görünmeyen koalisyon şu veya bu şekilde bir ülkede etkinliği yok eder. Tabi yürütmenin başta söylediğimiz prensiplere dayalı olarak her an hesap verilebilir olması lazım ve hiçbir zaman da kullandığı güç dolayısıyla hesap vermekten kaçınmaması lazım. Kaçındığı anda zaten o anda demokrasi o siyasi irade demokrasiyle aykırı bir tutum içinde demektir. Bu anlamda da 10 yıl içinde hiçbir zaman hesap vermekten kaçınmadık, bundan sonra da yine Sayın Başbakanımızın ifadesiyle en yakınlarımız ve kimlerle ilgili olursa olsun dahi bu hesap verme, verebilme iradesi sürecektir.

 

Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı esastır, siyasetin esası adalettir. Yargı bu anlamda yürütmeyle arasına bir mesafe koyarak ve objektif bir şekilde, tarafsız bir şekilde karar vererek bu yapı içinde tabi kendi özgür tutumunu sergileyecek. Ancak, herhangi bir şekilde yargı ve yürütme arasındaki ilişkilerin belirsizleşmesi ve bu ilişkilerin doğru tanımlanmamış olması hem yürütmede hem yargıda ciddi sıkıntılar doğurur. Beni akademik hayatta çok etkilemiş olan bir risale vardı, El-Hazini’nin Kitabül Mîzân-ül-Hak diye. Bir nihayet su terazisini anlatan bir küçük risale daha sonra Batı edebiyatına geçmiş, bilim tarihi kitaplarında okutulan bir eserdir. Eserin esas fikri su terazisinin mekanizmasını anlatmak ama girişinde öylesine mükemmel bir adalet felsefesi var ki, o adalet felsefesinde anlattığı şey şu: Kozmozda dünyadaki uyumu anlatır, kainattaki evrendeki uyumun temel esası olarak bu ahengi korumanın ve ahengin kainattaki, evrendeki kozmik düzendeki adaleti anlatır sonrasında toplumsal düzendeki adalete geçer. Vermek istediği fikir şudur: Bu terazi mekanizma olarak önemlidir ancak önemli olan o teraziyi tutan elin, hitap ettiği elin, dayandığı kalp ve oradaki vicdan, oradaki adalet terazisi. Ki adalet terazisi kavramı, adalet dairesi kavramı bütün kadim kültürlerde yer etmiştir. Bu anlamda Türkiye’de de birçok kereler gerçekleştirilen yargı reformu ve ümit ederiz ki inşallah önümüzdeki AB süreci içinde 23 ve 24. fasılların açılmasıyla daha da tahkim edilecek olan bu reform süreci bundan sonra yargı, yürütme ilişkisinin çok daha doğru tanımlanmasına imkan sağlayacaktır.

 

Yasama, demokrasilerde ortak aklın hayata geçirilmesidir ve ortak aklı,  toplumun bütün kesimleriyle - sadece yürütme de olduğu gibi bir siyasi iktidarla değil - bütün kesimleri temsil eden siyasi partilerle ortak aklı harekete geçirmek suretiyle tahkim etmektir. Bugünkü büyük restorasyon sürecinde belki de en vazgeçilmez, en temel arayış işte burada düğümleniyor, o da yeni bir anayasa ihtiyacı. Maalesef 12 Eylül şartlarında ortaya çıkmış olan ve bazen de soğuk savaş korkularını, dürtülerini, iç ve dış tehdit tanımlanmalarını gizli bir şekilde bünyesinde barındıran bugünkü anayasa şu anda hepimizin saygı duyduğu, yürürlükte olması itibariyle saygı duyduğumuz anayasa küreselleşmenin getirdiği evrensel değerler bağlamında ihtiyaçları karşılayamamaktadır. Onun için hem Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanımız, bütün siyasi parti mensupları ve oluşturulan komite uzun zamandır yeni bir anayasa arayışı içinde. Belki de son dönemde yaşadığımız tartışmaların önemli bir sebebi Anayasa reformunun vaktinde yapılamamış olmasındandır. Ümit ederiz ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi - ki öğleden sonra Sayın Meclis Başkanımızı da burada hep beraber dinleyeceğiz - bu anayasa reformunu yeni kendi içinde bütünlüklü ve değişimlerle tabiri caizse yamalı bohça haline gelmeyen, ortak bir adalet anlayışından, demokrasi anlayışından, vatandaşlık bilincinden kaynaklanan daha öz, belki daha az ama daha temelli ve herkesin mutabık kaldığı bir anayasal çerçeveye kavuşturur. İnsanı odağa alan, insan onurunu odağa alan, insan haklarını temel alan yetki ve sorumluluk alanlarını tanımlayan yeni bir anayasayla güçlü demokrasimiz tahkim edilecektir.

 

Böyle bir giriş yapmamın sebebi Değerli Büyükelçilerimiz, Değerli Konuklar; güçlü bir demokrasi olmadan dinamik bir ekonomi ve etkin bir diplomasiyi temin edemeyiz. Türkiye’de demokratik süreçler işledikçe, Türkiye’de kendi milli iradesinden ve testinden geçmiş iktidarlar bu demokratik süreçler içinde politikalar belirledikçe, yurt dışındaki büyükelçilerimiz de başları daha dik olacaktır. Bazen özellikle şimdi demokratik süreçte de sıkıntı yaşayan ülkelerin dışişleri bakanlarını gördüğümde gerçekten üzüntü duyuyorum, hüzün duyuyorum, başları dik olamıyor. O zaman geçiş dönemlerinde bizim Büyükelçilerimizin ne hissettiğini bazen kıdemli Büyükelçilerimize soruyorum. Ne kadar zorluklar içinde geçtik.

 

Ülkenizde demokrasi varsa, ülkenizde insan haklarına saygı en üst düzeye çıkmışsa, yurt dışında da temsiliniz o kadar kolay olur. Ama ülkede bu konuda sıkıntılar yaşanıyor ise, dış temsilde de bazı zorlukların yaşanması kaçınılmaz. Rahmetli Turan Güneş’in Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclis’inde 12 Eylül sonrası yaptığı konuşma hala benim zihinlerimdedir. Biz demokrasimizi güçlendirdikçe uluslararası alandaki itibarımız artacak, insan hakları ve o çerçeve de demokratikleşme sürecimiz yeni ivme kazandıkça uluslararası alanda bize olan saygı daha da artacak.

 

İkinci kavram, dinamik ekonomi yine insan onuruna atıfla Değerli Büyükelçiler, Değerli Konuklar, vurguda bulunmak istiyorum. Bireylerin de, devletin de onuru ancak ve ancak kendine yeterlilik içinde bir ekonomik imkana sahip olmasıyla mümkündür. Eğer vatandaşlarınızın onurunu koruyacaksanız, onları belli bir asgari bir düzeyde bir ekonomik yeterliliğe sahip kılacaksınız. Eğer vatandaşlar tek tek ekonomik bakımdan yetersizse, zor şartlarda yaşıyorsa onurlarını koruması da zorlaşır. Devletlerde aynı şekilde ekonomisi güçlü olmayan devletlerin kendi onurlarını korumaları da zorlaşır. Şimdi ekonomimiz de son 10 yıl içinde kat edilen gelişmeyi hepimiz biliyoruz ama, çok az bilinen bir istatistiği sizinle paylaşmak istiyorum. 2002 yılında Türkiye’de günde bir doların altında yaşayan kişilerin oranı takriben yüzde 0.5, yüzde bir arasındaydı. Yani nüfusumuzun takriben yüzde beşi sadece günde 1 dolarla geçiniyordu. 2012’de bir doların altında kimse kalmadı. İki doların altında olanlar ise takriben yüzde üç-dört civarındaydı günde iki doların altında geliri olanlar 2002’de. Bugün iki doların altında geliri olan Türk vatandaşı kalmadı.

 

Dört doların altı - ki bu bir kritik eşiktir - bütün dünyada dört doların altı gelir paylaşımındaki adalet bağlamında çok çarpıcı. 2002 yılında günde dört doların altında geliri olan Türklerin sayısı yüzde 30’du. Bugün bu oran yüzde 2.3’e düştü. Türkiye’de ekonomi kalkınırken bunun gelir paylaşımıyla halka sirayet etmesi mümkün olmazsa demokrasiyi de tahkim edemezsiniz. Şu anda Türkiye uluslararası standartların üstüne çıktı gelir paylaşımı itibariyle. Dolayısıyla, ancak orta sınıfın güçlendiği toplumlarda demokrasi yaşayabilir. Kitlelerin büyük ölçüde günde 1-2-3 dolarların altında olduğu bir ekonomide demokrasi yeşermez, dış temsilde güçlü olunamaz. Bireylerin onuru da insan onuru da vatandaşların insan onuru da korunmaz. Son 10 yıl içinde büyük mesafe kaydedildi, inşallah önümüzdeki yıllarda Türkiye’de dört doların altında da kimse kalmayacak,  günlük geliri beş doların, 10 doların altında olan da, hedefimiz bu olmalı.

 

Yine bu sene için çarpıcı bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum, göz ardı edilen bir gelişmeyi. Devlet onuru da bir devletin kendi imkanlarıyla, kendi ekonomisini finanse edebilmesi, kendi siyasetini yönetebilmesi ve kendi diplomasini dünyada etkin kılabilmesiyle mümkün olur. Çok kolay bağımsız Türkiye sloganları atmak, çok kolay Türkiye hiçbir dış tesir altında kalmasın demek, ama borç alıyorsanız emir de alırsınız. Düyun-u Umumiye dönemlerinde - ki Düyun-u Umumiye binasında, lisesinde okumuş ve her zaman o büyük duvarlarda Düyun-u Umumiye’nin izlerini taşıyarak gençlik bilinci oluşmuş birisi olarak söylüyorum. İstanbul Lisesi eski Düyun-u Umumiye binasıydı. Öylesine görkemliydi ki, ben o binada hem haz alırdım okumaktan, ama her seferinde de Düyun-u Umumiye kasalarının bulunduğu o büyük kapı kasaları gördüğümde, buralarda hangi kaynakların nasıl saklandığı ve milleti, devleti nasıl belli politikalara mahkum ettiğini hep zihnimde tahayyül ederdim.

 

Değerli Arkadaşlar, kritik bir tarihtir 14 Mayıs 2013. Türkiye neredeyse 30 yıldır süren IMF’ye borç ilişkisini bitirdi. Çok ilginç bir senkronizasyondur, aynı gün, 14 Mayıs 1950’de de demokratik seçimlerle halkın iradesiyle ilk hükümet kurulmuştu. İşte bu, eğer dış borcunuz, bu anlamda başka ülkelerden aldığınız doğrudan borç sıfırlanmışsa, bağımsızlık o gün başlar, ekonomik bağımsızlık. Siyasi bağımsızlık tabii sürer.  Ama siyasi bağımsızlığın teminat altına alınması ve millet iradesinden kaynaklanan bir siyasi bir gücün kullanılması için ekonomik bağımsızlığın teminat altına alınması lazım.

 

İktidarımızın ilk yıllarında, Başdanışman olarak Sayın Başbakanımızla o ilk aylarda, 2002-2003’de 1 milyar dolarlık bir dilimin gelip gelmemesine dayalı olarak  borsada nasıl bir oynama olacak diye merak ettiğimiz günleri hatırlarım. Herhangi bir IMF memurunun, sıradan bir memurun Türkiye’de ismi Türkiye’deki bazı bakanlardan daha çok biliniyordu. Ne zaman gelecek, hangi bakanla görüşecek, Başbakanla görüştüklerinde ne karar alınacak diye 2001 yılında. Şimdi IMF memurlarının zaten gelmesine ihtiyaç yok, ama IMF’e vermeyi taahhüt ettiğimiz 5 milyar dolarlık katkı için biz oraya heyetler gönderiyoruz, nasıl kullanılacağına ve oradaki yönetim kurulunda ne kararlar alınacağına biz müdahil oluyoruz. Etkin diplomasinin ardındaki ekonomik temel göz ardı edilmemeli.

 

Bu kazanımlar Değerli Arkadaşlar, hiçbir gerekçeyle kaybedilmeli, bu kazanımlardan fedakarlık, feragat edilmesi düşünülmemeli. Küçük ihtilaflar sebebiyle elde edilen bu büyük kazanımlar, bu büyük ekonomik bağımsızlık riske edilmemeli. O kadar kırılgan bir dünya ekonomisi var ki, bu kırılgan dünya ekonomisinde bazen iç, bazen dış krizlerle Türkiye son 5 yıl içinde her türlü testten, sınavdan geçti. Elhamdülillah, her birinden de başarıyla geçti. Şimdi dünyanın değişik köşelerinde acaba Türkiye ekonomisinin ne kadar kırılgan olduğu veya önümüzdeki aylarda bazı krizlere ne kadar dayanacağına dair seçimlerle de endeksli analizler yapanlar çıkabilir. Hiç umutlanmasınlar. Bu millet bir kere demokrasiyi, milli iradeden kaynaklanan güçlü demokrasiyi ve ekonomik bağımsızlıktan kaynaklanan dinamik ekonomiyi tattı, duydu, hissetti. Bundan fedakarlık edeceğini de, bundan vazgeçeceğini de kimse bir an bile düşünmesin, kimse zihninden dahi geçirmesin.

 

Düşününüz, son 10 yıl içinde gayrisafi milli hasılamız 4 misli arttı, 800 milyar dolar civarında şu anda, satın alma paritesiyle 1 trilyon doları aştı. Kişi başına düşen gelir 3,5 misli artı, 10.500 dolar, satın alma paritesiyle 17 bin dolar civarında. Dış ticaret hacmimiz 400 milyar dolar. Dış ticaretimiz 150 milyar dolar, dışarıdan gelen yabancı yatırım 10 yıl içinde 130 milyar dolar. Döviz rezervimiz 130 milyar dolar. Sadece bu istatistikleri göz önüne aldığınızda dahi Türkiye’nin dinamik ekonomisinin nereye ulaştığını görmek mümkün. Sırtımızı güçlü bir demokrasiye, dinamik bir ekonomiye dayamışsak, işte etkin diplomasi öyle başlar ve etkin diplomasi dinamik ekonominin önünü açar, ekonominin dinamizmine dinamizm katar, demokrasisini de güçlendirir.

 

Dünyaya açılan, ufku geniş olan hiçbir ülke antidemokratik olamaz. Korkmadan kendisini ve insanlarını dünyaya açan hiçbir yapı tekrar tarihin geriye akması şeklinde bir akışla otoriter nitelikli yapılara dönüşemez.

Şimdi etkin diplomasiye gelebiliriz, güçlü demokrasi ve etkin diplomasi üzerinde, dinamik ekonomi üzerinde etkin diplomasimizin ne yönde seyrettiği ve gelecek vizyonumuzun ne olduğu meselesine.

 

Dinamik uluslararası konjonktür varsa, dinamik bir dış politika takip etmek zarurettir. Bizim burada dinamizmimizin en önemli kaynağı nedir? Dinamizmimizin en önemli kaynağı, insan kaynağımızdır. Bu insan kaynağını doğru yönetmek, bu insan kaynağını uluslararası alanda seyrüsefer halinde tutmak ihtiyacı vardır. Eski devlet anlayışlarının çoğunda, otoriter anlayışlarda, insan, vatandaş veya tebaa göz önünde olmalı ve meskun olmalı ki, kontrol edilebilsin. Onun için olağanüstü dönemlerde hep seyahat sınırlamaları gelmiştir. Biz ise aksini düşünüyoruz, biz ise 75 milyonun her bir ferdi ne kadar çok hareket ederse Türkiye içinde veya dünyada, o kadar çok değer üretir diye düşünüyoruz, risk üretir diye değil.

 

Dışişleri camiamız bunu çok iyi biliyorlar. hareket eden vatandaşlarımızdan kimi zaman kaçırılanlar oluyor, kimi zaman istemediğimiz olaylarla karşılaşanlar oluyor. Hepimiz bunlarla gece-gündüz mücadele ediyoruz ve elhamdülillah şu ana kadar da 178 vatandaşımızı burnu kanamadan zor şartlardan aldık getirdik; yarın da onlarla görüşeceğiz.

 

Ama hareket eden insanlarımızda bazı sıkıntılar oluyor diye insanların hareketini durdurduğunuzda toplumsal dinamizm durur. Madem ki dünya dinamiktir, madem ki tarih dinamik bir şekilde akıyor, bizim insanımız da bu dinamizme ayak uyduracak bir tarzda donanmalı ve bu dinamizmin içinde dinamik bir şekilde seyrüsefer halinde olmalı. Çünkü büyük risklerle karşı karşıyayız. Bakın 20. yüzyılın son 10 yılına, dünya, uluslararası sistem, diplomasi ve hükümetlerle girmişti. Bu 10 yıl içinde demokrasi yaygınlaşacaktı, özgürlükler - hani Fukuyama’nın meşhur “tarihin sonu” teziyle Berlin Duvarının yıkılış günlerindeki o heyecanı hatırlayın - liberal demokrasi yayılacaktı, ekonomik kalkınma olacaktı. Ama 21. yüzyılın ilk 14 yılına baktığımızda maalesef tam aksi bir trend görüyoruz. 11 Eylül olaylarıyla başlayan, arkasından Irak, Afganistan müdahaleleri, küresel ekonomik kriz, Avrupa krizi ve nihayet Arap Baharıyla devam eden çok yoğun krizlerin yaşandığı, meydan okumaların ortaya çıktı bir dönem. Böyle bir dönemde diplomasimizin duruş sahibi ve etkin olması şart.

 

Duruş sahibi olunmasından kastım ne? Duruş sahibi olunmasından kastım - yine başta kullandığım sihirli kelimeye dönüyorum - insan onuruna saygı. İnsan onuruna, dünyanın her bir köşesindeki, hangi renkten, hangi mezhepten olursa olsun, hangi dinden, insan onuruna saygıyı göstermeyen bir diplomasi duruş sahibi de olamaz, etkin de olamaz, saygın da olamaz.

Niye bugün genel bir karamsarlık var? Çünkü şöyle düşünün: İkinci Dünya Savaşı sonrasında - ki ona özellikle geleceğim - bugünkü uluslararası sistem oluştuğunda İkinci Dünya Savaşında insan onuruna aykırı, insan onurunu ayaklar altına alan holokostlarla, soykırımlarla yok eden bir ideolojiyle mücadele edildi; Nazi ideolojisi ve faşizm. Sonra Avrupa Birliği bütün bu tecrübelerden hareketle temel bazı değerler etrafında biraraya gelme süreci başlattı; uzun ve çetin bir süreç. Biraz sonra Avrupa Birliği bağlamında üzerinde duracağım.

 

Ama Avrupa Birliği’nin ve bütün bu süreçlerin başarısının ilan edildiği Berlin Duvarının yıkılışından sonra 3 olay var ki, uluslararası sistem insan onuruna saygıyı kaybetti: Bosna, Ruanda ve Suriye. Buralarda yaşananlar uluslararası sistemin, o İkinci Dünya Savaşı tecrübesiyle oluşmuş o acı tecrübeler üzerine inşa edilmiş sistemin zaaflarını da ortaya koydu.

 

Bosna’da bir halk 3 yıl sürekli bir etnik kıyıma maruz bırakıldı, Birleşmiş Milletler sistemi çok sonra devreye girebildi. Ruanda’da etnik temizlik oldu ve burada birçok büyük ülkenin politikaları sorgulandı. Şimdi Suriye’de insan onuruna sahip çıkmayan hiçbir çözüm, hiçbir politika geleceği belirleyemez.

 

Bizim duruşumuzun temel ilkesi, insan onurunu öne çıkarmasıdır, bunu savunmasıdır, dünyanın her yerinde bunun mücadelesini vermesidir. Ben emekleri geçen bütün Büyükelçilerimize - ki sonra bazı örneklerini size arz edeceğim, bazı diplomatlarımızın gerçekten fedakarane örnekleri, genç diplomatlarımızın – teşekkür ediyorum.

 

Ama son 10 yıl içinde Türkiye’nin dış politikasında insanlık onurunun dışına çıkan veya insan onuruyla çatışan herhangi bir adım, herhangi bir inisiyatif olmamıştır. Ama aksine, medeniyetler ittifakıyla, arabulucular girişimiyle, onlarca arabuluculuk örnekleriyle, barış çabalarıyla, Somali’de yaptıklarımız o büyük insani yardımlarla, Myanmar’a sahip çıkışımızla, Filistin’in devlet olarak tanınmasıyla, hangi meseleyi ele alırsanız alın, biraz önce zikrettiğim o büyük dini ve siyasi öncüler neleri savunmuşsa, biz onları savunduk. İnsanlık tarihinde kimler insan onuruna sahip çıkmışsa, onların savunduğu değerleri bugün Türkiye Cumhuriyeti her yerde onurla savunuyor. Bu da etkin diplomasimizin dayandığı temel hususlardan biri.

 

İnsanımıza güveneceğiz, ülkemiz insanının hiçbirini içeride ve dışarıda tehdit olarak tanımlamayacağız, hiçbir diasporayı içeride ve dışarıda tehdit olarak görmeyeceğiz. Geçen sene özellikle sözde soykırım iddiaları konusunda yaptığım konuşmaya tekrar atıfta bulunuyorum, hiçbir diaspora bizim için tehdit veya düşman diaspora değildir. Büyükelçiliklerimiz herkese açık. Gönlümüz herkese açık, yeter ki insan onuru ortak paydasında hep beraber geleceği inşa edecek çabalar içinde olalım. Bu anlamda, Dışişleri Bakanlığımızda ve hariciye camiamızda gerçekleşen olağanüstü değişimi ve yenilenmeyi, kendi içinde yeni mekanizmalarla bunu güçlendirmeyi bir kez daha sizin takdirlerinize sunuyorum.

 

Sadece e-vize yoluyla insana duyduğumuz saygının olağanüstü örneklerini verdik. Şu anda Türkiye’ye gelmek isteyen - bazı vatandaşlarımız bazı büyükelçiliklerde bekliyor ama - şu anda Türkiye’ye gelmek isteyen herkes özgür bir ülkeye rahatlıkla girebilmenin hazzını 2,5 dakikada e-vize sistemi üzerinden aldığı vizeyle elde edebiliyor, 2-2,5 dakikada. Bir devletin etkinliğini ve aynı zamanda insana duyduğu saygıyı gösteren bir örnektir ve her yerde büyük takdir alıyoruz. Çünkü insana saygı ölçeğinde, kendi insanımıza da, bütün dünya vatandaşlarına da bu saygıyı uygulamak sorumluluğunu hissediyoruz üzerimizde.

 

Şimdi bakınız, bu anlamda etkin diplomasimizin 4 ayağı üzerinden sizlerle fikirlerimi paylaşmak istiyorum.

 

Birincisi; Avrupa Birliği ve Transatlantik ayağı. Biraz önce zikrettiğim, nasıl Avrupa Birliği İkinci Dünya Savaşında insanlık dışı ideolojilerin ortaya çıkardığı büyük katliamlardan ders alarak kendi içinde yenilenmeye, bir reforma ve bunun ötesinde yeni kurumlarla değerler bütünü oluşturmaya yönelmişse, biz de bütün çevre bölgelerde kendi kadim değerlerimizle modern değerleri eşleştirerek, kaynaştırarak Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Orta Asya’da, Ortadoğu’da insan onurunu esas alan bir politikayı dokumak zorundayız. Bunu savunmak yayılmacı bir politika değildir. Bunu savunmak, Osmanlıcılık gibi geçmişten gelen bağları savunmak değildir. Biz tarihimizle her zaman gurur duyduk, duymaya devam edeceğiz ama gelecek bugünkü realiteler üzerinde kurulur. Bunu savunmak, yani Ortadoğu’da da, Balkanlar’da da, Kafkaslar’da da, Orta Asya’da da halkların eşit iradeleriyle kurulan, insan onurunu ayakta tutan yeni yapılar ortaya çıksın düşüncesiyle dış politika geliştirmek, bu anlamda aslında insanlığın diğer coğrafyalarda yaşadığı örneklerden hareket ederek yeni çözüm yolları bulmak demektir.

 

Avrupa Birliği’yle ilişkilerimiz bu çerçevede önemli stratejik ilişkilerdir. Biz bir taraftan kendi içinde değişim yaşayan, dönüşüm yaşayan, devinim yaşayan ekonomik anlamda da, siyasal anlamda da Avrupa’nın bir parçasıyız, Avrupa tarihinin bir parçasıyız. Bu bizim öyle ve böyle tercihimiz değil, tarihimizin bir parçasıdır, realitenin bir parçasıdır, aynı zamanda da siyasi tercihimizdir. Ama bunun yanında, Asya’nın da, Afrika’nın da, komşu bölgelerin de asli unsuruyuz. Avrupa’da oturup Ortadoğu’ya, Orta Asya’ya oryantalist bir bakışla bakmayız, biz o tarihin de bir parçasıyız. Öte yandan, Ortadoğu’da, Orta Asya’da, Kafkaslar’da oturup Avrupa’ya bir başka dünya diye de bakmayız, karşı taraf diye de bakmayız, çünkü biz Avrupa’nın da parçasıyız. Ve bu bizim en önemli kazanımlarımızdan, en önemli özelliklerimizden, özgün niteliklerimizden biridir. Nasıl moderniteyle gelenek arasında bir sentezimiz var, Avrupa, Asya, Afrika ilişkilerinde de bu anlamda merkezi ve karşılıklı etkileşim içinde özel konumumuz var.

 

Bu bakımdan, Avrupa tarihinin bir parçası olmak ve Avrupa Birliği’nin müzakere yürüten ülkesi olmak açısından belki de 2013 yılının en önemli gelişmesi vize muafiyeti konusunda attığımız adımdır.

 

Yine insan unsuruna dönmek istiyorum. Kendi insanınıza dünyada ne kadar başı dik, özgür bir şekilde dolaşma imkanı sunuyorsanız, o kadar saygı duyuyorsunuz demektir. Bakın, 60 yıllık Türkiye-Avrupa Birliği serüveninde hiçbir zaman bu noktaya gelinemedi, 75 milyonun Avrupa’nın her şehrine özgürce gidebileceği bir sürecin önü açılmadı. Ben 1995’in sonunda akademik hayattayken, Gümrük Birliği Anlaşması’nın serbest dolaşım olmadan imzalanmasına akademisyen olarak şiddetle karşı çıkmıştım. Dışişleri Bakanlığı görevini aldıktan sonra da arkadaşlarıma verdiğim ilk talimat, her ne surette olursa olsun bizim kıtamızda olan Avrupa’da 75 milyonun serbestçe dolaşabilmesi imkanını sağlayalım. Şimdi vize muafiyetiyle başlıyor, daha ileride inşallah tam üyelik sürecinde başka adımlarla, ama en geç 3-3,5 sene sonra 75 milyon vatandaşımız Avrupa’nın herhangi bir yerine vizesiz seyahat etme imkanı tanınacak. 2013’ün aynen IMF’nin ekonomide yaptığı etki gibi en önemli olaylarından biri sağlanan bu imkandır.

 

Yine Avrupa Birliği içinde bütün engellemelere rağmen, Kıbrıs’ta uygulanan çifte standartlara rağmen - ki son dönemde Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Kıbrıs sorunun çözümü konusunda ne kadar samimi olduğu onlarca kez tekrar tekrar teyit edilmiştir bütün muhataplarımızca.  Kıbrıs sorunun çözümü konusunda bundan sonra yine proaktif tutumumuzu sergileyeceğiz, ama bir taraftan da Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Kıbrıslı Türk kardeşlerimizi dünyada başı dik dolaşır kılacağız. Onun için, aynen Türkiye’de olduğu gibi Kuzey Kıbrıs’ta da kişi başına gelir 15 bin, 16 bin dolar civarına çıktığı için bugün Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti daha sağlam bir şekilde ayaktadır.

 

İnşallah Nisan ayında Anadolu’yu bu kez su borusuyla Kıbrıs’a ebediyen bağlayacağız. Mesele, Kıbrıs konusunda nutuk atmak, hamasi şeyler söylemek değildir. Mesele, Kıbrıs konusunda dünyada haklılığımızı gösteren etkin bir diplomasi yürütmek ve Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu ekonomik imkanlar ve doğal kaynaklarla öylesine bezemek ki, kimse Kuzey Kıbrıs Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Kıbrıslı Türklere parya muamelesi yapamasın.

Şimdi Kıbrıs’tan kaynaklanan bütün bu sıkıntılara rağmen, Avrupa Birliği sürecini hızlandırmak için olağanüstü bir aşkla çalışıyoruz. Çünkü biliyoruz ki, Türkiye Avrupa Birliği üyesi olduğunda Avrupa için de büyük bir değerdir, bütün çevre bölgeleri için de yeni bir ilham kaynağıdır. Onun için yeni fasılların açılması, özellikle de 23 ve 24. faslın bir an önce açılması için çaba sarf ediyoruz. Dün Fransa Dışişleri Bakanıyla bunları tekrar tekrar konuştuk. İnşallah Cumhurbaşkanı Hollande geldiğinde bunlar tekrar ele alınacak. Sayın Başbakanımızın 20 Ocak’ta Brüksel ziyareti var. Avrupa Birliği’yle ilişkiler önümüzdeki dönemde temel dış politika, etkin dış politikanın temel bir ayağı olarak sürecek.

 

Öte yandan, NATO ve Transatlantik Ekonomik İşbirliği konusunda da ilişkilerimizin ve tutumumuzun aynı etkinlikte süreceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır. Amerika Birleşik Devletleri’yle ilişkilerimiz bu çerçevede belki de modern dönemin en kurumsallaşmış ilişkileridir. Dün Sayın Kerry’le birlikte bir basın toplantısı ve öncesinde de bir görüşme yaptık, çok sık aralıklarla görüşüyoruz, Sayın Başbakanımız Sayın Obama’yla, Sayın Cumhurbaşkanımız yine Sayın Obama’yla sürekli iletişim içindeler. Her ne sebeple olursa olsun küresel bir güç olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin gittikçe yükselen bir güç haline gelen Türkiye’yle ilişkileri bundan sonra da sadece ikili bağlamda etki anlamında değil, dünya politikasının gelişiminde de önemli etki yapmaya devam edecek.

 

Etkin diplomasinin ikinci ayağı, komşu ülkeler ve bölgelerle ilişkilerimiz.

 

Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’yle ilişkiler eskiden beri kurumsallaşmış ilişkilerdi Transatlantik’te. Bölge ülkelerle ilişkilerimiz ise, çevre bölgelerle, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde birçok meydan okumayla karşı karşıya kaldı, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Irak müdahalesiyle Irak’ta. Son 10 yıl içinde komşu ülkelerle ilişkilerimizde devrim mahiyetinde gelişmeler yaşadık. Bu hem siyasi ilişkiler bağlamındadır, gururla ve tekrar teyiden söylüyorum, hem ekonomik ilişkiler bağlamındadır, hem de kültürel ilişkiler bağlamındadır.

 

Komşularla sıfır sorun ilişkisi konusunda bizim kavramlarımızla bizi eleştirmeye kalkan çevreler oluyor. Ama bir baksınlar istatistiğe, 2004 yılına kadar Türkiye’nin en büyük komşusu olan Rusya’dan Türkiye’ye bir devlet başkanı ziyareti olmadı tarihte. 2004 yılından bugüne kadar ise her sene en az bir kere karşılıklı ziyaret yapılıyor, son 4 yıl içinde de yüksek düzeyli işbirliği konseyi kuruldu ve dış ticaretimiz neredeyse 10 misli arttı ve ortak kabine toplantıları yapılıyor. 2004’ten bu yana Rusya Cumhurbaşkanlarının Türkiye’yi ziyaret etmediği yıl neredeyse yok. Bu mu komşu ülkelerle sıfır sorun ilişkisinin eleştirilecek yönü? Hani Rusya’yla Soğuk Savaşta da karış kutuptaydık, tarihte de sıkıntılarımız oldu diye bakıldı.

 

Yunanistan’a bakın, bütün Cumhuriyet tarihi boyunca karşılıklı ön yargılarla neredeyse birbirimize dünyayı dar ettik. Büyükelçilerimiz çok iyi bilir, Yunanistan bir yere aday olduğunda biz onu engelliyorduk, bir yere biz aday olduğumuzda o bizi engelliyordu. Batıdan, Amerika’dan bize gelen ziyaretlerde bir önce Atina’ya uğrayalım da sonra Ankara’ya gidelim deniyordu, şimdi böyle bir karşılaştırma yapılıyor mu? Bütün Cumhuriyet tarihi boyunca 35 anlaşma imzaladığımız Yunanistan’la, hani komşu ülkelerle sıfır sorun ilişkisi krizde denilen son 4 yıl içinde iki YDSK toplantısında 50 anlaşma imzaladık ve her yıl düzenli olarak Yunanistan başbakanı Türkiye’ye geliyor. Yine 80’li yılları hatırlarsanız, rahmetli Özal Yunanistan’a gitti diye ne kadar devrim mahiyetinde bir adım olarak nitelendi. Şimdi Türkiye’yle Yunanistan arasındaki karşılıklı ziyaretler neredeyse rutine bindi. 90’lı yıllarda kaç Türk Başbakanını Yunanistan’a gitti, kaç Yunan Başbakanı Türkiye’ye geldi? Ama şimdi bakınız, daha 2 hafta önce ben Yunanistan’daydım, Yunan Dışişleri Bakanı bana bu sene içinde 3 kez geldi, karşılıklı olarak ziyaretlerimiz en iyi şekilde devam ediyor.

 

Bunu her yere sirayet ettirebilirsiniz. İran için de durum böyledir. Bütün bu komşu ülkelerle kurduğumuz YDSK’lar, şu anda 16 ülkeye çıktı, yüksek düzeyli stratejik işbirliği konseyleriyle Türkiye’nin İran’la, Rusya’yla, Azerbaycan’la, Kazakistan’la ve Mısır’la dış ticareti 10 misli artmıştır arkadaşlar, 8 ila 10 misli.

Şimdi baktığımızda, 13 komşu ülkeyle dış ticaretimiz 2002’de 13 milyardı, şu anda 98 milyar, sorunların minimize edilmesi ve karşılıklı iradeyle rahatlıkla konuşulabilir olması dolayısıyla.

 

Tabii çevre coğrafyalarımız bizim İskandinavya ya da Kuzey Amerika kadar rahat coğrafyalar değil, bütün tarihin aktığı coğrafyalar. Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu, Orta Asya’da, 90’lı yıllarda Balkanlar’la ilgili yaşadığımız büyük meydan okumalarla şimdi Ortadoğu’da karşı karşıyayız.

 

Şimdi tekrar aynı şeye dönerek söylüyorum, Arap Baharı sonrasında takip ettiğimiz politika dolayısıyla bizi eleştirenlere söylüyorum, insan onuru eğer bütün siyasetin ve düşüncenin ve sosyal hayatın temeliyse, insan onuru adına Suriye’de keskin nişancılarla, tanklarla, toplarla, Scud füzeleriyle, hava bombardımanıyla, kimyasal silahlarla, varil bombalarıyla yok edilmeye çalışılan bir halkın yanında durmak mı insanlık onuruna uygun ve daha saygın, yoksa bu insanlık suçlarını işleyen rejimin yanında durmak mı?  Çok açık ve ilkeli bir tutum sergiledik, bugün bunu fark etmeyenler yarın dünyanın her yerinde bu politikayla övünecekler, bundan eminim.

 

Nasıl 90’lı yıllarda Miloseviç’in yanında durmamız insanlık onuruna aykırı ise - ki orada hava bombardımanı, kimyasal silah ve Scud füzeleri kullanılmadı - bugün de Esad rejimi ve benzerlerinin yanında durmak o kadar insanlık onuruna aykırıdır.

 

Dışişleri camiamıza bu anlamda bir talimat mahiyetinde söylüyorum. Her yerde insanlık onuruna ve bu onur adına ortaya çıkan meselelere sahip çıkınız, öncülük ediniz, hiç çekinmeyiniz. Kim ne derse desin, biz mazlumların, biz onuru zedelenmiş insanların, biz ekmek bulamayan Somalilerin, biz her türlü baskı altında uluslararası sistemin cevabını veya çözümünü bekleyen bütün kesimlerin kardeşiyiz, dostuyuz ve o meselelere sahip çıkmak kararlılığındayız.

 

Ortadoğu’daki gelişimler büyük sancıları beraberinde getiriyoruz. Şunu bir kıyas olarak sizlere arz etmek isterim: Düşününüz, bazen Arap Baharı ve sonrasındaki gelişmelerin “kışa” döndüğü şeklinde haklı olarak kaygılar dile getiriliyor. Arap Baharını Türkiye başlatmadı, Türkiye’nin iradesiyle de başlamadı, ama Türkiye’den ilham olanlar oldu Arap dünyasında. Aynen İstiklal Harbimizden ilham alan mazlum milletler olduğu gibi, Türkiye’nin demokrasisinden, Türkiye’nin kalkınma başarısından, Türkiye’nin her yerde Filistin’i başı dik bir şekilde Davos’tan, Filistin’in tanındığı Birleşmiş Milletler oturumuna kadar savunan Türkiye örneği ve Sayın Başbakanımızın bu anlamda topladığı takdirden ilham alanlar oldu, bundan sonra da olacak. Biz ilham vermeye mümkünse devam edeceğiz. Ama bunu, birine ilham vermek, birine bir şey dayatmak adına değil, o insanlarla yaşadığımız kader ortaklığı sebebiyle.

 

Ama biz başlatmadık Arap Baharını, herhangi bir ülke halkına da kalkın şu taleplerde bulunun demedik. Ama onlar bu taleplerde bulunduğunda, o talepler bizim demokrasimizin temel ilkeleriyle uyumluysa, o talepler 75 milyon Türk halkının kendisi için istediği taleplerle uygunsa, biz onun karşısında duramazdık, onun için Mısır’da askeri darbeye karşı çıktık, onun için Suriye’de böyle bir yönetime karşı çıktık.

 

Şu kıyaslamalar yapılıyor: Realist politikayı niye takip etmiyorsunuz? Aslında dedikleri şey şu: Realizm adına Gazze’ye bombalar yağdığında sessiz durun, Halep bombalandığında sessiz durun ve realite neyse onu yapın. Arkadaşlar, bu realitelerden hareket edilmiş olsaydı, bizim İstiklal Harbimizi destekleyen o fakir Hintlilerin gerekçesi olmazdı, onlar da realite gereği kendilerinin başında bulunan o çok güçlü sömürge devletlerinin yanında durur, İstiklal Harbine kıt kaynaklarıyla, ellerindeki her şeyi göndermezlerdi.

 

Tarihi belirleyecek olan unsur, güçlünün yanında, realitenin yanında olmak değil, tarihi belirleyecek olan unsur insanlık onurunun ve insanlığın yanında olmak, hakkın ve adaletin yanında olmaktır. Zorluklarla karşılaşırsınız, ama başınız eğik olmaz. Kıs dönemde realite adına zulümlere boğun eğenler ise kısa dönemde başlarını kaldırabilirler belki ama en azından değişik forumlarda değişik şekillerde konuşarak bir müddet daha diplomasi yaptıklarını zannederler ama, orta dönemde mahcup olurlar.

 

Aliya İzzet Begoviç’ten bahsettim, evet, Aliya İzzet Begoviç o şanlı mücadelesini yürütürken Türkiye’de bazı köşe yazarları Miloseviç’le mülakat yapıp, Aliya İzzet Begoviç’i İslam radikalisti, aşırıcısı diye ihbar etmişlerdi. O köşe yazarları hala yazıyorlar ve hala bizi eleştiriyorlar. Ama açsınlar o yazdıkları yazıyı okusunlar, Miloseviç’in nerede olduğunu, Aliya’nın cenazesinin ise aynen Nelson Mandela gibi nasıl büyük ihtiramla kalktığını bir kez daha görsünler.

 

Biz Suriye halkının yanında olduk, olacağız. Nasıl Maraş ve Antep şanlı direnişlerinde Halepliler bizimle bunu hissetmişlerdi, Halep varil bombaları altında inlerken hala Beşar Esad’ın yanında pozisyon almaya çalışanlar, sırf bizi yıpratmak için bu politikayı sürdürenler, bunları sürdürebilirler ama biz hiçbir zaman Halepliyi, Deralıyı, Deyrizorluyu, Şamlıyı yalnız bırakmayacağız.

 

Bu konuda tabi ki realist politikalar da takip edeceğiz. Realizmden kopmak anlamına gelmiyor bu. Onun için son 3 gündür realist bir diplomasiyle Paris’te Suriye’nin Dostları Grubu ile Suriye Ulusal Koalisyonu birlikte rasyonel bir diplomasiyle Suriye’ye nasıl çözüm bulunabilir diye çaba sarf ediyoruz. Onun için aylarca Beşar Esad’ı bu yola girmemesi için ikna etmeye çalıştık. Bugün Suriye politikasında etkili olduğu düşünülen ülkelerin çoğu hiçbir müdahalede bulunmazken, hiçbir telkinde, hiçbir çabada bulunmazken, biz 2011 yılını Beşar Esad’a, “aman şu sonuçlar doğmasından korkuyoruz, orduyla halkını karşı karşıya getirme diye” yalvararak geçirdik. O zaman ortada - şimdi isimlerini zikretmeyeyim - Suriye’de etkin olduğu düşünülen ülkelerin hiçbiri yoktu. Neredeydiler o zaman? Niye bizimle birlikte Beşar Esad’ın bu yanlış politikalarına dur demek için çaba sarf etmediler? Şimdi rasyonel diplomasi zamanı, doğrudur.  Cenevre-2’de de başarılı olması için gece-gündüz çalışıyoruz, elimizden gelen katkıyı göstereceğiz. Ama rasyonalizm adına, realizm adına insanlık onuruna sahip çıkmayan bir diplomasinin etkin olmayacağını da bileceğiz.

 

Etkin diplomasi saygın diplomasidir. Bu saygınlığı kaybettiğiniz anda etkinliğiniz de zayıflar. O bakımdan, tabi samimi eleştiriler her zaman demokrasi içinde olur. Ama yanı başımızda, Değerli Arkadaşlar - geçenlerde Türkiye İhracatçılar Meclisi’yle toplandığımda da zikrettim - yanı başımızda Ortadoğu’nun modern dönemdeki en kanlı savaşının yürüdüğünü unutmayalım.

Bakınız, İran-Irak Savaşını bir kenara koyalım, orada çok büyük insan kayboldu, 10 yıla neredeyse sirayet eden bir savaştır. Şu anda Suriye’deki insan kaybı 1967 savaşından, 48 savaşından, 73 savaşından, 14 yıl süren Lübnan iç savaşından daha fazladır. Yanı başımızda böylesine bir ateş yanıyor, elhamdülillah, Türkiye’de ne ekonomi, ne siyaset, ne kültürel hayat böyle bir ateşin, böyle bir krizin izlerini taşımıyor.

 

Burada, bu aziz milletin engin vefasına ve engin misafirperverliğine, derin irfanına bir kez daha şükranlarımı iletmek istiyorum. Özellikle Hataylıların, özellikle Anteplilerin, Urfalıların, Kilislilerin, Maraşlıların, Adanalıların, bütün o mültecileri ağırlayan o aziz şehirlerin, bütün hemşerilerinin ellerini sıkıyorum, küçüklerse alınlarından, büyüklerse ellerinden öpüyorum.

 

Onların o fedakarlıkları suretiyledir ki, bugün Türkiye insan hakları ve mülteciler konusunda bir destan yazmaktadır. 700 bin Suriyeli kardeşimizi ağırlıyoruz, elhamdülillah herhangi bir yerden sosyal bir tepki bu anlamda gelmiyor; gelenler çok önyargılı tepkiler. Çünkü bu millet bilir, bu millet Balkan muhaceretini bilir, 1912’de İstanbul’da nasıl ağırlandığını, bu millet bilir Bulgaristan’da soydaşlarımıza baskı yapıldığında 1980’li yıllarda nasıl karşılandığımızı, bu millet bilir Kürt kardeşlerimize Irak’ta baskı yapıldığında nasıl karşılandığını. Ama en organize, en etkin karşılama, ağırlama bugünkü Hükümet döneminde oldu, Suriyeli mülteciler en iyi şartlarda 2,5 senedir bizim misafirimiz olarak kalıyorlar.

 

Hep söyledik, biz böyle bir dönemde kişilerin etnik geçmişine, mezhebine bakmayız. Türkiye Macar mültecilerini ağırladı, Polonezköy’ü kuran Polonyalıları ağırladı, Troçki’yi ağırladı, Humeyni’yi ağırladı, bugün de Suriye’den ister Sünni, ister Nusayri, ister Müslüman, ister Hıristiyan, ister Arap, ister Türkmen, ister Kürt gelsin başımızın üzerine yeri var, gönlümüzde yeri var. Elhamdülillah ki bütün bunları karşılayacak kudrette bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti var. Allah bu millete ve bu devlete zeval vermesin ki, biz muhtaç olmadığımız gibi başkalarına dostlarımızı da muhtaç etmeyelim, bize dönüp bakanları da hiçbir zaman hiçbir gücü muhtaç etmeyelim. Bu ahlaki ilkesel politikamız rasyonel politikayla birlikte sürecek.

 

İran P5+1 nükleer görüşmelerine en fazla desteği son 4 yıl içinde kim verdi? Çok daha iyi şartlarda, Tahran Anlaşmasını yaptığımızda bizi eksen kaymasıyla suçlayanlar şimdi çok daha detay görünen bir anlaşma gerçekleştiğinde Türkiye devre dışı kalıyor diye suçluyorlarsa, burada iyi niyet aranmaz. Biz İran’ın uluslararası sisteme bir an önce angaje olmasını istiyoruz, bütün komşularla olduğu gibi. Ne gerekiyorsa da - dün Sayın Kerry’le konuştum, geçen hafta Sayın Cevad Zarif geldiğinde de görüştük - ne gerekiyorsa, ne destek gerekiyorsa vereceğiz P5+1İran görüşmelerinin başarıya ulaşması için. Çünkü hiçbir komşumuzun dışlanmasını, yaptırımlara maruz kalmasını istemeyiz.

Bu çerçevede, tabi gündemde daha çok Ortadoğu olduğu için onlar üzerinde durdum, ama hepiniz biliyorsunuz Kafkasya’da, Orta Asya’da yaptıklarımızı. Türk Konseyini kurduk 20 yıllık rüyayı gerçekleştirdik, bütün Orta Asya’daki ülkelerle yüksek düzeyli stratejik işbirliği konseyleri kurduk. Bu yüzyılın en önemli enerji projelerinden birini, TANAP’ı can Azerbaycan’la inşa ediyoruz. Kazakistan’la ilişkilerimizin geldiği düzey belli. Balkanlar’da her bir köyde, her bir sokakta, her bir şehirde TİKA’mızla, Yunus Emre Vakfımızla, Büyükelçilerimizle varız. Ortak tarihimizin güzelliklerini keşfetmek için Balkan halklarıyla omuz omuza birlikte yürüyüşümüze devam edeceğiz.

 

Nihayet etkin dış politikanın 3’üncü alanı olarak yeni açılım alanları, yani Afrika, Latin Amerika, Asya. Bakınız, Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir Avrasya devleti olarak bilinirdi. Biz buna son 5-6 yıllık söylemimizde artık Türkiye Afro-Avrasya devletidir diyoruz, çünkü bütün insanlık tarihinin ana kıtasının merkezinde bir konumdayız. Onun için Afrika’ya büyük bir açılım sergiledik ve bu süratle de devam ediyor, hiçbir aksama olmadan. Daha geçen hafta Perşembe günü Ankara’daki mukim Afrika ülkeleri Büyükelçileriyle toplandık, TBMM Dostluk Grubu başkanlarımızla birlikte. 27 Afrika Büyükelçiliği var şu anda Türkiye’de, bundan 4-5 sene önce sadece 10 civarındaydı. Bizim ise 35 Büyükelçiliğimiz var Afrika’da, en fazla temsil edilen birkaç ülke arasına giriyoruz.

 

Afrika’nın her yerinde açtığımız büyükelçiliklerimizin hedefi bellidir. Bir; şanlı bayrağımızı oralarda dalgalandırmak,  görünür kılmak. İki; Afrika halklarıyla kader birliği geliştirmek, oraya bir ekonomik çıkar saikiyle sadece gitmiyoruz.

Onun içindir ki güzel bir örnek olarak, Eritre’ye atadığımız Fırat Bey Asmara’ya bu sene göreve başlamak için gittiğinde, Eritreli yetkililerinin, herkes Asmara’da büyükelçilik kapatırken siz açtığınız, dünyada bizim terk edilmediğimizi anladık demesinin arkasında da bu var. Hangi kökenden olursa olsun bunu sürdüreceğiz. Üç; Afrika 21. yüzyılın yükselen kıtası olacak, kaynaklarıyla vesairesiyle, özellikle 21. yüzyılın ikinci yarısında. Şimdiden biz,  bir yüzyıl sonrası için, Afrika’da her yerde ekonomisiyle, iş adamlarıyla bulunan bir ülke konumu kazanmamız lazım; bu uzun soluklu bir yürüyüştür. 90’lı yıllarda ekonomik imkansızlıklar sebebiyle başlatılan Afrika, Latin Amerika açılımları akim kaldı, ama şimdi akim kalmıyor, çünkü arkasında dinamik bir ekonomi var. 6 sene önce Etiyopya’da bir Türk şirketi vardı, 50 milyon dolar yatırımımız vardı, şimdi 341 Türk şirketi var, 3,5 milyar dolar yatırımımız var. Bu şeylerimizi geliştireceğiz. Türk Hava Yolları Afrika’ya 38 noktaya uçuyor ve şu anda Afrika’da en fazla noktaya uçan ikinci hava yolu şirketi niteliği kazandı. Daha 5 sene öncesine kadar Türk Hava Yolları’nın Afrika’daki uçuş noktaları çok sayılıydı. Tebrik ediyorum Türk Hava Yollarını.

 

İşte bir milletin bütün kurumlarıyla ayağa kalkmasının güzel bir örneği. Özel bir şirket, ama devletin stratejik vizyonuna uyum sağlayabiliyor. Biz de Türk Hava Yolları’nın önünü açıyoruz her gittiğimiz yerde, Panama’yla son olarak görüştük, Kosta Rika’yla görüştük. Türk Hava Yolları’nın bir yere ulaşması bizim ulaşmamız demek. Türk şirketlerinin bir yerde ihale alması, orada kökleşmesi, bizim oraya hem katkımız, hem oranın kaynaklarıyla bütünleşmemiz demek.

 

Bütün Büyükelçilerimiz, özellikle yeni açılan yerlerde, Afrika’da, Latin Amerika’da, Asya’da, altyapıyı tamamlayacaklar, anlaşmaları tamamlayacaklar, oradaki her bir şirketimizin, her bir kurumumuzun yardımcısı olacaklar ve oluyorlar. Tebrik ediyorum, teşekkür ediyorum bütün Dışişleri camiasına.

 

Dünyada hiçbir Dışişleri Bakanlığı 3-4 yıl içinde bir kıtada 23 Büyükelçilik açıp da; toplamda 35 Büyükelçilik, Asya ve Latin Amerika’yla birlikte, aynı zamanda da böylesine krizlerle boğuşma dinamizmi gösteremez. Hem her gün Suriye’yle gece-gündüz uğraşacaksınız, Suriye veya bölgedeki gelişmelerle, ama o arada vizyonunuzu kaybetmeyeceksiniz. Afrika aynı hızla devam edecek, Latin Amerika aynı hızla devam edecek, Asya aynı hızla devam edecek.

 

Sayın Başbakanımız Japonya’da, Malezya’da, Singapur’daydı. Bir bakın, Japon Başbakanları Türkiye’ye ne kadar aralıklarla gelmişler son 20-30 yılda. Japonya Başbakanı geçen sene 2 kez Türkiye’ye geldi, bu senede hemen Başbakanımız mukabilde bulundu. Büyük projelerle, büyük atılımlarla, Çin’le aynı şekilde ilişkilerimiz gelişiyor.

 

Kamboçya, Brunei, Sri Lanka, bir ülkede daha açtık, Myanmar’da tabi.  Güney Asya’da gibi görünür, Myanmar, 4 ülkede Büyükelçilik açtık. Şu anda Asya’da temsilimiz olmayan 1-2 küçük ülke kaldı, küçüklüğünü ölçek olarak söylüyorum.

 

Pasifik Adaları Forumundan Şanghay İşbirliği Örgütü’ne kadar her yerde varız, var olmaya devam edeceğiz.

 

Şimdi bu çerçevede bu açılımlar sürerken, Türkiye’nin etkin diplomasinin son ayağı olarak uluslararası örgütlerdeki çalışmalarımız, tabii başta Birleşmiş Milletler’lerde.

 

Bu Konferans, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi seçimlerinden önceki son Büyükelçiler Konferansımız, 2014 Eylül’ünde seçim yapılacak. Bütün Büyükelçilerimizin gece-gündüz çalışarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeliğini kazanmamız için seferber olmalarını istiyoruz. 2009-2010 yıllarında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyesi olduk, 50-60 yıldan sonra. Bu seneki zorluğumuzun farkındayım, biz buna rağmen, Müsteşarımızla, Sayın Sinirlioğlu’yla istişare ettiğimizde biraz ihtiraslı bir hedef koyduk, 2020-2021 diyordu bazı arkadaşlar, 2015’te alalım dedik. Zorluğumuz şurada: Kimse de bunu 2009-2010’la karşılaştırmasın,  biz 2009-2010 seçimleri sebebiyle birçok ülkeyle karşılıklı destek anlaşması yaptık, dolayısıyla bir anlamda o ülkelerle ikili anlamda hakkımızı kullandık. Çok kısa bir sürede tekrar aday olmak büyük risktir, ama ben Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve onun Büyükelçilerinin bu büyük riski de büyük avantaja dönüştüreceğini biliyorum. Gece-gündüz çalışacağız, inşallah yine rekor bir oyla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne gireceğiz. Medeniyetler İttifakı, Arabulucular Konferansı gibi girişimler aynı hızla devam edecek.

 

Bir hedefimizi her sene tekrar ediyorum, bu sene zenginleşerek tekrar edeceğiz, İstanbul bir Birleşmiş Milletler merkezi olacak. Bu sene UNDP’yle, Kalkınma Ajansı’yla anlaşma imzaladık Eylül ayında Sayın Clark’la, İstanbul’da ofisleri açılıyor. Birleşmiş Milletler Kadın Örgütü, UN Women ve Birleşmiş Milletler Nüfus Örgütü de İstanbul’da ofis açıyor. İstanbul bir Birleşmiş Milletler şehri haline gelecek. Yine gururla ifade ediyorum, İstanbul bugün dünyada en fazla dış temsili olarak ikinci şehirdir New York’tan sonra, çünkü herkes bilir ki bir dış temsilcilik açarken tarih nerede akıyorsa dış temsilcilik orada açılır.

 

Bakın, önem kaybeden ülkelerde dış temsilcilikler kapatılır, önemi olan ülkelerde artmaya başlar. Onun için son dönemde Ankara’daki Büyükelçilerin sayısı da 127’ye ulaştı. Bizim yurt dışındaki temsilciliğimiz de 166’dan 221’e çıktı, şu anda dünyada en çok temsil edilen 7. büyük ülkeyiz. Şimdi bu talimatımızı da hep beraber bir karşılıklı ahitleşme olarak alalım, inşallah önümüzdeki en geç 3 yıl içinde dünyada en fazla temsil edilen ilk 5 ülkeye gireceğiz. Bu yolla 75 milyonun her yerde temsilcisi olacaksınız, bu büyük bir misyon, büyük bir çaba. Bunun için ne kadar büyük gayretler gösterildiğini ben yakından şahit olarak biliyorum, ama Dışişleri camiamızın kendine güveninin de ne kadar yüksek olduğunu biliyorum, ne kadar köklü bir gelenekten geldiğimizin bilincinde olduğunuzu da biliyorum.

 

Bu vesileyle, konuşmamın sonuna yaklaşırken birkaç kahramandan bahsetmek istiyorum, yani Dışişleri camiasına yeni katılan kardeşlerimizin bazı güzel örnekleri var.

 

Bir kardeşimiz var, Mehmet Sait Pak. 2011 yılında Bakanlığımıza girmiş, yani daha 2 yıllık, üçüncü katip. Bu arkadaşımızı, kardeşimizi Güney Sudan’a, Juba’ya diplomat olarak gönderdik. Büyükelçi Sayın Ahmet Ergin buradaki görevine döndüğü için, Mehmet Sait Pak Juba’da tek başına - tek başına değil tabii - ekibiyle kaldı. Son Güney Sudan’da çıkan olaylar sebebiyle tahliye etmemiz gerekti oradaki vatandaşlarımızı ve bir operasyonla - kamuoyunda çoğu duyulmadı bile - 2 hafta önce Güney Sudan’dan bütün vatandaşlarımızı çıkarttık. Bu operasyonları yöneten Mehmet Sait Pak. Sıtma olmuş, Türkiye’ye gelmesi gerekir sıhhati için, hayır, bu tahliye bitmeden ben gelmem diyor. Söz töreni vardı burada, annesini arıyor, annesini, babasını, ben söz töreninde bulunamayacağım, siz benim gıyabımda sözümü kıyın diyor ve onun gıyabında söz merasimi yapılıyor. Ben bunları hep dışarıdan duyuyorum.  İşte Türkiye Cumhuriyeti Devleti memuru olmak budur.

 

Nasıl Balkan Harbinden İstiklal Harbi bitene kadar dünyanın her bir yerinde, her bir askerimiz bulunduğu nöbet yerini terk etmemek için, hatta bazıları rivayet eder,  30 yıl sonra hala talimat gelmediği için bulunduğu noktayı terk etmeyen askerler bilinir Yemen’de, Kudüs’te. Nasıl onlar terk etmemişse, işte bu diplomatlar da aynı aşkla çalışıyorlar.  Hepsinin gözlerinden öpüyoruz, aynı aşkla çalışıyorlar. Görev aldığında neden bu görevi bana verdiler, hastayım ya da söz töreni gibi insan hayatını etkileyecek birkaç şey…Ama şunu da onu görmeden söylüyorum: İnşallah nişan töreninde ve nikah töreninde de bulunacağım ve Dışişleri camiası olarak da bulunacağız.

 

Bu tür bir aşkla çalışan bir kadro, etkin diplomasinin öncüsü olur.

 

Yine Musul’da, Musul Başkonsolosumuz ekibiyle Kerkük’e doğru yola çıkarken bir bombalı saldırıya maruz kaldı, 10 veya 15 dakika sonra ben aradım kendisini, elhamdülillah hiçbir can kaybımız, yaralanmamız olmadı, çünkü tedbiri alan bir devlet geleneğimiz var, zırhlı arabalarımız vardı, olmadı. Dedim, nasılsınız, ekibiniz nasıl? Merak etmeyin Sayın Bakanım, görevimizin başındayız dedi. 10 dakika önce ölüm tehlikesi atlatmışlar, hepsi görevlerinin başındaydı.

 

Bazen gece geç vakitlerde Bakanlığa gittiğimde, arkadaşlarımın nasıl çalıştıklarını görüyorum.

 

Mogadişu’da bir destan yazılıyor, hiçbir büyük devletin, küresel güçlerin Büyükelçilik açmaya cesaret edemediği Mogadişu’da bir kahraman ekip bayrağımızı dalgalandırıyor Kani Bey ve Bakanlıktan giden ekip, TİKA mensupları, bütün heyet. Hem de başka ülkeler gibi hava alanına yakın, ilk fırsatta tahliye edelim, gerekirse tabiri caizse kaçalım denilen bir noktada görev yapmıyorlar, şehrin ta ortasında, en merkezi yerinde bayrağımızı dalgalandırıyorlar. Her bir Somaliliye de şunu söylüyorlar: Siz tehlike altındaysanız biz de bu tehlikeyi paylaşırız. Onun için, bizi şimdi eleştirenler, ne olur gittiklerinde herhangi bir ülkede bir Somali diasporasıyla buluşsunlar. Şimdiye kadar hangi dış merkeze, büyük şehre gittiysem mutlaka Somali diasporası gelir, takdir ifade ederler ve biz sizi kendi hükümetimiz, kendi bakanımız gibi görüyoruz derler. Çünkü bizim Büyükelçimiz ve Büyükelçilik mensuplarımız Somali’de Somalili gibi yaşıyorlar, oryantalist bir bakışla bakmıyorlar. O bakımdan, onları da tebrik ederim. Ottowa Büyükelçiliğimizde Gizem Hanım, bir gece evine gidiyor  - bir anekdot olarak aktardılar bana - bir taksi şoförü alıyor, Somalili, Somalili olduğu sonra ortaya çıkıyor. Türk diplomat olduğunu görünce, seyahat sonuna kadar onun şahsında bütün bir millete teşekkür ifade ediyor ve tabii ücret almıyor. Bunun onlarca, yüzlerce örneği var. Filistinlilerin, Somalililerin, Myanmarlıların gönlünde yer yetmiş bir Türk milleti. İşte sizler, böyle bir milleti temsil etmenin büyük onurunu taşıyorsunuz.

 

Bunlar bizim bir kez, iki kez yaşadığımız, karşı karşıya kaldığımız tehditler değil. Biraz önce Trablus Büyükelçimiz Ahmet Yakıcı Bey’le dışarıda karşılaştım, son durum ne dedim. Çünkü bir hafta içinde - Türk kamuoyu bilmiyor -  ama bir hafta içinde çatışmalar sebebiyle Trablus Büyükelçiliğimize çok sayıda isabet söz konusu, risk atlatıldı. Biz gece de olsa haberleşiyoruz, alıyoruz haberleri.

 

Şunun için bunu zikrediyorum: Elhamdülillah, çok güçlü bir demokrasiye dayanmış, etkin, dinamik bir ekonomiden beslenen, etkin diplomasiyi yürüten ve arkasında 75 milyonu hisseden bir Dışişleri camiası var. Bu Dışişleri camiası her türlü teşekkürü hak ediyor.

 

Gazeteci Bünyamin’i kurtardığımızda geçen hafta söylediği söz kulağımdadır. Daha MİT mensuplarımızla bizim sınıra yaklaşırken telefon ettim, nasıl, haliniz nedir diye sordum. Dedi ki, biz orada tutulurken, birisi geldi kulağımıza, o sırada, Türk Hükümeti sizinle ilgileniyor, Dışişleri Bakanı yakından takip ediyoruz dedi, o andan itibaren içim rahattı, nasıl olsa bizim devletimizin eli bizi kurtarmaya yeter diye düşünüyordum. Ama bir taraftan da bazen içime bir şey düşüyordu zor durumlarda, acaba bir kişi için bu kadar büyük fedakarlık değer mi diyordum dedi. Dedim ki, bizim için bir kişi demek 75 milyon demektir, 75 milyon demek bir kişi demektir. Geldiğinde, sınırlarımızdan içeri adım attığında söylediği söz herhalde herkesin kulağında çınlamıştır, her zaman arkamda 80 milyonun; nüfusu artırarak da, güçlendirerek de söyledi, ama oraya yaklaşıyoruz, 80 milyonun arkamda olmasının verdiği güçle direndim dedi. Elhamdülillah, bu bizim için olağanüstü bir güçtür, olağanüstü bir güç ve gerçek anlamda da bizi harekete geçirecek olan budur.

 

Teşkilat Kanunun çıkmasından sonra 2010’da, milletvekillerimize teşekkür ediyorum, o zaman Mecliste olan milletvekillerimize de, 2010 Teşkilat Kanundan sonra Dışişleri Bakanlığı olağanüstü bir yenilenme yaşadı. Bakın, çarpıcı bir misal vereyim. 2009 yılından bu yana 435 diplomatımız 22 ayrı dilde kursa gönderildi. Eskiden Dışişleri demek, Anglofon, Anglosakson bilenler, İngilizce ve Fransızca bilenler demekti. Çince hiç yoktu bizde diplomat, bu sene bir tane var, son 4 yıl içinde ise Bakanlığa 11 Çin dili mezunu alındı, önümüzdeki dönemde Çince veya yerel dil bilme oranı Bakanlıkta yüzde 40’a çıkacak. O reformu yaparken ne kadar itirazlarla karşılaşıldı, şu şu şu bölümler dışına çıkılmasa diye. Şimdi alıyoruz, genç diplomatlarımızı eğitiyoruz, 22 ayrı dilde seçim yapmalarını istiyoruz, ama mutlaka diyoruz ki, İngilizce ve Fransızca biliyorsanız onun yanında mutlaka bir komşu dili bileceksiniz, Farsça, Arapça, Rusça, Yunanca, ne olursa. Bunları kadromuzun güçlenmesi için yapıyoruz, yapmaya devam edeceğiz.

 

Özetle Değerli Büyükelçiler, Değerli Konuklarımız, biz Dışişleri camiası olarak her Büyükelçiler Konferansında aziz milletimize verdiğimiz sözü bir ahit olarak tekrar ediyoruz. Madem ki bu millet tarihte hep özne ola gelmiştir, madem ki bu millet hiçbir zaman tarihin akışında edilgen kılınamamıştır, bundan sonra da bütün uluslararası sistemde geleceği belirleyecek en temel aktörlerden biri olmaya devam edecektir. Bunun için ne yapmak gerekiyorsa, hangi fedakarlıklara katlanmak gerekiyorsa, bu fedakarlıkları bir an bile tereddüt etmeden üstlenmeye hazırız. Madem ki arkamızda güçlü bir demokrasi var, dinamik ve kendi kendine yeten, hiç kimseden borç almayan, bütün dünyaya borç verebilen kudrette yükselen bir donör ülkenin ekonomisi var, ama en önemlisi, madem ki arkamızda milletin desteği var, bütün zorluklar bizim için aşılabilir zorluklardır.

 

Bundan sonraki zorlukları da bu kararlılıkla aşacağınızdan emin olarak, Büyükelçiler Konferansımızın hayırlı olmasını diliyor, saygılar sunuyorum.