Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu'nun V. Büyükelçiler Konferansında Yaptığı Konuşma, 2 Ocak 2013, Ankara

Sayın Bakanlarım,

 

Siyasi partilerimizin değerli temsilcileri,

 

Değerli milletvekillerimiz,

 

Kurumlarımızın değerli temsilcileri,

 

Değerli rektörlerimiz,

 

Saygıdeğer büyükelçilerimiz,

 

Dışişleri camiasının değerli mensupları,

 

Ben her şeyden önce hepinizi saygıyla selamlıyor, V. Büyükelçiler Konferansı’na hoş geldiniz diyorum. Gelenekler kolay oluşmuyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti çok güçlü, köklü gelenekler üzerine kuruldu. Bu anlamda 20. yüzyılda şartların gerektirdiği konjonktürde ortaya çıkmış nevzuhur bir devlet değildir. Köklü geleneğiyle, zamana intibak etme geleneğiyle, tarihin akışına yön verme iradesiyle her zaman bu akış içinde etkin rol oynamış devlet geleneğinin sonuncusudur. Bu çerçevede dışişleri camiamız da reisülküttap döneminden bu yana ve daha öncesinden bu yana çok güçlü gelenekler içinde kurulmuş, kendini yenileme kabiliyetini her zaman ispat etmiş ve tarihi akışa ağırlığını koymuş bir kurumsal kültürün ürünüdür. Biz bu kurumsal kültürün gelecek nesillere daha da güçlü aktarılabilmesi için Büyükelçiler Konferansı sürecini 5 yıl önce başlattığımızda açıkçası 5 yıl içinde bu yeni oluşturmaya çalıştığımız geleneğin böylesine kapsamlı ve etkin bir rol üstleneceğini düşünmemiştik. Çok kısa bir süre içinde Büyükelçiler Konferansı kendi geleneğini oluşturdu. Bütün bakanlıklarımızın, Sayın Bakanımıza teşekkür ediyorum aramızda bulundukları için İçişleri Bakanımıza, bütün bakanlıklarımızın katılımıyla sadece bir dışişleri ve dış politika değerlendirmesi değil Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bütün alanlardaki stratejik yönelişini etkileyen önemli bir forum niteliği kazanmıştır. Önümüzdeki 5 gün içinde de hep beraber bu forumda ortak aklı oluşturmaya çalışacağız, 1 yılın muhasebesini yapacağız, ama o 1 yılın muhasebesini yalın 1 yıl olarak yapmayacağız. Biraz önce Sayın Müsteşarımızın, Sayın Bakan Yardımcımızın da vurguladığı gibi hızlı akan tarihi süreci anlamaya çalışarak 2012’yi o tarihi süreç içerisindeki konumu itibariyle bir yere oturtacağız, sonra da sadece 2013’ü değil, 2013 sonrasını da, önümüzdeki yılları, on yılları da belirleyecek politikaları birlikte oluşturmaya gayret edeceğiz. Çünkü biz anlık resimlerin oluşturduğu bir zihne sahip değiliz. Biz köklü tarihimizin bir sonu olarak yılların dahi değil, on yılların dahi değil, yüz yılların, evet, iddialı gelebilir ama yüz yılların oluşturduğu süreçleri takip edecek bir birikime sahip olduğumuza inanıyoruz.

 

Biraz önce çok çarpıcı bir rakam verildi. Ankara’daki dış temsilcilik sayısı 10 yıl önce 148’di, şimdi 240. Çünkü tarih hızla akarken, bu tarihi anlamak isteyenler tarihin aktığı yerde, tarihin öznesi olma iradesi göstermiş başkentlerde bulunmak iradesini gösterirler. Bizim dış temsilciliklerdeki artışımız, bizim tarihi intibak etme irademizin yansımasıdır. Ankara’daki dış temsilciliklerin artışı da Türkiye’nin sadece böyle bir irade gösterdiğinin değil, göstermiş olduğunun değil, aynı zamanda başka ülkelerin de Türkiye’yi bu şekilde görmüş olduğunun bir yansımasıdır. Evet, bundan sonra tarihi anlamak isteyenler Ankara’da bulunacaklar, İstanbul’da bulunacaklar, Türkiye’nin her yerinde bulunacaklar, çünkü bundan sonra tarihin akışının şekillenmesinde biz daha etkin şekilde var olacağız.

 

Tarih hızla akıyorsa ki geçen sene Büyükelçiler Konferansı’nda sizlerle soğuk savaş sonrasındaki üç depremi paylaşmıştım, 1991’deki büyük jeopolitik deprem, 2001’deki güvenlik depremi ve artçı şokları 2008’de başlayan, ama 2011’de kendini gösteren ekonomik politik deprem. Bir taraftan küresel ekonomiyi ve bunun parçası olarak Avrupa Birliği ekonomisini ve ekonomi politiğini, diğer taraftan da Ortadoğu siyasetini, siyaset sosyolojisini, siyaset psikolojisini bütün bir Ortadoğu yeniden şekillendiren büyük bir sürecin içindeyiz, bunun da değerlendirmesini yapacağız.

 

Son 4 yıl içinde her bir Büyükelçiler Konferansı’nı bir başlığı öne çıkartarak bir şekilde özel atıfta bulunduk. Akil ülke dedik Türkiye için, ülkemiz için. Vizyoner diplomasi dedik, demokratik değerlerle ulusal çıkarlar arasında uyum dedik geçen sene. Bu sene de insani diplomasi diyoruz. Niçin insani diplomasi dediğim, başlığını koyduğumuza geleceğim. Ama ondan önce bu tarihin akışını biraz daha paylaşmak istiyorum. Eğer tarih belli dönemlerde hızla akıyorsa, bu dönemleri değerlendiren ülkeler için büyük bir fırsat ve imkân doğmuş demektir. Fark böyle dönemlerde oluşur. Statik uluslararası konjonktürde fark oluşturamazsınız. Yer bellidir, konum bellidir, gücünüz bellidir ve gelebileceğiniz yerler de sınırlıdır. Ama eğer dinamik bir konjonktür varsa, o dinamik konjonktürü belirleyecek bir siyasi akıl varsa işte fark o zaman oluşur. Biz onun için son 10 yıl içinde büyük fark oluşturduk. Şimdi tarih hızla akıyorsa değerli arkadaşlar, alacağınız 3 tutum vardır; ya bu tarihi akışın hızından ürkerek bir direnç göstereceksiniz, içinize kapanacaksınız, aman bu tarihi akış çok hızlı akıyor, beni olumsuz etkilemesin diyerek elinizde ne varsa onu korumaya çalışacaksınız. Bunu yapanlar genellikle o hızlı akışın çarkları içinde ezilirler. Ya bu tarih hızlı akıyor, ben irade gösterebilecek kadar bu tarihi akış karşısında güçlü değilim. Bu akıntı içinde mümkün olduğu kadar akmaya çalışayım diyeceksiniz ve akıntıya kapılacaksınız ya da diyeceksiniz ki, ben bu tarihin bir parçasıyım, hem de sıradan bir parçası değil, bu tarihin öznesiyim, bu akış neyse onu şekillendirecek olanların biri de benim diyeceksiniz ve o akışa ağırlık koyacaksınız. Şimdi bizi değişik politikalarımızla ilgili olarak eleştirenler genellikle şunu diyorlar: Tutum almayalım, tavır almayalım. Suriye’de ne rejimden yana olalım, ne muhalefetten yana olalım. Ortadoğu belasına bulaşmayalım. Balkanlarda statik dengeleri muhafaza edelim, aman Kafkaslarda yeni bir durum ortaya çıkmasın, küresel platformlarda Türkiye gücünün üstünde roller üstlenmesin, bizim Arakan’da ne işimiz var, biz niçin Somali için kaynak ayırıyoruz? Bunu diyenler genellikle var olan durumun kendileri için en iyi olduğunu zannedip statik bir resimle bulunduğu yeri muhafaza etmeye çalışanlar. Biz böyle demiyoruz arkadaşlar, hiçbir büyükelçimin de böyle demesini istemiyorum. Her bir büyükelçimiz bulunduğu merkezde tarihin aktığı merkezin, Ankara’nın temsilcisi olacak. Ve o merkezde başı dik bir şekilde diyecek ki, eğer bu tarih ileri doğru akıyorsa ben onun peşinde koşmayacağım, tarihin peşinde koşulmaz, tarihin içinde koşulur ve önüne geçilir. Bir yüzyıl sonra eğer Türkiye Cumhuriyeti Devleti ki 100 yıllık hesaplar içinde baktığımızda küresel bir güç olacaksa, olduğunu bütün dünyaya gösterecekse temel taşlarını bugün dokumak zorundayız. Bekleyelim, elimizdekini muhafaza edelim, şartlar şekillendikten sonra o muhafaza ettiğimiz ne işe yarayacaksa onu o zaman değerlendiririz demek iradesizliktir. Biz her şeyi yaparız, her türlü riski alırız, ama iradesizliği asla kabul etmeyiz. İradenizi koyacaksınız, bazen hata da yapacaksınız, yapabiliriz, değerlendirme hatası da yapabiliriz. Bunun için bu ortak akıl forumlarını oluşturuyoruz, bunun için yarın Akdeniz Havzası’ndaki köklü dönüşümle ilgili Bakanlık içi kapsamlı bir değerlendirme toplantısı yapacağız, herkes eteğindeki taşı koyacak. Ama kimse eteğimde taş yok demeyecek, heybemde bir yük yok demeyecek, heybemde bir şey getirmedin demeyecek, hangi merkezden, hangi yerden geliyorsa heybesi dolu gelecek, düşüncesi olacak, perspektifi olacak, tutumu olacak, tavrı olacak. Hata yaparsa o hatanın sorumluluğunu ben Bakan olarak almaya hazırım. Ama pasif bir büyükelçi görmek istemiyorum, pasif bir dış politika görmek istemiyoruz. Çünkü bu dış politikanın arkasında çok güçlü bir siyasi irade var. 10 yıllık bir birikim var. Sayın Yakış’la başlayan ve Cumhurbaşkanımız, Sayın Başbakan Yardımcımızla devam eden ve benim de naçizane şekilde katkıda bulunduğum bir köklü gelenek ve Sayın Başbakanımızın liderliğinde bir siyasi irade var, 10 yıllık bir birikimden söz ediyoruz. Herkes heybesi dolu gelecek Büyükelçiler Konferansına. Yeni perspektifler getirecek, gerekirse en sert eleştiriler getirecek. Ama buraya gelirken dolu gelecek, buradan giderken dolu gidecek. Bizim yeni perspektifimiz ve Büyükelçiler Konferanslarından beklediğimiz vizyon bu.

 

Geçtiğimiz yıl zikrettiğim bu iki depremin; Ortadoğu ve Avrupa Birliği’ndeki büyük ekonomik politik depremin bizim açımızdan değerlendirmesine biraz sonra geleceğim. Ancak ondan önce 2012’yi şöyle bir gözümüzün önüne getirdiğimizde gerçekten bu hızlı akan tarih içinde bütün Dışişleri camiamızı tebrik ediyorum, çok önemli toplantılara ev sahipliği yaptık. Geleneksel dış politika parametreleri itibariyle önem taşıyan birçok inisiyatifin içinde yer aldık, etkimizi gösterdik ve bundan sonra da göstereceğiz. Sadece şöyle bir resmin önünde slaytların arka arkaya gelmesi gibi bazılarını zikredeceğim.

 

NATO’ya girişimizin 60. yılıydı, NATO’da aktivitemizi artırdık. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın 20. yılıydı, dönem başkanlığını üstlendik, yeni bir vizyon katmaya çalıştık Karadeniz Ekonomik İşbirliği’ne. Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, İslam İşbirliği Teşkilatı, D-8, G-20, terörle mücadele küresel forumu gibi birçok forumda forumun toplantılara ya ev sahipliği yaptık, ya dönem başkanlığı yaptık ya bizzat aktif olarak katkıda bulunduk. Küresel güçlerle ilişkilerimiz derinleşerek güçlendi. Amerika Birleşik Devletleri seçim yılı içindeydi, bu dönemde Sayın Cumhurbaşkanımızın, Sayın Başbakanımızın, Sayın Obama’yla benim Dışişleri Bakanı Sayın Clinton’la sürekli istişarelerimiz oldu, ittifak ilişkisini güçlendirdik. Rusya, bir başka küresel güçle, bir sürü senaryolar üretildi, neler söylendi biliyorsunuz? Sayın Putin’in rahatsızlığı dolayısıyla 1 ay ertelendi diye ziyaret, ne senaryolar çizildi, işte anlık resimden kast ettiğim bu. Aman bir zaaf bulalım, aman şu anda Türkiye’nin biriyle başı derde girmiş olsun ve bundan istifade edelim düşüncesi bir vizyon değildir arkadaşlar. Türk-Rus ilişkileri 3 Aralık’ta Sayın Putin’in ziyaretiyle daha da taçlandı. 17 Temmuz’da daha yazın da Sayın Başbakanımızla Moskova’daydık. Çin’le stratejik ortaklık geliştirdik. Başbakanımızın Çin seyahati sadece stratejik ortaklığın böyle mühürlenmiş olması anlamında değil, Urumçi’ye gerçekleştirdiğimiz o tarihi ziyaret anlamında da bir önem taşıdı. Yine 2010 yılında neler, Çin’le ilişkilerimizde ne büyük felaket senaryoları 2009 yılında gündeme getirilmişti. Bütün bu küresel güçlerle ilişkilerimiz kökleşerek, güçlenerek devam edecek. Birini, diğerine alternatif olarak görmüyoruz. Çünkü bu küresel güçler de biliyor ki, tarih artık Ankara’dan akıyor. Ankara’yı göz ardı eden tarihi anlayamaz, Ankara’yla ilişkilerini riske sokacak olan bütün bölgesel politikalarda da risk üstlenmiş olur. Bundan sonra da hem uluslararası platformlarda ağırlığımız artacak, hem bütün bu güçlerle ilişkilerimiz daha da kökleşerek, zenginleşerek devam edecek. Ama bunlar geleneksel ilişkiler, yani süregiden ilişkiler. Biz Bakanlık olarak değerlendirmelerimizde hep Türkiye’yi farklılaştıran hamlelere odaklanmaya çalıştık. Zaten Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri ilişkileri, Rusya-Çin ilişkileri güçlü olarak devam etme iradesi olacak, biz bunu güçlendiririz. Ama öyle hamleler yapacaksınız ki Türkiye’nin varlığı hissedilecek. Herkes diyecek ki, evet, Türk diplomasisi farklı bir seyir takip ediyor. Alışkanlıkları kıracağız, ezberleri bozacağız, hiç görünmediğimiz yerlerde görüneceğiz. Bir sabah insanlar Afrika’da kalktığında Başbakanımızın uçağını 20 yıl sonra Mogadişu’ya inen ilk Başbakan uçağı olarak görecekler ve bir efsane oluşacak. Bir efsanedir Türkiye’nin Somali politikası. Yapacağınız milyarlarca dolar yatırımla ulaşamayacağınız bir kamu diplomasisi başarısıdır aynı zamanda. Çünkü bütün Afrika o resimle bütünleşti, sadece Somali değil. Ona biraz sonra geleceğim, ama size 3 çarpıcı misali burada vermek istiyorum. Dünyanın nasıl entegre olduğunu, farklılaştıran hamlelerin nasıl insani ağırlıklı hamleler olduğunu görmek açısından beni gerçekten etkilemiş olan 3 tabloyu sizlerle paylaşmak istiyorum.

 

İki hafta önce Finlandiya’daydım. Finlandiya, Kuzey Baltık Bölgesi ülkesi, Türkiye’nin kadim dostu, bizim Avrupa Birliği’ne giriş adaylık sürecimizde Ahtisaari’nin değerli katkılarının olduğu dost ve komşu bir ülke, uzun zamandır planlıyorduk gittik, ikili ilişkilerimizi konuştuk, Avrupa Birliği perspektifini konuştuk. Ama Nordik bir ülkede hiç düşünülmeyecek o anda gelişmiş spontane bir toplantıyı da gerçekleştirdik. Finlandiyalı sivil toplum kuruluşlarıyla Finlandiya’daki yaklaşık 15 bin Somalili diasporanın birlikte tertip ettikleri bir sabah kahvaltısında onlarla bir araya geldim.  Düşününüz ve orada bütün Somalili yetkililer ayağa kalkarak Türkiye’nin Somali politikasına övücü sözler sarf ettiler ve Finlandiyalı sivil toplum kuruluşları da Türkiye’den yardım talep ettiler Somali’ye nasıl ulaşacakları konusunda. Öyle bir hamle ki, düşünün dünya öylesine entegre oldu ki, Helsinki’de Somali diasporasıyla bir araya geliyorsunuz. Ve şunu söyleyeyim: Biz yurtdışındaki vatandaşlarımız, soydaşlarımızı doğal diasporamız olarak kabul ediyoruz. Ama emin olun, Türkiye’nin ihtiyacı var dendiğinde her an desteğe hazır güçlü bir Somali diasporası da var, güçlü bir Filistin diasporası da var. Artık birileri bize karşı kampanya yaptığında sokağa sadece Türkler ve Azeriler çıkmıyor. İşte benim kast ettiğim; “Hattı diplomasi yoktur, sathı diplomasi vardır, o satıh bütün dünyadır” diye ilk Büyükelçiler Konferansı’nda zikrettiğim diplomasi bu. Helsinki’de Somali’yi konuşacağız. Bütün büyükelçiliklerimize talimat gönderdik ve dedik ki bundan sonra Somali’yle ilgili her konu önce bizden sorulacak, bütün kurumlarımıza teşekkür ediyorum Somali’deki katkıları dolayısıyla, buna tekrar geleceğim.

 

İkinci resmi vermek istiyorum, nasıl olayların entegre olduğu. Gazze’deyiz, bombalar altındaki Gazze’de. İnsanlar ızdırap içinde, siz de o ızdırabı hissediyorsunuz. Tam bu ızdırap içinde yürürken bir Gazzeli geldi ve boynuma sarıldı, Allah sizden razı olsun Arakan’a gittiğiniz için dedi. Kendisi bomba altındaki bir Gazzeli, eğer Arakan’daki insanların acısını yüreğinde hissediyorsa biz burada Ankara’da, İstanbul’da rahat şartlarda oturanlar tarihi bilince sahip olup Arakan’daki, Myanmar’daki binlerce şehidimizin hatırasına saygısızlık yapıp atıl oturamayız, arkadaşlar. Evet, Myanmar’da ne işimiz var diyenlere söylüyorum. Myanmar bizim işimiz, Somali’nin bizim işimiz olduğu gibi. Eğer bir insanlık vicdanı oluşmuşsa ve bu insanlık vicdanı sizi Gazze’de o bombalar altındaki bir Filistinli Myanmar’ı sordurtuyorsa küresel politikaları takip etme iddiasındaki bir Türkiye bu olaya sessiz kalamazdı.

 

Üçüncü resim; Fas’ta Cami-ül Fena denilen meşhur Marakeş’in o büyük şehrin, köklü medeniyet şehrinin sokağında dolaşıyoruz. Grup grup insanlar geliyorlar, sarılıyorlar ve Suriyeli mültecilere kucak açtığınız için teşekkür ediyoruz diyorlar. İşte dünya bu. Helsinki’de Somali’yi konuşursunuz, Gazze’de Arakan’ı, Marakeş’te Halep’i, Şam’ı konuşursunuz, yeni dünya bu. Bizim de kast ettiğimiz insani diplomasi bu. Sadece insani yardım anlamında demiyoruz bunu. İnsana değmeyen, insani özü taşımayan, insanın vicdanına hitap etmeyen hiçbir diplomasi artık kalıcı olamayacak. Dünyanın en güçlü ordularına sahip olmak ne kadar önemliyse, insanlık vicdanına ait olmak ve o vicdana hitap edebilmek de artık o kadar önemli. Artık Türk bayrağı sadece bir gücün değil de, bir vicdanın sembolü olarak bütün buralarda dalgalanıyorsa Gazze sokaklarında, Myanmar’da, Somali’de. İşte o zaman sizin küresel bir diplomasi kabiliyetiniz var. İşte bizim insani diplomasiden kast ettiğimiz bu, yeni bir boyut getiriyoruz diplomasimize. Krizlere, bölgemizdeki krizlere çözüm bulma çabalarını gösterirken, bir taraftan da bütün insanlığı kuşatacak, insanlığın zihnini ve vicdanını meşgul eden ne varsa onların hepsine sahip olacak bir iddia. Yeni Türk diplomasisinin en önemli hedeflerinden biri bu olmalıdır diye düşünüyoruz, çünkü insanlığın akışı da bu yönde.

 

Bakınız insani diplomasiye müsaade ederseniz kısa bir teorik katkıda da bulunmak istiyorum. Modern diplomasi, Vestfalya düzeniyle kuruldu, 1648, 30 Yıl Savaşları sonrasında. Vestfalya düzeninin esası, ulus devletlerin kendi çıkarları etrafında bütün diplomatik araçları kullanarak kendi çıkarlarını maksimize etmek ve mümkün olan en fazla gücü biriktirme anlayışına dayalıydı. Sanayi devrimi sonrasında bu 19’uncusu da büyük sömürge rekabetlerini doğurdu. Ne olursa olsun, kimler ezilirse ezilsin, kimler köleleştirilirse köleleştirilsin, yeter ki benim imparatorluğumun üzerinde Güneş batmasın ya da benim şu etki alanım olsun diyen büyük sömürge rekabetleri. Köleciliğin, her türlü sömürünün açık olduğu, bütün ulus devletlerin insanların birbirinin kurdu olması gibi devletlerin birbirinin kurdu olduğu varsayımına dayalı katı, realist bir anlayış. İnsanoğlu bu sebeple iki dünya savaşı, onlarca büyük savaş gördü. Vicdanın yok olduğu, bir şekilde değerlerin çıkarlar altında ezildiği bir dönem. Realist, uluslararası ilişkiler teorisi bu temel üzerine oturdu. Ne yaparsanız yapın ancak güç dengesi varsa adaleti sağlayabilirsiniz. Güç dengesi olması için de, bütün güçlerin rekabet etmesi lazım ki bir güç dengesi doğsun, 19. yüzyılın büyük güçler dengesi diplomasisi. Bundan zarar görülünce Wilson’la başlayan meşhur idealist diplomasi dönemi açıldı. Ve realizmle, idealizm hep birbiriyle çatışır halde yürüdü. Peki, idealizmin ürünü olan Birleşmiş Milletler ondan önce Cemiyet-i Akvam insanlık vicdanıyla buluşabildi mi? Hayır. Hala Birleşmiş Milletler’in daimi üyeleri üzerinden kullandığı veto sistemi güç odaklıdır. Hem de bugünkü güce dayalı bir odaklanma değil, 2. Dünya Savaşı sonrasındaki güç odaklıdır.

 

Şimdi biz şunu söylüyoruz: Bu keskin ayrımlara bir son verme vakti gelmiştir. Realist, idealist ayrımı görünürde yaşanan bu ayrımların ötesinde, yumuşak güç, sert güç ayrımlarının ötesinde insan odaklı bir diplomasi döneminin başlaması gerekir. Bütün insanlığı ilgilendiren çevre politikalarından, bütün insanlığın geleceğini ilgilendiren enerji politikalarına kadar küresel politika bağlamında olduğu kadar gıda programlarına, her bir insanın onurunun başlı başına bütün insanlığa eşit olduğu anlayışıyla bir yeni diplomasi dili geliştirme ihtiyacı var. Türkiye olarak biz buna öncülük etmeye kararlıyız. Ve devletimize biçtiğimiz rol şudur: Bu denklemde eğer bir devletin vicdanı var gücü yoksa zaaf gösterir. Gücü var vicdanı yoksa tiranlığa dönüşür. Biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni müşfik ve muktedir bir devlet olarak inşa etmek durumundayız. Hem müşfik, hem muktedir. Müşfik olacaksınız ki vicdanınızın nerelere gitmesi gerektiğini, nerelere ulaşması gerektiğini vicdanınız size söylesin Somali’ye olduğu gibi, Suriyeli mültecilere olduğu gibi. Ama gücünüz olacak ki oraya gidebilesiniz. Türk Hava Yolları olacak ki Mogadişu’ya tek sefer yapan hava yolu şirketiniz olsun. TİKA’nız olacak, sivil toplum kuruluşlarınız olacak, Kızılay’ınız olacak, TOKİ’niz olacak, devlet aygıtı bir bütün olarak harekete geçebilecek. Kudret ile şefkat bir araya geldiğinde işte ol devlet, devlettir. Eğer bunlardan biri eksik olursa ya zulümdür ya da acziyettir. İşte insani diplomasiden kast ettiğimiz bu.

 

Peki, buradan esas itibariyle nasıl bir yol seyredebiliriz, insan diplomasisinin bu anlamda bizim için 3 boyutu var. Birincisi; kendi vatandaşlarımızla ilgili boyut, kendi insanımızla ilgili. Her hükümetin, her devletin ve her dışişleri bakanlığının asli görevi, en asli görevi, tabi ki kendi insanlarının dertleriyle dertlenmek ve o insanların hayatını kolaylaştırmak. Bu konuda çok fazla bilgiye ihtiyaç yok. Bir an önce Sayın Koru’nun, Dışişleri Bakan Yardımcımızın, verdiği bilgiler herhalde 10 yıl içinde kendi vatandaşımıza sahip çıkma konusunda konsolosluklarımızda, büyükelçiliklerimizde devrim niteliğinde ne büyük adımlar atmış olduğumuzu bizzat müşahede ettiniz. İstiyoruz ki, büyükelçilerimiz, o başkentlerin en iyi büyükelçileri olsun, gurur ve iftiharla söylüyorum. Ve orada olmanızı isterdim her birinizin. Berlin Büyükelçiliğinin açılışında Sayın Başbakanımızla bulunduğumuzda oradaki vatandaşlarımızın gözündeki gururu dünyanın hiçbir şeyine değişmem. Başkonsoloslukların önünde, eski köhne binaların önünde boynu bükük bekleyen vatandaşlarımız şimdi gururla Berlin Büyükelçiliğimizi seyrediyorlar. Bütün büyükelçiliklerimiz böyle olacak. İşte kudretin mekâna yansıması budur. Estetiğin mekâna yansıması olarak da bütün büyükelçiliklerimiz bizim mimarimizin izlerini taşıyacak. Biz mimaride de köksüz bir devlet veya gelenek değiliz. Bizim mimarimizin izleri yaşayacak.

Ve bu çerçevede vize politikasına kısaca değinmek istiyorum, yine insani diplomasinin bir parçasıdır. Biz insanımızın en temel gücümüz olduğuna inanarak en liberal vize politikasını takip etmeye kararlıyız. Bizim namütenahi doğal kaynaklarımız yok. Doğal gazımız, petrolümüz, namütenahi kaynaklarımız yok. Bizim o sömürge dönemlerinden kalan büyük sermaye terakümümüz, sermaye birikimimiz de yok, bizim elimizde tek güç var; insanımız. O insanımız ne kadar çok yere hareket ederse o kadar çok değer üretir. O insanlarımızın gittiği her yere başkonsolosluk açacağız. O harekettir bize kan pompalayacak olan, Anadolu’ya kan pompalayacak olan o harekettir. Bu çerçevede vize politikalarımızı başarıyla sürdürüyoruz, sürdürmeye devam edeceğiz.

 

Son olarak da, Avrupa Birliği ile vize politikaları konusunda belli bir aşamaya geldik. Öyle veya böyle bir gün vatandaşlarımız Avrupa Birliği’nde vizesiz seyahat edecekler. Çünkü biz Avrupa’nın bir parçasıydık, bir parçasıyız, bir parçası olmaya, hem de asli bir parçası olmaya devam edeceğiz. Geçen Cuma günü değerli İçişleri Bakanımız ve Avrupa Birliği Bakanımızla birlikte bize tevdi edilmesi planlanan yol haritası, Avrupa Birliği vize muafiyeti yol haritası konusunu bütün ekibimizle ele aldık uzun bir toplantıda. Çünkü baştan itibaren Avrupa Birliği’ne 2009 yılından beri talep ettiğimiz vize muafiyeti konusunda Avrupa Birliği’ne tutumumuz açık ve net oldu. Biz bir lütuf istemiyoruz. Ama geri kabul anlaşmasıyla bizim üzerimize bütün külfet yüklenirken vize muafiyetini zamana da bırakamayız. İlk günden itibaren söyledik, söz verirseniz söz veririz. Yazılı taahhütte bulunursanız yazılı taahhütte bulunuruz, fiili eyleme geçtiğinizde fiili eyleme geçeriz. Avrupa Birliği’nin artık müzakere doğasını anladık. Bu yönde de çabalarımızı artırarak sürdüreceğiz ve inşallah önümüzdeki dönemde vize muafiyet müzakerelerinin başlaması için gerekli adımları atacağız. Ama öncelikle de kendi yol haritamızı da belirleyerek. Bu konudaki politikamız açık ve net bir şekilde sürecek.

 

İkincisi; insani diplomasinin kendi vatandaşlarımız ötesindeki ikinci alanı, kriz bölgelerindeki tutumunuz. Kriz bölgelerindeki tutumunuz, aldığınız tavır ve insani bakımdan size dönüp insanlara ne mesaj verdiğiniz. Biraz önce Somali’den bahsettim, bir kriz bölgesiydi. Ve oraya ilk büyükelçiliği, tam kapasiteli büyükelçiliği açtık 1-2 ay gibi kısa bir sürede. Ben bugün akşam da Bakanlık içinde yapacağımız akşam yemeğinde de, misafirlerimizle birlikte tabi, teşekkür plaketi bizzat takdim etmeyi düşünüyorum Mogadişu Büyükelçimiz Kani Torun ve bütün Mogadişu Büyükelçiliğimiz çalışanlarına. Çünkü 1 yıl içinde ne büyük fedakarlıklarla neleri gerçekleştirmiş olduklarını ben bizzat geçen ay Somali ziyaretimde gördüm. Her bir Somali sokağında Türkiye’den bir iz var. Biraz önce yeni Mogadişu Büyükelçiliğimizi gördünüz. Somali de denize nazır en geniş alanı bize tahsis etti. Özellikle de iki genç diplomatımızı burada anmak istiyorum: Erman Birdal ve Hatice Özlem Birdal. İnsanların gençlik hayalleri vardır, evlendiklerinde balayına giderler. Somali Büyükelçiliğini açmaya karar verdiğimizde gönüllü talebinde bulunduk Bakanlıktan. Gönüllüler çıksın ortaya dedik, bir adım öne çıksın. Erman çıktı, ben hazırım dedi. O sırada sözlüydü, Hatice Hanım’la sözlüydü. Hiç tereddüt etmedi, nişanım ne zaman, düğünüm ne zaman demedi, ben gidiyorum dedi, biz de tamam dedik. Hatice Hanım da dedi ki, o gidiyorsa ben de gidiyorum. İşte hem insani aşk, hem vatan aşkı, bizi görmek istediğimiz diplomat prototipi budur. İsteyebilirdi, Erman başarılı bir genç diplomatımızdı, Amerika’da bir yer isteyebilirdi, Avrupa’da rahat edeceği bir yer isteyebilirdi ve belki de alırdı. Ama o Somali’yi istedi. Sözlüsü de balayı yapmadılar, balayını Somali’de fakir insanlarla, o ihtiyaç içindeki insanlarla yaptılar. Ben işte Türk diplomasisinin yeni veçhelerini bu şekilde görüyorum, kendilerini tebrik ediyorum. Gittiğimde de hem birbirlerine ne kadar yakın, birisi bizim açımızdan damadımızdır, diğeri gelinimizdir. Her ikisi de bir aile olarak, onun için bu toplantıları aile toplantısı olarak bundan sonra yapalım dedim. Her bir Dışişleri mensubu bizim büyük ailemizin bir parçasıdır. Orada da ne büyük bir aşkla birbirlerine ve Somali’ye bağlandıklarını gördük. Her bir Somalili de onları kendi kızı, oğlu gibi görüyor ve Somali dilini de öğrenmişler.

 

Teşekkür ediyorum bütün emeği geçenlere, bütün kurumlarımıza, sivil toplum kuruluşlarımıza. Somali’de bir Türk efsanesi yaratılmışsa biraz önce zikrettiğim gibi bütün bu kurumlarımızın payı var, Türk Hava Yolları’ndan TİKA’ya, Kızılay’a, AFAD’a, TOKİ’ye, sivil toplum kuruluşlarımızın tümüne.

 

İkinci efsane, evet, efsane diyorum. Birileri bunu eleştirebilirler, birileri böylesi bir mülteci politikası takip ettiğimiz için milli kaynaklarımızı sarf ettiğimizi düşünebilirler. Hatta gidip yine birileri bizi dışarıya şikayet de edebilirler. 1 yıl sonunda iftiharla söylüyorum, Türk milleti kendine yakışanı yapmıştır. Suriyeli kardeşlerini yine insani diplomasinin bir parçası olarak ülkemizde, evimizde ağırladık. Bir daha olursa bir daha ağırlarız. Bize aman için kapımıza gelene kapı kapatmak bizim kültürümüzde yoktur. Emniyet için, güvenlik için, namusu için, canı için kapımıza kim gelirse dinine bakmayız, mezhebine bakmayız, etnisitesine bakmayız, hangi kökenden, hangi aileden gelmiş bakmayız, kapımızı açarız ve alırız. Neden? Çünkü başta söylediğim gerekçe. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, nevzuhur bir devlet değildir, gelenekler üzerine kurulmuştur, gelenekleri güçlendirmek için vardır. Bütün sınır vilayetlerimizdeki vatandaşlarımıza teşekkür ediyorum. Birtakım zorluklar yaşadılar biliyorum. Ama o vatandaşlarımızın gösterdiği Alicenaplık, bugün Halep sokağında, İdlib sokağında, Kamışlı’da, Tartus’ta, Banyas’ta, Hama’da, Humus’ta, Şam’da yankılanıyor. Son muhalefet toplantısında bir muhalefet lideri kalktı aynen şunu söyledi: Biz bir asır Türkiye’ye dönük teşekkür etsek Suriye halkı olarak, teşekkürümüzü ifa etmiş sayılmayız. Herkesin önünde ben de ona şunu söyledim: Sizin bir teşekkür borcunuz yok. Bu borç, Haçlı Seferleri’nden bu yana, asırlarca sizin dedelerinizle bizim dedelerimiz arasında ödendi bitti. Ama bilin ki, bunu da samimiyetle söylüyorum, eğer bize borcunuz yoksa ki yok, hiçbir ülkeye de borcunuz yok, hiç kimseye diyet borcu hissetmeyin. Suriye’yi ayağa kaldırın, yanımızda el ele tutuşacağımız bir güçlü ülke haline getirin ve kendi ülkenize borcunuzu ödeyin yeter. Bizim mülteciler politikamız, açık ve iddialı bir şekilde söylüyorum, önümüzdeki dönemde mültecilik konusunda Birleşmiş Milletler tarafından özel olarak incelenecek bir başarı hikayesidir. Çünkü Kofi Annan geldi, Brahimi, bütün Birleşmiş Milletler temsilcileri geldiklerinde sadece hayretle bunu nasıl yapabildiğimizi soruyorlar ve teşekkür ediyorlar. Ban Ki-Moon, bunu açıkça da söyledi. Hiçbir mülteci kampında böylesine insani bir ortam görmedik dediler. Her bir mülteci kampında hastane, okul, çocuk parkları, oyun salonlarının olduğu, çünkü onlar bizim insanımız. Şunu da söylüyorum: Türkiye-Suriye sınırı, Türkiye-Irak sınırı bizim saygı duyduğumuz sınırlardır. Suriye’nin ve Irak’ın bütünlüğü bizim için hayati derecede Türkiye’nin bütünlüğü gibi önemlidir. Ama aramızdaki kültürel sınırlar sözkonusu olursa ki olamayacak, biz Sykes-Picot’u tanımıyoruz. Bizim dışımızda örülen duvarları, 1917’de bizimle Ortadoğu arasında örülen duvarları, Balkan Savaşlarıyla bizimle Balkanlar arasında örülen duvarları, Birinci Dünya Savaşıyla, 93 Harbiyle daha önce bizimle Kafkaslar arasında örülen duvarları tanımıyoruz, çok net söylüyorum. Sınırlara saygı gösteriyoruz, ama orada bir tek insanın parmağına bir diken batsa, biz Ankara’da bu dikeni yüreğimizde hissetmezsek vicdandan bahsedemeyiz. Kaldı ki bu insanlar, 150 bin kişi herhalde birilerinin tahrikiyle harekete geçmiş değiller. Herhalde gidelim Suriye’yi karıştıralım diye insanlar aylardır evlerinden ayrı yaşamıyorlar. İşte insani diplomasinin bir başka boyutu bu. Biz böyle farklılaşıyoruz, biz Somali’de farklılaşıyoruz aldığımız tutumla. Biz Suriye’de aldığımız tutumla farklılaşıyoruz. Bütün sivil toplum kuruluşlarımıza teşekkür ediyorum. Sınır vilayetimizdeki valilerimize, Sayın Bakanımız nezdinde burada tekrar teşekkürlerimi ifade ediyorum, akşam da onlara da bir teşekkür plaketi sunacağız. Eğer bugün ben Dışişleri Bakanı olarak yurt dışında Suriye konusunda başı dik dolaşıyorsam, bunda bütün bu valilerimizin, bütün bu sivil toplum kuruluşlarımızın, başta AFAD olmak üzere ve Başbakan Yardımcımız Sayın Atalay’ın ve bütün diğer ilgili bakanlarımızın gayretleri, çalışmaları olmak üzere hepsine teşekkür borçluyuz. Tabii ki Sayın Başbakanımızın bizzat talimatlandırdığı bir politikadır bu. Van’dan konteyner kentler sökülüp mülteci kampına götürülmüşse dünyaya mesaj şudur: Biz Van ile Halep arasında bir fark görmüyoruz. Görmedik de gerçekten. Vatandaşlarımız ve tarihdaşlarımız arasında insani diplomasi sözkonusu olduğunda bir fark görmeyiz.

 

Yine insani diplomasinin bir boyutu, biraz önce büyükelçiler, yeni açılan büyükelçiliklere baktığınızda Myanmar’ı gördünüz, 2012 yılında açıldı Büyükelçilik Myanmar’da. Olaylar başladı, yine değerli Büyükelçimizi de buradan tebrik ediyorum. Myanmar’da olaylar başladıktan sonra en aktif büyükelçilik bizim büyükelçiliğimizdi. Oraya giden ilk dışişleri bakanı da bendim, gururla söylüyorum. Myanmar değil Pasifik’in ortasında bir ada olursa, o adada da bir zulüm varsa ve biz eğer bu zulme veya bir insanlık trajedisine kimseyi rahatsız etmeden müdahil olabileceksek oraya da gideriz. Bakın hem Myanmar Hükümetiyle ilişkimiz gayet iyi seyretti, bizzat Devlet Başkanıyla 3 saate yakın görüştüm, hem de Arakan’a ulaştık ve insani yardım götürdük.

 

Bundan 1 ay önce Myanmar’la ilgili Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda bir karar tasarısı kabul edildiğinde, hem Myanmar tarafı bize müracaatta bulundu yardımcı olun, ortak bir karar tasarısı çıksın diye, hem de İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arakan’daki Müslümanlar temasta bulundu ve mutabakatla bir Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararı çıkarttık. Bizzat benim yürüttüğüm telefon diplomasisiyle. Bu, içişlerine müdahale değil. Bu, evrensel olana sahip çıkmak, insani diplomasinin bir gereğidir.

 

Yine Afganistan, İstanbul sürecini başlattık, bütün komşu ülkeleri geçen sene 2011 Aralık’ında toplamıştık Kabil’de. Adı bu, bundan sonra da adı bu olacak, Afganistan’ı ve komşularını bir araya getiren, Afganistan’ı yeniden yapılandırma sürecinin adı İstanbul sürecidir arkadaşlar, İstanbul süreci. Kabil’deki toplantıya Afgan Dışişleri Bakanıyla ben eşbaşkanlık yaptım, diğer bütün ülkeler katılımcı olarak katıldı.

 

2014’te Afganistan NATO çekilecek, ama biz Afganistan’dan çekilebilir miyiz, biz Afganistan’ı unutabilir miyiz? Bizi İstiklal Harbinde unutmamış olan Afganlıları, Arakanlıları unutabilir miyiz, bu vefasızlığı yapabilir miyiz? Kim ne söylerse söylesin, bizim milletimize vefasızlık yakışmaz, ne komşuda, ne uzakta. Çünkü o Arakan Müslümanlarının, kadınlarının, Myanmar Müslümanlarının nasıl bir gayretle mücevherlerini aynı Hint Müslümanları gibi gönderdiğini biz biliyoruz tarihi vakayla.

 

Ve yine büyükelçimizi tebrik ediyorum, giderken 2 talimat vermiştik 2012 başında, şehitliklerimizi bulacaksın, tek bir şehidimiz varsa bir yerde, onu tespit edeceksin ve bulacaksın ve Arakanlılara sahip çıkacaksın. Şu anda şehitliklerimizin hepsi tespit edildi. Ben gittiğimde de ziyaret ettim, en kısa zamanda da o şehitliklerimiz tarihimize yakışır bir şekilde inşallah ihya edilecekler.

 

Daha örnekler çoğaltılabilir.

 

Üçüncü boyutu insani diplomasinin; Birleşmiş Milletler sisteminin içinde insani sahiplenme. Bakın, Birleşmiş Milletler sisteminin ne derece mefluç hale geldiğini ve vicdandan bir anlamda yoksunlaştığını gösteren tablolar var. Sistemin işlemesi bağlamında nasıl sıkıntılarla karşı karşıya olduğumuzu gösteren tablolar. Birleşmiş Milletler Suriye konusunda oylama yapıyor. 132 ülke Suriye konusunda Arap Ligi’nin ve bizim birlikte hazırladığımız karar tasarısına bu yıl içinde evet oyu verdi. Çok az sayıda ülke hayır dedi. Gerisi çekimser kaldı. Uluslararası toplumu kim temsil ediyor, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi mi, Genel Kurul mu? Genel Kurulda herkes var, bütün ülkeler var, ama Güvenlik Konseyinde sınırlı sayıda ülke ve nihayetinde 5 ülkenin dediği sözkonusu. Birleşmiş Milletler Genel Kuruludur vicdanı temsil eder. Suriye konusunda orada bu karar alınıyor, iki ülkenin vetosu sebebiyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde bu karar onaylanmıyor.

 

Ondan aylar sonra, bu sefer Filistin’le ilgili, Filistin’in tanınmasıyla ilgili, tamamıyla tanınma da değil, üye olmayan ülke statüsüyle tanınmasıyla ilgili bir başka oylama yapıldı. 138 ülke evet dedi, 9 ülke hayır dedi. 138 ülkenin söylediğinin kıymeti harbiyesi yok, çünkü Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde geçemedi o karar tasarısı. Bir ülke var ki, hem ona evet dedi, hem ona evet dedi, hem Suriye konusunun öncülüğünü yaptı, hem de Filistin’in öncülüğünü yaptı. Eğer şahsi hayatımda onurlandığım bir sahne varsa, Filistin’i Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda savunduğum sahnedir. Birçok dışişleri bakanı o arada başkentlerindeyken, ben İspanya’dan, ondan önce Cezayir’den Ankara’ya dönmeden, Sayın Başbakanımızla bilistişare, New York’a gittim. Bunu şahsi bir başarı ya da bir fedakarlık gibi takdim ettiğimi düşünmeyin lütfen. Bu, bu ülkenin Dışişleri Bakanı olmanın zorunlu bir sonucudur. Eğer Filistin’le ilgili bir karar orada çıkacaksa, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanının yeri o salondur.

 

Suriye konusunda mültecilerle ilgili bir oturumu yapıldı, orada da vardım. Birine, biraz önce ilişkilerimizin iyi olduğunu söylediğim müttefik bir küresel güç hayır dedi, diğerine de komşu ve dost bir küresel güç hayır dedi. Onlarla ilişkilerimiz bundan etkilenmez, etkilenmeyecek de. Şunu düşünmezdik biz: Acaba şu ülke ne der,  Filistin’e kayıtsız kalalım ve orada en azından salonda bulunmayalım. İşte onu dediğiniz anda tarihin de, vicdanın da dışında kalırsınız. Herkes bilecek ki, Türkiye’nin Filistin’de de bir tutumu var, Suriye’de de bir tutumu var.

 

Yine Birleşmiş Milletler’de bu sene son derece önemsediğim bir başka inisiyatifi başlattık, Birleşmiş Milletler arabuluculuk girişimi. Aynen medeniyetler ittifakı gibi Mart ayında yapılan oylamada Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda mutabakatla, bütün ülkelerin onayıyla Türkiye’yle Finlandiya’nın birlikte başlattıkları Birleşmiş Milletler arabuluculuk girişimi Birleşmiş Milletler süreci olarak kabul edildi. Ve o karar tasarısında da İstanbul’da bir arabuluculuk ve barış merkezi kurulması da içinde olmaz üzere bir eylem planı da kabul edildi. Bunu da söylüyorum, insani diplomasinin bir gereği olarak, insanlığın en kadim şehirlerinden biri olan İstanbul’u bu insani diplomasinin başşehri yapacağız. En etkin şekilde bütün barış süreçlerine katkıda bulunmaya devam edeceğiz.

 

Şimdi kısaca insani diplomasiyle ilgili bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra iki sistemik depremle ilgili de kanaatlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum, çünkü bu iki konuda da bizim için yine insani diplomasinin uzantısıdır.

 

Birincisi, Akdeniz havzasında, özellikle Ortadoğu’da yaşanan büyük depremin etkileri. Hala sürüyor bu deprem ve kimse bu depremin 2013’te de biteceğini düşünmesin. Nasıl Balkanlar’da 1989’dan sonra, 1999’da Kosova’da dahi devam etti bu olaylar, burada da devam edebilir.

 

Biz bu depremle ilgili aldığımız net insani tutum, insani diplomasinin bir parçası olarak şunu söyledik en başından itibaren: Burada sokağa çıkan, haklı taleplerde bulunan Arap halkları insan onurunun gerektirdiği hakları talep ediyorlar. Biz insan onurunun yanında yer alacağız, o haklı taleplerin yanında yer alacağız, kim ne derse desin bu talepleri göz ardı edenleri desteklemeyeceğiz, ama diplomasiyi de elimizden geldiği kadar kullanıp bu geçiş süreçlerinin kansız olması için bütün çabayı göstereceğiz.

 

Bugün 1 yıl içinde değerli arkadaşlar, tabloya bir bakalım, hep olumsuz yönleri görülüyor. Bir de geçen sene büyükelçiler konferansını yaptığımızda bütün Ortadoğu coğrafyasında kaotik bir görüntü hâkimdi, geçiş süreçleri nasıl olacak belli değildi. Bir sene içinde Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da, Fas’ta seçilmiş hükümetler iş başına geldi. Cezayir’de tartışmalı da olsa bir seçim yapıldı, kendi içinde belli tartışmalar olsa da ve orada da bir süreç başladı. Bütün Kuzey Afrika’da bugün seçilmiş hükümetler iş başında.

 

Özellikle de Libya konusunda ne senaryolar üretildi; geçen sene bu vakitler bugün Suriye için söylenen her şey Libya için söylenmişti, Libya 3’e mi bölünecek, Libya El Kaide unsurlarının eline mi geçecek, Libya’da şu mu olacak? Korku senaryoları üretildi. Bu korku senaryolarını üretenler, açık söylüyorum, oryantalisttir. Çünkü şu yaklaşım sahiptir bunlar: Batılı, Avrupalı, Amerikalı demokrasiyi yaşayabilir, ama Ortadoğu hakları yaşayamaz. Biz Ortadoğu halklarını bilmeyiz, Ortadoğu’ya karışmayalım, çünkü onlar sadece kaosu bilirler. Arkadaşlar, Ortadoğu dediğimiz coğrafyayı 400 yıl biz idare ettik, o 400 yıl içinde Avrupa’da onlarca büyük savaş yaşanmışken, Napolyon’un Mısır’a saldırması olan 1798 dışında Ortadoğu savaş görmemiştir. Bizim Safevilerle olan bazı savaşlarımız ki o da Kasrı Şirinle büyük savaş şeyi bitti.

 

Niye Ortadoğu insanı demokrasiyi yaşayamaz olsun? Hangi kitap söylüyor, hangi insanlık vicdanı söylüyor ki, Ortadoğu halkları ancak otoriter bir rejimle iş başına gelir,  ya otorite ya da El Kaide? Bugün Tunus’ta, Libya’da, Mısır’da, Fas’ta her biri değişik tecrübeler yaşanarak bunun böyle olmayacağını gösterdiler. Şimdi de Suriye için bu korkuları üretiyorlar, çünkü istiyorlar ki Suriye eski rejimle devam etsin ya da Suriye öylesine bir kaosun içine girsin ki Türkiye’nin de başı belaya bulaşsın. Neredeyse Türkiye’nin başı belaya bulaşsa memnun olacak bir zümre var.

 

Şunu ifade etmek istiyorum bir analiz olarak: Bugün Ortadoğu’da 4 alt ünite var, her biri değişik meydan okumalarla karşı karşıya.

 

Birisi Kuzey Afrika, Mısır’dan Fas’a kadar. Ben bu Kuzey Afrika konusunda 1 yıl içinde büyük mesafe alındığı kanaatindeyim ve bütün bu ülkelerde de bugün bir geçiş süreci işlemeye başlamıştır. Halk bir kere oy vermeye alışmışsa artık geri dönüş yok, o bir virüstür, güzel bir virüs. 1946’da yanlış bir virüstü, ama bir kere alıştı, halk alışınca onu talep eder. Şimdi artık bu ülkelerde bir daha Mübarek, Bin Ali, Kaddafi gelmeyecek. Zorluklar yaşanacak, çileler çekilecek.

 

Biz de şunu söylüyoruz: Bu zorluklar ve çileler yaşanırken biz bu halkların yanında yer alacağız, devletlerin yanında yer alacağız. Mısır’la Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi toplantısı yaptık. Tunus’la geçen ay, 2 hafta önce Tunus Başbakanı buradaydı, Sayın Başbakanımızla, Tunus ile de Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi toplantısı yaptık, Libya’yla da var, Fas’la da yapacağız. Bütün bu Kuzey Afrika coğrafyası zamanla birbirine entegre olma süreçlerine girecek, biz de her biriyle en derin ilişkiyi kuracağız. O coğrafyanın bir parçası olarak kendimizi kabul ediyoruz, tarihi olarak da, Akdeniz havzasının bir parçası olarak da.

 

Şunu da geçen bir konferansta söyledim: Mutlaka bir problem çıkması gerekiyor ya, son Gazze ateşkesi dolayısıyla da birçok yayın yapıldı, Mısır Türkiye’den liderliği aldı, Mısır’la Türkiye arasında bir rekabet başladı. Bir ülkeyle problem yaşarsanız, komşu ülkelerle sıfır sorun ne oldu deniyor. Diyelim ilişkileriniz çok iyiyse, sizden rol çalmış oluyor. Çok net ifade ediyorum, bunu Mısır’da da ifade ettiğim için burada da ifade ediyorum, Mısır Türkiye’nin rakibi değildir, Türkiye de Mısır’ın değildir. Mısır’ın başarısı bizim başarımızdır. Gazze ateşkesini birlikte çalıştık, ama Gazze ateşkesi doğal olarak, coğrafi olarak da Mısır’ın yürütmesi gereken bir süreçtir. Refah kapısı onlarda. Ve biz bundan hiç gocunmayız. Mısır ne kadar başarılı olursa, Türkiye’nin o derece menfaatinedir. Mısır ne kadar başarılı olursa bölge de o kadar çabuk istikrara kavuşur. Bu konudaki politikamız net ve açık. Kimse böyle yeni soğuk savaş şeyleri, Türkiye cephesi, Mısır cephesi gibi bir şeylerin doğacağını düşünmesin, böyle yeni soğuk savaş mantıklarını da devreye sokmasın.

 

İkinci bölge, daha kritik, maalesef daha acılı, daha sancılı ikini havza, Lübnan, Suriye, Irak, özellikle de Suriye bağlamında.

 

Keşke bunların hiçbirisi yaşanmasaydı, keşke Beşar Esad halkına saldırma yolunu tercih edeceğine oturup kendi halkıyla bu süreci nasıl yönetebileceğini düşünseydi. Keşke gerçek dostları olan Sayın Başbakanımızın, Sayın Cumhurbaşkanımızın telkinlerine kulak verseydi, keşke 7 saat baş başa konuşup anlaştığımız 14 maddelik metni, aşamalı planı daha üçüncü gün bozmamış olsaydı, bugün Suriye’de bunlar yaşanmazdı. Bazen bilerek veya bilmeyerek Türkiye’nin Suriye’de neler yapmış olduğunu unutturmak isteyenler var. Bizim analizimiz doğruydu, vicdanımızın ve stratejimizin gereğini yaptık.

 

Bin Ali’ye bir gün içinde tavrı belirledik, Mübarek’e 2-3 hafta içinde, Kaddafi’ye 3-4 ay uğraştık acaba ikna edebilir miyiz diye, Beşar Esad’la 9 ay, 10 ay uğraştık acaba bir şey yapabilir miyiz diye. Ama ısrarla, siz ne derseniz deyin ben halkımı bombalarım, topa tutarım diyen bir lidere, bir rejime bizim söyleyeceğimiz tek söz vardır, biz de senin karşında halkının yanında yer alırız. Ben bunu da kendisine görüşmelerimizde açık bir şekilde söylemiştim. Eğer Suriye’ye herhangi bir dış müdahale olmuş olsaydı o zaman önce biz karşı çıkardık daha önce bir çok izolasyona karşı çıktığımız gibi. Ama rejim halka yönelik bir baskıya başlamışsa, o halkın yanında yer almak da bizim görevimizdi.

 

Evet, sancılı bir süreç yaşıyoruz, riskle var, ama son 1 yıllık diplomasimizde bu riskleri nasıl teenniyle ve nasıl kontrol altında aşabildiğimizi de herkes biliyor herhalde. Bundan sonra da aynı mantık içinde Suriye’deki dönüşümün en kısa sürede ve halkın bütünün katılımıyla sağlanacağını ifade etmek istiyorum. Bunun için gayret sarf edeceğiz.

 

Buradaki bu kuşakta, Lübnan, Suriye, Irak kuşağındaki soğuk savaş mantığı da şu: Sünni-Şii ayrımı. Bizim literatürümüzde, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin başta zikrettiğim geleneğinde de böyle bir ayrım yoktur, bizim Hükümetimizin politikalarında da yoktur, hiçbir zaman böyle bir soğuk savaşa izin vermeyeceğiz. Eğer baskı yapan bir Sünni olmuş olsaydı ona da karşı çıkardık Suriye’de, bir Müslüman olmuş olsaydı Hıristiyanlara baskı yapan, ona da karşı çıkardık. Nitekim gerek takip ettiğimiz mülteciler politikası, gerekse oraya giden insani yardımlar konusunda da hiçbir ayrım gözetmedik, gözetmeyiz. Suriye’ye silah taşıyan uçağı indirdikten iki hafta sonra Halep Ermenilerine insani yardım gönderen Ermenistan uçağına izin verdik. Çünkü Halep’teki Ermeniler de bizim ortak tarihi paylaştığımız dostlarımızdır, komşularımızdır. Hristiyanlar da öyle, Dürzîler de, Nusayriler de. Hele hele Suriye’deki Nusayri kardeşlerimizin bizim karşımızda düşündüğümüz gibi bir kanaate kimse sahip olmasın. Bizim de Türkiye’de Nusayri vatandaşlarımız var, her biri eşit haklara sahip onurlu vatandaşlarımız. Suriye politikamız, mümkün olan en kısa sürede istikrara bu ülkeyi kavuşturmak için gerekli bütün diplomatik çabayı göstermeye dayalıdır.

Irak konusunda son günlerde yine çok tartışma olduğu için zikretmek istiyorum. Geçen sene Büyükelçiler Toplantısından bir ay önce, yani Aralık 2011’de biz Sayın Maliki’yi Ankara’ya bekliyorduk İkinci Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyini yapmak üzere. 2011 Ekiminde Hoşyar Zebari bütün bakanlıklardan gelen ekibiyle birlikte çalışmayı tamamlamıştık, Sayın Maliki’yi bekliyorduk. Ama Sayın Maliki, Ankara’ya gelmektense Washington’a gidip açıkça Türkiye’yi şikayet etme yolunu tercih etti. O günden bugüne de maalesef Türkiye aleyhine demeçlerine devam etti. Keşke Sayın Maliki, Amerikan güçlerinin çekilmesinden sonra Irak’ın bütün kesimlerine açık bir politika takip etseydi. Keşke her bir lideri tek tek bir şekilde ilzam edecek suçlamalarda bulunmak yerine Haşimi, sonra Barzani, sonra Salih Mutlak, şimdi de İsabi, onlarla birlikte yeni Irak’ı inşa edecek bir yolu benimsemiş olsaydı. Irak’ta da biz Basra’da da varız, Musul’da da varız, Kerkük’te de varız, Erbil’de de varız.

 

Yine 2012 yılında hafızamdan hiç silinmeyecek hatıralardan biri Kerkük ziyaretimdir. Orada da büyük bir onurla söylüyorum, Kerkük Vilayet Meclisinde konuştuğumda, Arap, Kürt, Türkmen, Hristiyan, bütün unsurlar Türkiye’ye olan saygılarını ifade ettiler. Ve yine bir Konyalı olarak da büyük bir onur duyuyorum, yine Kerkük Vilayet Meclisinin bütün üyeleri Şeb-i Arus’ta Konya’daydılar. Kerkük Vilayet Meclisiyle Konya Belediye Meclisi ortak toplantı yaptı. Türkiye’nin Kerkük politikası nereye gidiyor diye soranlara belki de en güzel cevap buydu. Yine Basra’dan gelen Şii Vakıf Başkanı, Sünni Vakıf Başkanı, Ayetullah Sistani’nin özel temsilcisi de Konya’daydılar Şeb-i Arus dolayısıyla. Eğer insani diplomasinin bir metafizik karşılığı varsa, o da Hazreti Mevlana’nın felsefesidir. Biz o felsefenin yolcularıyız ve bunu da sonuna kadar takip edeceğiz.

 

Üçüncü önemli havza, Körfez. Körfez’de sosyal hareketliliğin daha az olduğu, kaynakların daha çok olduğu kendisine özgü bir yapılanma var. Biz Körfez İşbirliği Konseyiyle stratejik işbirliği geliştirdik. Kuveyt’te ve Bahreyn’deki demokratikleşme yeni reform çabalarına hep destek verdik, vermeye devam edeceğiz ve Körfez’le ilişkilerimiz de bundan sonra gelişerek sürecek.

 

Dördüncüsü ve gündemimizde daha az yer almış gibi görünen Yemen ve Aden bölgesi, yani Afrika Boynuzuyla ilgili bölge. Buraya da entegre bir stratejiyle bakıyoruz. Biraz önce Somali’den bahsettim. Etiyopya, Eritre, Sudan, Güney Sudan ilişkilerinde şu anda bu ülkeler arasındaki gerilimi azaltmaya çalışan bir diplomasi yürütüyoruz. Orada beyaz gördüğünüz Eritre’de de bu sene büyükelçilik açacağız. Böylece bütün Afrika Boynuzunda her ülkede büyükelçiliği olan tek ülke biz olacağız. Bu politikada özellikle Aden Körfezi ve Süveyş-Kızıldeniz bağlantıları itibariyle tarihi bir bölgedir. 16. yüzyıla kadar da giden bir geçmişe sahip bizimle. Dolayısıyla, bu yeniden yapılanma süreçlerinde Türkiye aktif politikasını sürdürecek.

 

İkinci sistemik depremin yaşandığı Avrupa Birliği bölgesi, havzasıyla ilgili, bunu yakından takip ediyoruz. Çünkü, Avrupa Birliği’nin önümüzdeki dönemde alacağı seyir, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini de belirleyecek bir seyirdir ve Avrupa belki de modern dönemin en yoğun dönüşüm süreçlerinden birini yaşıyor. Hem bir ekonomik kriz, ama ekonomik krizden çıkmak için sürdürülen politikalar ile de Avrupa Birliği üyeliğinin mahiyetinin değiştiği bir dönem. Finansal politikalarla, mali politikaların tek bir elde toplanması şu demek arkadaşlar: Bütçe ve vergi denetiminin de merkezileşmesi demek. Bu da, modern ulus devletini çıkartan en önemli haklardan olan vergi toplama hakkını ulus devletten Avrupa Birliği’ne taşıyan bir süreç. Bir taraftan Almanya ve Fransa böylesine derinleşen bir süreç yaşarken, diğer taraftan İngiltere Avrupa Birliği’nin üyeliğini tartışan bir döneme girdi. Dolayısıyla, Katalonya’daki ayrılıkçı yaklaşımı ile ulus devlet daha küçük ölçeklere yönelirken, Avrupa Birliği’ndeki bu yeni mali politika arayışlarıyla da daha merkezi bir yapıya dönüşüyor. Önünde Avrupa Birliği’nin iki yol var. Ya jeopolitik olarak etkili, ekonomik olarak rekabetçi, kültürel olarak içselleştirici bir güce dönüşecek ve küresel etkisini sürdürecek ya da jeopolitik olarak etkisiz, ekonomik olarak rekabet gücünü kaybetmiş, kültürel olarak tek tipleşmiş bir Avrupa doğacak, bu da kıta ölçekli bir Avrupa demek. Bizim tercih ettiğimiz Avrupa birinci Avrupa’dır ve o birinci Avrupa’nın olabilmesinin birinci şartı da Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğidir. Bu artık ayan beyan herkes tarafından görülen bir gerçek. Ama Avrupa Birliği bu konuda tereddüt ederse, Türkiye kendi çizdiği yolda reformlarına da devam edecek, Avrupa Birliği sürecini de işletecek, ama tarihi akışın içindeki etkisini Avrupa Birliği’ne endekslemeden yoluna devam edecek. Avrupa Birliği’ne çıpa atıldı tabiri geçmişte çok kullanıldı. Biz sadece tarihe çıpa atarız. Diğer bu tarihi treni kaçıranlar da daha sonra bundan büyük üzüntü duyacaklar.

 

Son olarak değerli arkadaşlar, değerli konuklarımız; bu dış politika vizyonunun harekete geçirilmesi noktasında 4 önemli güç kaynağımızdan ve dört yeni yaklaşımımızdan bahsedeceğim.

 

Birincisi; Bakanlığımız bir güç kaynağımızdır. Hepinizin tecrübeleri, birikimleri ve biraz önce teşkilat yasamızda yapılan değişiklikten sonra artan nitelik ve nicelik yenilenmesiyle en büyük güç kaynağımız bu dış politika uygulamasında sizlerin performansıdır. Önümüzdeki yılda da bu performansınızı en iyi şekilde sürdüreceğinize eminim. Ama ne kadar performans sahibi olursanız olun, ikinci unsur olmadıkça dış politikayı uygulama şansı kalmaz. Bu da, siyasi iradedeki süreklilik ve destektir. Hükümetimiz, başta Başbakanımız olmak üzere bütün bakanlarıyla bu yeni aktif dış politikanın en önemli destekleyicisidir ve iradi olarak onu yönlendiren iradedir. Ve siyasi iradenin sürekliliği, siyasi iradenin gücü bu dönemdeki dış politikamızdaki en önemli kaynaklarımızdan biridir.

 

Üçüncüsü; bakanlıklar ve kurumlar arası koordinasyon gücümüz. Ekonomi Bakanlığımız, İçişleri Bakanlığımız, Adalet Bakanlığımız, Bilim Sanayi Bakanlığımız, Enerji Bakanlığımız, Ulaştırma Bakanlığımız ve diğer bütün bakanlıklarla bu bir yıl içinde özel ilişki geliştirdik. Artık büyükelçiliklerimizde adalet müşavirlerimiz var vatandaşlarımızın hukukunu takip eden. Daha önce olmayan bir uygulamaydı. Adalet Bakanlığımızla bir protokol imzaladık, adalet müşavirimiz var. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığımızla bu yıl içerisinde bir protokol imzaladık, bilim müşavirlerimiz var artık bütün önemli büyükelçiliklerimizde. Yine, Enerji Bakanlığımızla TANAP’ı bu sene gerçekleştirdik. İçişleri Bakanlığımızla mülteciler politikasını gün be gün beraber yürüttük. Her bir bakanlıkla bu anlamda bir tek parti hükümeti olmanın getirdiği güçle siyasi irade birlikte çalışıyoruz. Biraz önce zikrettim; TİKA’yla, Türk Hava Yolları’yla, AFAD’la, YÖK’le, Yüksek Öğretim Kurumu değerli Başkanımız da burada, inşallah İzmir’de kendisini dinleyeceğiz. Diyanet İşleri Başkanlığımızla ve sivil toplum kuruluşlarımızla tam bir entegre strateji yürütüyoruz, bu da önemli bir güç kaynağımız. Ama bütün bunlardan ayrı gerçek güç ve hesap merciimiz halkımızdır. Herkes her şeyi söyleyebilir demokrasilerde, her eleştiri yapılabilir. Dış politikamızın doğruluğunu yanlışlığını test edecek olan iki şey var; tarih ve halk. Bizim halkımız ve bizim tarih içinde aldığımız tutum. Bu anlamda bütün büyükelçilerimiz; gerek yurt içinde, gerek yurt dışında kamu diplomasisi üzerinden halkımızla yakın bir temas içinde olacaklardır.

 

Burada son olarak dört yeni beklenti itibariyle söylüyorum, bu yeni tarih akışı anlamında geliştirmek zorunda olduğumuz, desteklemek, güçlendirmek zorunda olduğumuz yeni unsurlar. Birincisi; bütün Dışişleri camiamız eskiden beri süre gelen geleneğin içinde yeni ve güçlü bir psikolojik yenilenme sağlamak durumunda. Bu da tarihin öznesi olmaktan gelen özgüvene dayalı, iddialı bir psikoloji. Bunu daha önce zikrettiğim için detaylara girmeyeceğim. Sizden beklentimiz, kim ne derse desin, içeride ve dışarıda kim ne yazarsa yazsın, kim ne eleştiri getirirse getirsin; Türklerin buna gücü yeter mi, Türkler nereden çıktılar, niçin bu alanda diye dolaylı-dolaysız içeriden ve dışarıdan yazanlar olsun. Şuna inanacaksınız: Bizim gücümüz yeter, yeni bir psikolojiye ihtiyacımız var, her şey yeter. Bugün yetmezse yarın yeter, yarın yetmezse yarından sonra yeter, ama mutlaka bir gün yeter.

 

İkincisi; yeni bir zihni yenilenme, entelektüel yenilenme. Artık diplomat prototipi değişti. Yani, biz Bakanlıkla ilk temasa geçtiğimizde, Fransızca konuşanlar, İngilizce konuşanlar diye bir ayrım vardı Fransız ekolü vesaire, haklı olarak ta sömürge döneminden kalan Fransızca konuşulan ülkelere Fransızca bilen diplomat gönderilmesi iktiza ederdi. Ama artık İspanyolca konuşanlar var, Çince konuşanlar var, dünyanın en çok konuşulan dilleri değişiyor. Fransızca konuşanlar da olacak, İspanyolca da, Çince de. Ama Arapça konuşan da olacak, Rusça konuşan da, Ermenice konuşan da, Farsça konuşan da, hepsi olacak. İşte biraz önce esas itibariyle Bakan Yardımcımızın anlattı hususlar bunlar. Bu zihni yenilenmeyi sürekli teknolojik yenilenmeyle birlikte destekleyerek bütün bakanlığa yaymak durumundayız.

 

Ve nihayet son olarak ekip bilincimizi güçlendireceğiz. Biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak entegre bir strateji uyguluyoruz. Bütün bakanlıklarımızla, kurumlarımızla bir arada çalışma ahlakını güçlendireceğiz. Bakanlık içinde bir aile gibiyiz. Bu aile mantığının amatör ruhuyla profesyonel diplomasi geleneğini bütünleştireceğiz ve bunun yanında uluslar arası toplumla da biraz önce zikrettiğimiz insani diplomasi çerçevesinde bir ekip bilinci içinde çalışacağız. Her Birleşmiş Milletler Platformunda, her uluslar arası platformda Türkler o ekibin bir parçası olarak yer alacaklar.

 

Özetle; 2012, tarihin hızlı aktığı bir yıldı. 2013 daha hızlı akacak ve biz daha çok çalışacağız. Bu hızlı akışa doğru cevaplar üretmeye devam edeceğiz. Bütün bu tarihin akışına katkıda bulunan, ülkemizi, milletimizi, devletimizi dünyanın her bir köşesinde temsil eden sizlere tekrar teşekkür ediyorum. Sizlere ve ailelerinize yaptığınız fedakârlıklar dolayısıyla bütün milletimiz adına takdirlerimi ifade ediyor, saygılar sunuyorum, başarılar diliyorum, iyi yıllar diliyorum.