Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun IV. Büyükelçiler Konferansı vesilesiyle Trakya Üniversitesi Balkan Kongre Merkezi’nde Yaptığı Konuşma, 29 Aralık 2011, Edirne


İmaretler üzerinden yaptığı veciz takdimiyle medeniyetimizin muhteşem geçmişini tekrar bizlere hatırlatan saygın akademisyen Sayın Heath Lowry, Balkanların değişik köşelerinden gelerek bugün bizlerle beraber olan sayın Bakanlar, sayın Milletvekilleri, Sayın Vali, sayın Milletvekillerimiz, Sayın Belediye Başkanımız, Sayın Rektörümüz, dünyanın dört bir köşesinden gelen saygıdeğer büyükelçilerimiz ve tabii gerçekten tekrar bir üniversite salonunda bir ders üslubunda beraber olma şerifine erdiğim sevgili öğrenciler; hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.

Sayın Lowry Boğaziçi Üniversitesi yıllarını bana hatırlattı, ben de şimdi burada bir üniversite kürsüsünde tekrar olmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum ve Trakya Üniversitesi’nin 30. yılında bu dönemin Sayın Rektörüm, sizlere, öğretim üyesi meslektaşlarıma, öğrencilerimize hayırlı olsun diyorum.

Balkan Savaşının 100. yılı, aynı zamanda Trakya Üniversitesi’nin 30. yılı gelecekteki büyük başarın nüvelendiği, odaklandığı bir Edirne’yi kurmamıza vesile olacaktır.

Büyükelçiler Konferansı bir gelenek haline dönüştü, 4’üncüsünü yapıyoruz ve güzel bir geleneği de bununla birlikte başlattık. Ankara’da teknik ve bürokratik düzeydeki istişareler yaptıktan sonra, yurdumuzun her bir köşesine giderek diplomasiyle halk arasındaki o büyük meşruiyet ilişkisini kurmaya çalışıyoruz.

İki sene önce Mardin’deydik, Artuklu’nun başşehrinde Mezopotamya’nın o bütün kadim kültürü barındıran, benim o zaman orada yaptığım konuşmada vurguladığım şekilde, bir biblo medeniyet şehriydi Mardin.

Geçen yıl Erzurum’a gittik, Kafkaslarla Anadolu’nun birbirine böyle kucaklaştığı ve Türk’ün büyük imtihanlarını başarıyla tarih sınavından vererek geçtiği, Anadolu’nun ruhunu taşıyan, Doğu Anadolu’nun yaylası olarak bekçiliğini yapan o büyük şehir… 93 harbinin acılarını yaşamış, ama hiçbir zaman boğun eğmemiş Erzurum.

Üçüncü şehir olarak nereyi ziyaret edelim diye sorduğumuzda, hiç tereddüt etmeden Edirne dedik. Hem 1912’nin 100. yılının hemen eşiğinde Edirne, hem de ruhuyla, tarihiyle, kimliğiyle Edirne.

Öyle şehirler vardır ki aziz öğrencilerim, özellikle sizlere söylüyorum, üniversite hayatında sadece kitaplara değil, yaşadığınız mekana nüfuz edin. Bir üniversitenin mevcudiyeti, bir şehre büyük bir değerdir, ama o şehir o üniversite için aziz bir ikramdır aynı zamanda. Eğer bir öğrenci o şehirde bulunup da o şehrin ruhuna nüfuz edememişse, ne kadar iyi derece alırsa alsın Trakya Üniversitesi’nde veya İstanbul’daysa İstanbul’daki üniversitelerden, gerçek dereceyi alamaz. Üniversiteler şehirlerle birlikte gelişir. Ve belki de bir üniversitenin en çok yakıştığı şehir Edirne’dir; sebepleri üzerinde duracağım.

Sabah erken saatlerde, gece geç saatlerde, gündüz veya akşam güneş batarken, kış veya yaz, ne olur şehrin sokaklarında dolaşın, Edirne’nin ruhunu keşfetmeye çalışın, Edirne’nin her taşında tarihi anlamaya çalışın. En büyük öğretmen, o şehrin kendisidir. Sizin de en büyük öğretmeniniz Edirne ve Edirne’nin ruhudur. Niçin? Çünkü, öyle şehirler vardır ki, bir milleti anlamak isterseniz sadece o şehri anlamakla o milletin tarihi serüvenini anlarsınız. O şehrin geçmişini, yaşadığı onuru, çektiği ıstırabı doyum doyum yaşarsanız, sadece o şehri değil o şehri kuran, o şehri medeniyet merkezi yapan bir milletin de onurunu, zirvesini, doruğunu, ama aynı zamanda ıstırabını da yaşarsanız. İşte Edirne böyle bir şehir. Eğer denseydi ki, Türk’ün asırlar süren o büyük macerasını, o büyük serüvenini bir şehir haline dönüştürün ve bir mekanda onu tecessüm eden bir kimlik haline dönüştürün, diyebiliriz ki o kimlik şehirlerinden biri, belki de en başındaki Edirne’dir. Edirne’yi anlamak lazım, çünkü Edirne bir başşehirdir. Konjonktürel olarak bir devlete merkezlik yapmış bir başşehir değil, o devleti kuran büyük iradenin, o devleti kuran büyük milletin ruhunu, estetiğini, gücünü, kudretini ve biraz önce Sayın Lowry’nin anlatımıyla insanlık merhametini yansıtan, imaretlerini barındıran Edirne. Bizim ruhumuz bazı şehirlerde tecessüm eder, bazı şehirlerde merkez olur ve başşehir olur, işte Edirne böyle bir başşehir. Onun için biraz önce şehitlikte vurguladığım gibi, başşehirler baş eğmezler, teslim olmazlar, herkes onu terk etse dahi o şehrin ahalisi o şehirle birlikte o imtihanı verir; Edirne bu imtihanı vermiş büyük bir şehirdir. Onun için Büyükelçilerimizle temsil ettiğimiz bu büyük milletin, bu büyük devletin, bu büyük ülkenin ruhunu keşfetmek için de Edirne’deyiz, tekrar tekrar anlamak için Edirne’deyiz.

Ben Konya’da doğdum. Konya, büyük Anadolu harmanlanmasının başşehridir. Orta Asya’dan, Buhara’dan, Semerkant’tan, Horasan’dan gelen boyların İran kültürüyle harmanlanarak geçtikten sonra Mezopotamya kültürünü de, Artuklu’da ve diğer kültürlerle hep beraber daha sonra yaşacak olan o bütün Mezopotamya birikimini de harmanlayarak gelip kurdukları bir başşehirdir Konya. Ve bu başşehrin bütün o manevi birikimini yansıtan, manevi sembolü de Hazreti Mevlana ve Mesnevi’dir. Mevlana’yı çekin alın, Konya’nın o büyük başşehir kimliğini alın, Konya geriye kalmaz.

Sonra Bursa; Bursa, Büyük Selçuklu birikiminin Roma’yla, daha da doğrudan temasa geçerek Bizans’la, estetiğini ve yeni merkezini taşıdığı bir ruhun aktarıldığı bir şehirdir. Ve Bursa, bir prototiptir. Bursa, daha sonra birçok yerde kendisini bir örnek olarak gördüğümüz birçok Balkan şehrinde silüetini yansıtmış bir şehirdir. Deyim yerindeyse, 1071 Malazgirt’ten 1300’lerin ortasına kadar, 1400’lere kadar 300 yıllık Türk’ün Anadolu’daki bütün o büyük harmanlanmasının nihai kemal şehri Bursa’dır. Ve bu kemalin Rumeli’ye taşındığı ve Rumeli’de bu kemalin taşa, mimariye, estetiğe, yazıya büründüğü ve yeni Rumeli başşehri de Edirne’dir. Bunlar birbirini takip eden bir silsile halinde İstanbul’un taşlarını döşemiştir. İstanbul o muhteşem medeniyet şehri olarak doğarken, Konya’dan, Bursa’dan, Rumeli merkezi olan Edirne’den hazırlanan o büyük birikimin üzerinde dünyanın belki de medeniyet sahnesi anlamında en muhteşem şehrini oluşturmuştur. Edirne, daha sonra Balkanlara nüfuz edecek olan o büyükharmanlanmanın odaklandığı, bir kimlik ve nüfuz bulduğu bir şehir. Onun için, Edirneli olmak bir ayrıcalıktır.

Biraz önce Sayın Rektörümüze, Sayın Belediye Başkanımıza ve milletvekillerimize söyledim, ben hayatımı bazı dönemlerde bazı şehirlerde yaşamayı özlemle istemişimdir; bu şehirlerden biri de Edirne. Keşke bu yoğun diplomatik ritimden bir gün ayrılıp tekrar o özlediğim akademik hayata dönersem, kabul buyurursanız gelip bu öğrencilerle Trakya Üniversitesi’nde Edirne’nin ruhu üzerine bir ders yapmak isterim, bir dönem kalmak isterim. Çünkü, Edirne’de her şeyi bulursunuz. Onun için o milletin serüveniyle bakın Edirne’de neler var. İstanbul, tabii dersaadettir ama, ondan önce Edirne için de dersaadet unvanı kullanılmıştır. Ve Osmanlı, o büyük asırlar, bizim medeniyetimizin büyük asırları süresince tabir caizse İstanbul büyük bir metropolit, merkezdir. Ama Edirne, bütün bu yol hatlarının, kavşaklarının kesiştiği neredeyse İstanbul’a göre daha küçük, ama bütün o birikimi daha küçük bir alanda temerküz ettirmiş bir şehirdir. Ve ondan sonra, Edirne’den sonraki Balkanlar, kendisini takip edebileceği imaretiyle, bütün yapılarıyla kendisini takip edeceği bir şehir kimliğinin taşınmasına sebebiyet vermiştir. Hani Edirnelilerin dediği şekliyle, “Üç Şerefeli’nin kapısı, eski caminin yazısı, Selimiye’nin yapısı. Bakın kapı, yapı, yazı. Yazı ilimdir, kapı her şeye açılan yoldur. Gerçekten Üç Şerefeli’nin kapısı Balkanlara açılan manevi kapıdır. Yazıyla sadece hat ve kaligrafi değil bir emin, kalenin, bizim kültürümüzde kutsal sayılan kalenin kapısıdır. Ve yapı, yapı sadece mimari değil yapı devlettir, yapı mimaridir, yapı binadır, yapı zihniyettir. Yine eğer o uzun asırlarımızın bir tek yapıda hülasasını görmek isteseydik ve deseydik ki hangi yapı bizi anlatır, hiç tereddüt etmeden şunu söyleyeyim: Selimiye bizi anlatır. Nasıl Hazreti Mevlana bir edebi değer olarak, Mesnevi ile Konya bütünleşmiştir, Selimiye ile de Edirne bütünleşmiştir. Ben bazı yapıları gördüğümde, yapıdan kastettiğim bu mimari değil, sadece görünen yapının arkasına nüfuz ettiğim ve başından ayrılamadığım dünyada dört eser vardır. Saatlerce durun ve seyredin. Her seyrinizde yeni unsurlar keşfedersiniz ve her seyredişinizde insanlığın anonim kültürünü, anonim estetiğini, zevkini yakalarsınız.

Birisi; Zeytin Dağı'ndan Mescidi Aksa’ya baktığınızda Kudüs’ün yapısı. Zeytin Dağı'na gittim bir gece 1983 senesinde, emin olun gece boyu Zeytin Dağından Mescidi Aksa’ya baktığımda gözümü ayırmak istemedim, oradan ayrılmak istemedim. Çünkü orada bütün bir tarihin hülasası vardı. Yahudilik, Hristiyanlık, İslam’la birlikte. Herşey, gördüğünüz yerde sadece o yapıyı görmüyorsunuz, bütün o tarihi, bütün insanlığı, bütün kadimi görüyorsunuz. Hiç gözünüzü ayırt edemezsiniz bu güzelliğe bakarken.

İkincisi, Gırnata’da El Hamra’ya bakarken geçin Gırnata’nın bu tarafına ve El Hamra’nın önüne oturun, gözünüzü ayırmak istemezsiniz. Size aşkı anlatır, size derinliği anlatır, size deruniliği anlatır, size bir medeniyetin nasıl mimari şekline büründüğünü anlatır. Bir güneş batımında El Hamra’ya, Gırnata’dan El Hamra’ya bakmak bir ömre bedeldir, gözünüzü ayıramazsınız.

Üçüncüsü; Tac Mahal, ona da 1983 senesinde gitmiştim. Tac Mahal’in daha ilk silüetini fark ettiğinizde, siz Tac Mahal’a bakıyor görünürsünüz ama, aslında Tac Mahal sizi esir alır. Ve Tac Mahal alır sizi kendi içine, daha içine girmeden kendi içine alır ve bir büyük aşkın nasıl mimariye dönüştüğünü siz o nüfuz ile anlarsınız. Ayrılamazsınız Tac Mahal’den. Ve bu eserlerin hangi cephesinden bakarsanız bakın size ayrı bir ilham verirler.

Dördüncüsü, sıralamada dördüncü anlamında söylemiyorum, sona getirmek istediğim için; Selimiye. Selimiye’ye bakmak, ahengin, derinliğin, oranın, hem teknik anlamda oranın, hem de ruh ile madde arasındaki o büyük uyumun anlamını kavramaktır. Onun için özellikle öğrenci kardeşlerim, eğer dinlenmek istiyorsanız, eğer derslerden sıkıldıysanız, ki sıkar bazen, biliyorum. Gidin Selimiye’yi görebilecek bir yerden oturun ve Selimiye’yi seyredin, ruhunuzun dinlendiğini hissedersiniz. Hatta olur, o da olur yani gençlikte, aşıksanız, gidin Selimiye’ye bakın, o güzelliğin başka bir aşka nasıl dönüştüğünü hissedin. Ve oturup eğer şiir yazmak istiyorsanız, bu kabiliyetim gelişsin diyorsanız, bir kapalı odada ilham gelmesini beklemeyin, gidin Selimiye’nin önüne oturun, Selimiye size şiirin nasıl yazılacağını öğretir. Selimiye, Edirne gibi hocadır. Çünkü, büyük bir üstadın elinden çıkmıştır. Mimar Sinan’ın en büyük kitabı Selimiye’dir. Mimar Sinan’ı okuyacaksanız, gidin Selimiye’yi seyredin. Ve Selimiye İstanbul’da değildir, Selimiye Edirne’dedir. Bence bu da hem Sultan'ın, hem de mimarın özel bir tercihidir.

Ve şunu söyleyeyim, Edirne’nin üçüncü boyutu, başkent olmak, medeniyetin zirvesi olmak dışında, yaşadığı büyük Edirne müdafaası, ben hep onu düşünürüm; bazı yapılar, o şehre öyle bir emanettir ki, o şehir kendisini savunmak hissettiğinde onlara güç verir, kudret verir. O zaman o büyük 5 ay 5 gün süren Edirne muhasarasında Şükrü Paşa’yı, onun şehit olan 13 bin askerini, orada açlık içinde kıvranan Edirnelileri hayata bağlayan, onlara 'direnin, çünkü direnmeniz gereken bir şehrin ruhu var' dedirten şey, her gün gördükleri Selimiye’ydi. Onlar Selimiye düşmesin diye, o büyük ıstıraba direndiler, açlık çektiler, ağaç kabukları yediler, ama ne Edirne’yi, ne de Selimiye’yi teslim ettiler. Biz burada Büyükelçilerimiz ve bütün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsil eden, bir devletin onurunu temsil eden insanlar olarak şunu söylüyoruz: Edirne’nin onuru, Selimiye’nin onuru kıyamete kadar yaşayacaktır.

Bakın, Ömer Seyfettin günlüğünde çok çileli bir şekilde anlatır, şimdi yükselişi, zirveyi bahsettim Edirne, Selimiye’yle ve gerçekten de Osmanlı’nın, onu da söylemeden geçmek istemiyorum; Osmanlı’nın bütün tebaasının küçük numuneleri de Edirne’de hep yaşamıştır. O asırlar boyunca Yahudi cemaati, Rum cemaati, Bulgar cemaati hep beraber yaşamıştır. Yani, Osmanlı’nın sosyolojik dokusu da, değerli Hocamız çok daha iyi bunu mutlaka anlatacaktır sizlere fırsat olursa. Osmanlı sosyo-kültürel dokusu da Edirne’de böyle küçük bir biblo gibi yaşar. Bu şehirler üzerine daha sonra yine geleceğiz.

Ve bir millet, tarihin büyük sınavından, büyük testinden, büyük imtihanından geçerken de Edirne yine o millete hocalık yapar, o millete orada kendi ruhunu yaşatır.

Şükrü Paşa, o büyük kahraman bakın ne diyor: “Edirne gibi dünyanın en müstahkem mevkiinden ma’dut bir şehr-i mukaddesi…” Tabire bakınız, şehr-i mukaddes. “Den’i ve hunhar bir düşmana teslim edecek alçak bir kumandan şanlı Osmanlı tarihinde görülmemiştir. Bu cinayeti ben de irtikap etmeyecek son neferimi kendi tabancama, kendimi de son kurşunuma tevdi edeceğim. Şehirde imkan-ı mukavemet kalmadığını görünce muhasara altında bulunan aziz çocukları ve kadınları, konsolosların ellerine birer beyaz çarşaf vererek onların himayesine tevdian şehirden çıkaracağım. Şimdiye kadar yaptıkları gibi bunları da onların medeniyet gözleri önünde isterlerse imha etsinler. Ba’dehu toplarımı meşhur-ı alem mebani ve emakin-i muazzezimizle Bulgarlar üzerine çevirecek ve şehrimizi ateşlere boğarak harebezara döndüreceğim. İçeride ateş, dışarıda ölüm içinde kalacak kahraman askerlerim işte o zaman velevki muhasımlarım 1 milyon olsun, onu yaracak ve bu suretle ya kahramanca ölecek veya mukaddes payitahtımın ecdadını şanla terk edecektir.” İşte Şükrü Paşa bu. Ben onun için Edirne’nin serüveninin bittiğine inanmam. Bu ruhtur ki hemen sonrasında Ankara’yı başşehir yapmıştır. Ben Ankara’nın iki durağının olduğunu düşünüyorum; bir Edirne, bir Gelibolu ve Çanakkale. Edirne müdafaası, bir milletin hani Asya’ya sürülmek için büyük bir saldırıya muhatap olduğu yerde, 'ben Avrupa’da kalacağım' iradesinin savunma hattıdır. 100 yıllık Türklere karşı bir rüyaydı Türkleri Asya’ya kadar sürmek. Şükrü Paşa, askerleri ve Edirne ahalisi, bugün de bizim söylediğimiz bir iradeyi tarih sahnesinde haykırdılar; Türkler Avrupalıdır, Avrupalı kalacaklar ve Avrupa tarihi Türkler olmadan yazılamayacak. Direnişleri, sadece bir şehrin direnişi değil, büyük bir medeniyetin Avrupa’da tutunma direnişiydi. Şimdi hamd ederek söylüyoruz ki, Şükrü Paşa’nın emaneti yerine gelmiştir. Bütün Avrupa, birtakım krizlerle uğraşırken, bütün Ortadoğu bazı krizlerle uğraşırken, bütün bu coğrafyaların arasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti, dünyanın en büyük kalkınma hızını gerçekleştiren, en aktif dış politikasını takip etmeye çalışan, küresel alanda her yerde konuşan ve demokrasisiyle gerçek bir Avrupalı olduğunu bir kez daha gösterecek şekilde yoluna devam ediyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu yönelişinin tohumları, Edirne müdafaasında sağlanmıştır. Ve Edirne müdafaası, bu yolla Ankara’nın da önünü açmıştır. Nasıl Edirne müdafaasında bu irade gösterilmiştir, İstiklal Harbinde de Gazi Mustafa Kemal ve o büyük kahraman millet Ankara’da Anadolu’dan bizi sökemezsiniz demiştir. Sonra da, Ankara’yla tekrar Edirne buluştu ve bir kolumuz da Asya’nın derinliklerinde, öbür kanadımızla, o Selçuklu Kartalı gibi öbür kanadımızla da Avrupa’nın derinliklerinde yolumuza devam edeceğiz, bu yoldan da bizi kimse döndüremeyecek.

Şimdi Edirne’de tecessüm etmiş bu iradenin dış politikamıza yansıması nedir ve Balkan politikamız neye dayanıyor?

Biz bilinçli şekilde 1912’nin 100. yılında Edirne’yi seçtik ve bilinçli bir şekilde Güneydoğu Avrupa Ülkeleri Dönem Başkanı olan Sırbistan yönetimine, Sayın Tadiç’e ve Dışişleri Bakanı Vuk Jeremic’e, geçen hafta da Türkiye’ydi ve birkaç gün önce aslında Büyükelçilerimize hitap etti, 'gelin birlikte 2012 yılını 100. yılında Balkan Savaşından Balkan barışına yılı ilan edelim. Savaştık, hesaplaştık, ama geleceği geçmişin ön yargıları üzerine değil, ortak barış havzası olarak yeni bir vizyon üzerine kuralım' dedik.

Buradan da bu yılın, 2012 yılının ilk mesajlarını Edirne’den vermek istiyorum.

Niye Balkan barışı? Dış politikamızı Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kafkaslar’da, Orta Asya’da, Afrika açılımında neye dayandırdık? İki unsuru öne çıkarttığımızı görürsünüz.

Bir, bu çevre havzalarda tarihin normalleşmesini istiyoruz; ne kastettiğimi anlatacağım, tarihin normalleşmesi.

İki, geleceğe kriz odaklı değil vizyon odaklı bakmak istiyoruz, ön yargıyla değil, bir ufukla bakmak istiyoruz.

Şimdi bunların Balkanlar’a yansıması nedir? Ne demek tarihin normalleşmesi?

Balkanlar’a ve Ortadoğu’ya aslında büyük haksızlık yapılıyor. Avrupa’da ne zaman bir karmaşadan bahsedilse, Balkanlar gibi denir ya da Ortadoğu gibi denir. Ne zaman etnik çatışma, dini çatışma akla gelse, hemen Balkanlar veya Ortadoğu akla gelir. Ve zannedilir ki oryantalist bir bakışla, Balkan milletleri, Ortadoğu milletleri birbirine öldüren, kana susamış milletler, hep böyle yaşadılar. Bakınız, 19. yüzyılın son çeyreği, ikinci yarısı ve 20. yüzyılı dışarı alırsanız, paranteze alırsanız, ondan önceki uzun asırlar Balkanlar’da barış asırlarıdır. Edirne, Filibe, Selanik, Saraybosna, Üsküp, herhangi bir çatışmayı ve savaşı 19. yüzyılın sonlarında, Balkan Savaşına kadar neredeyse görmediler, Saraybosna daha önce gördü. 20. yüzyıl bu bölgelerin tarihinde bir parantezdir, maalesef kötü bir parantez. Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş ve Soğuk Savaş sonrasında Bosna’da ve eski Yugoslavya’da çıkan çatışmalar. Şimdi biz bu parantezi kapatmak istiyoruz. Bu savaşların hiçbirisi de Balkan milletlerin kendi iradeleriyle ortaya çıkmış savaşlar değildir. Balkan milletleri 14. yüzyıldan bugüne kadar herhangi birisi, bunu Osmanlı asırlarını hamasi bir şekilde yüceltmek için söylemiyorum, yanlış anlaşılmasın, tarihi bir bağ olarak söylüyorum, yani Balkan şehirlerinin herhangi biri Balkan Savaşına kadar büyük savaş görmemiştir; Ortadoğu şehirleri de görmedi.  Kahire, o uzun savaşlı yıllardan sonra Napolyon gelene kadar herhangi bir savaş, iç isyan - birtakım rahatsızlıklar oldu ama - büyük savaşlar, yıkımlar görmedi; Bağdat için de durum böyle. Yani, bu oryantalist yaklaşımı Balkan ve Ortadoğu milletlerinin böyle kan ve şiddet ruhunda olan milletler gibi takdim eden yaklaşımı önce zihniyetimizden sileceğiz. Asırlarca bu milletler, halklar, topluluklar, bütün Balkan şehirlerinde bir arada yaşadılar. Ve dışarıdan gelen bu müdahaleler içinde çok büyük acıları da yaşadık, şimdi bu acıları paylaşma vaktidir. Tarihin normalleşmesinden kastım, birbirimize bakışımızın, bir birimizi anlayışımızın yeni bir zihniyetle ele alınmasıdır.

Nedir? Bunun 5 unsurunu görüyorum Balkanlarla ilgili olarak.

Bir; şehirlerin normalleşmesi, daha devletlerle gelmeden şehirlerin.

Bakınız, Edirne’nin, Selanik’in, Üsküp’ün, Saraybosna’nın 16-17. yüzyıldaki, hatta 19. yüzyıldaki dünya ekonomisindeki yerlerine bakın, bir de şimdiki dünya ekonomisindeki yerlerine bakın, çok büyük bir düşüş vardır. Ben Selanik Belediye Başkanı Yannis Boutaris’le geçen sene görüştüğümde, ki çok aydın bir Belediye Başkanıdır, kendisini çok takdir ederim, şunu söyledi: 'Selanik, asırlar boyu bütün Doğu Avrupa’nın, Balkanlar’ın liman şehri oldu, büyük ekollerin, birçok farklı etnik ve mezhebi yapıların kaynaştığı ve Akdeniz’in en canlı liman şehirlerinden biriydi. Şimdi Selanik, Yunanistan’ın hemen 100 kilometre ötesinde nerdeyse Makedonya’yla sınırı olan kenarda kalmış bir şehir haline dönüştü.'

Üsküp, Balkanlar’daki optimum konumuyla her türlü ticaret ve kültür akışının merkeziydi, şimdi daralmış bir alanda, kendimce Edirne’miz de böyle. Edirne doğal hinterlandından koptu, Selanik doğal hinterlandından koptu, Üsküp doğal hinterlandından koptu, Filibe doğal hinterlandından koptu. Biz Edirne’ye serhat şehri diyoruz. Halbuki Edirne, evet, bugün itibarıyla serhat şehrimizdir ama, tarihte oynadığı rol itibarıyla merkez bir şehirdir. Batıya doğru, Avrupa’ya doğru giden her kervan, Avrupa’ya doğru giden her fikir ve sonra da Avrupa’dan Anadolu’ya gelen fikir ve her kervan Edirne üzerinden geçti geldi. Edirne bir merkez şehirdir. Ama, Balkan Savaşlarının üzerine kurulan o parçalanmış Balkanlar ve daha sonra soğuk savaş yaşarken Bulgaristan’ın ve Türkiye’nin ayrı iki blokta yer alması, birden Edirne’yi neredeyse çıkmaz sokak haline getirdi. Bu Halep için de böyledir, Trabzon-Batum ilişkisinde de böyledir. Bizim politikamız, bu çıkmaz sokakları ortadan kaldırmak ve şehirlerimizi doğal hinterlantlarıyla bütünleştirmek, paylaştırmak, kaynaştırmak.

Selanik için de bu böyle; bir barış projesi geliştirelim, Selanik’le İstanbul arasında otoban kuralım, hızlı tren hatları oluşturalım. Selanik bu anlamda tekrar kendi kimliğine kavuşsun, o güçlü ekonomik alt yapısına kavuşsun. Ben de Alaca İmaret’e Selanik’te gittiğimde her zaman hüzünle bakmam. Ama, geçen defa bir farkımız oldu, ben geçen sefer gittiğimde girebilmiştim, daha önce gittiğimde hiç girememiştim. Ama, orada o kültürel kimliğin mevcudiyeti bir tehdit ya da farklılık değil, bir güçtür; bunu paylaşmamız lazım. Edirne’miz için de bu geçerli. Şu anki yaklaşımımız, tarihin normalleşmesinden kastettiğimiz, bütün bu Balkanlar’daki tarihi şehirler birbirlerine tekrar eklemlenmeli. Onun için Trakya Üniversitesi’nde, çok sayıda şimdi şehitlikle Balkan kökenli öğrenci görmekten büyük bir memnuniyet duydum. Çok teşekkür ederim Sayın Rektörüm ve sizin şahsınızda bütün üniversiteye de teşekkür ediyorum. Bu, dış politikamıza da büyük bir katkıdır. Türkçe bilen Kosovalı Arnavutların, soydaşların burada görev yapıyor olması, Gagavuz Türklerinden burada eğitim görülüyor olması, bunlar bizim için büyük kazançtır. Onların inşallah bir kısmını da Ankara’da belki ait oldukları ülkelerin büyükelçileri olarak göreceğiz, belki bir kısmını da bizim büyükelçimiz olarak başka yerlere göndereceğiz. Biz artık bu ayrımların bitmesini istiyoruz.

İkincisi; devletlerin normalleşmesi, devletler arası ilişkilerin normalleşmesi.

Soğuk Savaş sonrası dönemde maalesef devletler arası ilişkiler hala normalleşemedi, yani Bosna Hersek-Sırbistan ilişkisi, Sırbistan-Kosova ilişkisi, Yunanistan-Makedonya ilişkisi normal bir seyirde takip etmedi. Ne acılar yaşarsak yaşayalım, bizim Türkiye olarak Balkanlardaki politikamız, bütün halklarla tekrar buluşma, kaynaşma politikasıdır. Bakın, Edirne müdafaasında çektiğimiz acı üzerine bunları söylüyorum, onları konuştuktan sonra bunları söylüyorum, o acıları derin bir şekilde hissetmemize rağmen bunları söylüyorum. Çünkü, Selanik’i her zaman hatırladığında gözleri dolan ve her Rumeli türküsüyle gönlü kıpır kıpır olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bütün o acıları yaşadıktan sonra Balkan Paktı’na da öncülük yapmıştır. Aynı nesil, Balkanlar’dan koparılıp getirilen o nesil, aynı zamanda Balkanlar’a dönüp barış çağrısı yapmıştır hem Venizelos’a, hem 1934’te Balkan Paktının kurulmasıyla.

Bakın, Atatürk 1931 yılında İkinci Balkan Konferansında Ankara’da ne diyor; “… denilebilir ki, Türkiye Cumhuriyeti dahil olduğu halde son asırlarda vücut bulan bugünkü Balkan devletleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun yavaş yavaş parçalanmasının ve nihayet tarihe gömülmesinin tarihi neticesidir. Bu itibarla Balkan milletlerinin asırlara şamil müşterek bir tarihi vardır. Bu tarihin elemli hatırları varsa da, onlara sahip olmakla bütün Balkanlılar müşterektir.” Yani şunu diyor: Hepimizin acısı müşterek. “Türklerin hissesi ise daha az acı olmamıştır. İşte siz, muhterem Balkan milletleri mümessilleri, mazinin karışık his ve hesaplarının üstüne çıkarak derin kardeşlik esasları kuracak ve geniş birlik ufukları açacaksınız, ihmal olunmuş ve unutulmuş büyük hakikatleri ortaya koyacaksınız. Balkan milletleri içtimai ve siyasi ne çehre arz ederlerse etsinler, onların Orta Asya’dan gelmiş aynı kandan, yakın soylardan müşterek cetleri olduğunu unutmamak lazımdır. Görüyorsunuz ki, Balkan  milletleri yakın maziden ziyade uzak ve derin mazinin kırılmaz çelik halkalarıyla birbirine pekala bağlanabilirler.”

Bakınız, burada birkaç hususa dikkat ediniz.

Bir; elemli hatıraları varsa da onlara sahip olmakla bütün Balkanlılar müşterektir. İşte bu Türk Milletine has bir hasrettir. Her millet kendi acısını bilir, her millet kendi acısını tek acı zanneder, ama biz bütün milletlerin acılarını da anlarız, çünkü en büyük acıyı biz çektik. 1912’yle 1923 yılları arasında şu veya bu akrabası, dedesi bir Balkan veya Trablusgarp veya Yemen veya Kafkas cephesinde şehit olmamış kimse yoktur belki bu salonda. Benim de bir dedem Çanakkale’de şehit oldu, diğer dedem Suriye Cephesinden döndü, döndüğü gün İstiklal Harbi için tekrar harekete geçti; hepimizin hatıraları var. Hele hele Balkan muhacereti, o uzun Balkan muhacereti ve Edirne’nin, İstanbul’un bu muhaceret esnasında çektikleri, en büyük savaş suçlarını içinde barındıracak şekilde büyük göçlerin hikayesidir. Ama biz, bütün bu acılara rağmen yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu dönüp diyor ki, 'elemimiz müşterektir, gelin elem üzerine değil, vizyon üzerine bir Balkanlar kuralım'. Şimdi biz dönüp işte bu metni ve bu anlayışı Fransız Meclisine söylüyoruz: 'başkalarının acıları üzerine emperyalist planlar kurmayın, 1915’te sizler acı çekmediniz, Gelibolu’da 250 bin şehit veren bir millet de acı çekti, Kafkas Cephesinde de acı çekildi,  Fransız işgali altında Maraş’ta da acı çekildi, Urfa’da da acı çekildi. Bir liderin liderlik farkı burada, işte Mustafa Kemal’le Sarkozy arasındaki fark da burada.'

Birisi doğduğu yeri terk eder, her Rumeli türküsüyle gözü dolar, büyük hicretler yaşamış bir milletin yeni devletinin kurucusu, birçok düşmanlık üzerine tezler kurarak o devleti tahkim etmeye çalışabilirdi, her gün acıyı hatırlatabilirdi. 'Bakın, her tarafınız düşman dolu, Yunanlılar sizi işgal etti, Anadolu’da şöyle kıyım yaptılar, Yunanlılara düşman olmamız lazım' diyebilirdi  o yeni devlet, düşman olgusu üzerine kurulabilsin diye ya da döner Bulgarlara Edirne Muhasarası diyebilirdi. Öyle demedi, Venizelos’a da elini uzattı, Balkan Paktı’nın da öncülüğünü yaptı. Çünkü o lider, yaklaşık 10 asırlık bir harmanın ürünüdür. O lider ve o liderler, Alaca İmaretinin ya da Selimiye’ye bakarak gücü gördüler, güçle estetiğin bütünleştiği bir dünyanın liderleri. Sarkozy ise ve Fransız liderler, bir tek lideri kastederek söylemiyorum burada, onu da bir örnek olarak söylemiyorum, onlar ise hiçbir acı çekmeden başka milletlere acı çektirerek bugün geldikleri yere geldiler ve başkalarının acıları üzerine yeni bir tarih inşa etmeye çalışıyorlar. Ve dönüp diyorlar ki, 'şu milletin acısı acı değildir, bilinmese de olur, okunmasa da olur, çünkü o başka, öbür tarafta'; Türk milleti için. 'Ama bir başka halkın acısı her an hatırlanması, her an bu doğuştan suçlu görülen millete hatırlatılması gereken bir acıdır.'

Zürih’te protokolleri imzaladığımızda ben bir konuşma yapmayı planlamıştım, Ermeni tarafı istemedi, biraz da çekindiler. O konuşmada şunu söyleyecektim, hala metni vardır devlet kayıtlarımızda: 'Sizi adil bir hafızaya çağırıyorum, tek taraflı bir hafızaya değil. Adil bir hafıza demek, tarihin birlikte konuşulması demek. bütün hafızaların birleştirilip kolektif bir vicdanın çıkarılması demek. 12 yıl, 1911’den 1923’e kadar Avrupa ve Avrasya’nın neredeyse her yerinde şehitler bırakmış, böyle toprağa serpilmiş bir şekilde her yerinde göç yaşamış bir milletin bu acıların unutup tek bir acıyla tarih yazmak demek değil.'

Benim yurt dışı ziyaretlerimde, arkadaşlarım bilir, Büyükelçilerime verdiğim iki talimat vardır.

Bir; temsil ettiğim millet açısından olmazsa olmaz talimatı, nereye gidersek gidelim, bir tek Türk şehidimiz varsa bile şehitliği ziyaret ederim, iki elim kanda olsa şehitliği ziyaret ederim. Korfu Adası’na gitmiştim AGİT toplantısı için, dediler ki, savaşta esir alınıp da orada vefat etmiş birkaç şehidimizin mezarı var, toplantıdan çıktım önce o mezara gitti, onların rızası aldım. Ben o toplantıda o şehitlerin döktüğü kan hürmetine bulunuyorum, onları unutmam.

Ve emin olunuz, o yıllarda, onun için o büyük engin coğrafyadan bahsediyorum, o yıllarda şehit düşenlerin sadece Çanakkale’de, Kafkasya’da, Sarıkamış’ta olduğunu düşünmeyin. Nerelerde biliyor musunuz? Letonya’da şehitliğimiz var esir düşen Galiçya'daki askerlerimizden kalan şehitlik. Yemen’de şehitliğimiz var, Sayın Cumhurbaşkanımızla gittik, en güzel mekanı yaptık. Daha çarpıcısını söyleyeyim, biraz da o şehitlerin hatırına, önemine de inanıyorum, Burma’da, Myanmar’da Türk şehitliği var, Arakan’da. Oraya götürülen, İngilizlerin esir aldığı ve esir kampında şehit düşen atalarımız var. Ve bu sene oraya Büyükelçilik açma kararı aldık, açacağız. Nerede bir şehidimiz varsa, orada büyükelçimiz olacak. Biz, gücümüzü  toprağın üstünden olduğu kadar toprağın altından da alırız. Ve büyükelçiliğimiz bu yıl içinde açılacak, ilk talimatımız da oradaki şehitlerimizin şehitliğini ihya edeceksiniz.

Niçin bunu söylüyorum? Bir millet ki, Burma’dan Letonya’ya, Yemen’den Sarıkamış’a kadar her yerde şehit bırakmış, her yerde insanları büyük ıstıraplar içinde ölmüş, esir kamplarında savaş suçları işlenerek katledilmiş şehitlerimiz var, o insanların acıları unutulacak ve aynı millet kendisini savunma hakkından bile uzaklaştırılarak, o bile elinden alınarak doğuştan suçlu ve ebediyete kadar suçlu makamına oturacak; buna izin vermeyiz. Onun için, söyledim, bütün Ermenilere, nerede olurlarsa olsunlar 10 asır birlikte yaşadığımız komşularımız, aynı toprağı paylaştığımız, geçmiş tarihi paylaştığımız tarihdaşlarımız olarak biz onlara saygı duyuyoruz, onların acılarını onlar da bizim acılarımıza saygı duyması çerçevesinde aynen Atatürk’ün dediği gibi ortak elemlerimizi paylaşmaya da hazırız, ortak ağıtlar da yakabiliriz, ama bu acı paylaşımı adil bir hafıza çerçevesinde olsun. Buradan bu mesajı tekrar iletmek istiyorum.

Niye Balkan Savaşı biraz önce şehitlikte bulunduktan sonra o acıyı, o hatırayı, Şükrü Paşa'yı andıktan sonra Atatürk’ün bu sözüyle konuşmama devam ettim? İşte Balkan Savaşı’ndan Balkan barışına bu konuşma bu perspektifle tekrar kurmak istiyoruz.

Merak etmişsinizdir, ikinci talebim nedir büyükelçilerden diye gittiğimizde birisi şehitlikse, ikincisi de antika kitapçıları gezmek. O da Sayın …’in ilgisini çekebilir. Mutlaka oradaki kitapçıları da gezerek o halkın kültürüne sahip olmaya çalışıyoruz.

Yine bu dönemde Atatürk’ün aynı konferans çerçevesinde yaptığı bir konuşmayı da söyleyerek devletler arası ilişkilerin nasıl olmasını gerektiğini tekrar hatırlamamıza vesile olur diye düşünüyorum: “Balkan birliğinin temeli ve hedefi, karşılıklı siyasi müstakil mevcudiyete saygıyla dikkat ederek, iktisadi sahada kültür ve medeniyet vadisinde teşviki mesai eylemek olunca, böyle bir eserin bütün medeni beşeriyet tarafından takdirle karşılanacağından şüphe edilemez. İnsanları mesut edecek yegane vasıta, onları birbirlerine yaklaştırarak onlara birbirleri sevdirerek karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını temine yarayan hareket ve enerjidir. Cihan sulhu içinde beşeriyetin hakiki saadeti ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ve muvaffak olmasıyla mümkün olacaktır.” Bir başka konuşmasından; “Bir Balkan birliği kurmalıyız. Dünyanın ufuklarında kara bulutlar görüyorum.” İkinci Dünya Savaşı öncesi. “Balkan birliği kurulabilirse, bir Avrupa birliğine giden yol da açılır. Batı devletlerinin de er geç birleşmesinde zorunluluk doğar. Balkan birliği, ekonomik, kültürel, politik ve askeri bir birlik olmalıdır. Hudut da olmayacaktır, her millet demokrasi esaslarına göre kendi varlığını muhafaza edecektir.” Vizyona bakınız. Balkan Savaşlarından 20-25 yıl sonra söylenen bir Balkan konferansında yapılan konuşmadan bu notlar.

Şimdi bizim de çağrımız şu bütün Balkan milletlerine: Bu ortak acıları paylaşalım, ortak tarihimizin sadece acılarını değil güzel asırlarını da paylaşalım. Bıraktığımız köprüleri, imaretleri, oradaki kervansarayları da paylaşalım ve beraberce gelecek vizyona yürüyelim. Şehirlerimizi yeniden kendi şehirlerimiz olmak kadar Balkan şehri yapalım. Şehirlerimizi normalleştirelim, tabii hinterlantlarıyla buluşturalım. Onun için vizeler kalksın diyoruz. Onun için şuradan birkaç kilometre gidince sınırda hemen karşımıza bir duvar dikilmesin diyoruz. Bulgar dostlarımıza diyoruz, Yunan dostlarımıza diyoruz ve Avrupa’ya diyoruz. Avrupa ile Türkiye arasında vize bariyeri kuranlar tarihin normalleşmesini engellemeye çalışanlardır. Kendilerinden korkanlardır. Biz niye herkesle vizeyi kaldırıyoruz? Çünkü biz kimseden çekinmiyoruz. Gelene bu topraklarda yer var diye düşünüyoruz, evimiz açık diye düşünüyoruz engin hoşgörümüzle. Gittiğimiz zaman da bir barış elçisi olarak gitmeye özen gösteriyoruz. Vize bariyerleri yoluyla kendi hudutlarını kapattıklarını zannedenler ve kendilerini koruduklarını zannedenler, aslında vize yoluyla kendi zihinlerini, gönüllerini kapatıyorlar. Biz bu vizeleri kaldırana kadar ve bir gün Edirneli bir kardeşim arabasına binip hiçbir engelle karşılaşmadan, hatta hiçbir kapıyla da karşılaşmadan ta Saraybosna’ya, daha ötesine, Viyana’ya, Berlin’e gidene kadar bu mücadeleyi sürdüreceğiz. (Alkışlar)

Bakın hayal olan şeyler gerçekleştirdik. Ben 86 yılında eşimin mecburi hizmeti dolayısıyla Kars’a gitmiştim. Oradan dönerken doktorluk mecburi hizmeti, Artvin’e uğradım ve Sarp Köyüne kadar gittim sınıra. Sene 86, Sarp Köyü, o zaman Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Sovyetler Birliği arasında ikiye bölünmüştü. Caminin mihrabı bir tarafta, cemaat mahalli bir taraftaydı. Karşılıklı aileler, eşi ve arkadaşı o köylüydü. Karşılıklı aileler birbirlerini oradan görürler, el sallarlar, ama konuşamazlardı. Konuşmaları için yüzlerce kilometre gidip başka bir sınır kapısından girmeleri gerekirdi. Bu Batum’un, Trabzon’un, Rize’nin tarihinin paranteze alınmasıydı. Bir anormal durumdu, bir anormaliteydi. Şimdi ne durum biliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları Batum’a, Gürcistan’a pasaportla da gitmiyorlar, sadece kimlik gösteriyorlar ve giriyorlar, geçen hafta uygulama başladı. Gürcüler de, kardeşlerimiz de aynı şekilde bize geliyorlar. Pasaportu da kaldırdık. Türkiye Cumhuriyeti kimliğiyle şey gösterir gibi, hani öğrencilerimiz için söylüyorum, pasa vardı, gösterirler otobüse binmek için gibi Gürcistan tarafına geçiyorlar. Artvinli vatandaşlarımız uçakla Batum’a gidiyorlar, çünkü daha yakın, Batum’dan kimlik gösterip bu tarafa geçiyorlar. Çünkü, Batum’la Trabzon ayrılamaz.

Şimdi Avrupa Birliği’ni bir barış projesi haline getirenler Edirne ile Filibe’yi, Edirne ile Üsküp’ü, Edirne ile Selanik’in arasına duvar örmeye çalışıyorlar, bu duvar yaşamaz, bu duvar bir gün çökecek.

Türkiye ile Gürcistan’ın ilişkisi, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinden daha medenidir bugün, daha çağdaştır, daha insancıldır. Her zeminde vizeleri kaldırmak için çaba sarf ediyoruz. Bu bizim iyiliğimiz için değil, bu Avrupa’nın iyiliği için de geçerli. Eğer bugün vize olmasa ve Türk ekonomisinin dinamizmi Avrupa’ya ulaşabilse vize engeli olmadan, Yunanistan’daki kriz bu hale gelmeyebilirdi. Artık Avrupa’nın önünde birkaç milyon veya milyar yardım için bekleyen Avrupa’nın veya IMF’in önünde bir Türkiye yok. Kendi ekonomisinin dinamizmiyle başka ülkelere de şifa, deva olabilecek bir ülke Türkiye. Biz onlara bir yük değil bir nimetiz. Biz onlara bir hasta adam değil, bir doktoruz, bir şifayız. Bunu gördükleri gün, Avrupa’nın geleceği de daha parlak olacak. O zaman ne yapacağız? Bu şehirleri normalleştireceğiz sonra ulus devletlerin ilişkilerini normalleştireceğiz. Kimsenin toprağında gözümüz yok, kimseyle emperyal bir ilişki içine girmek istemiyoruz. O Osmanlı rüyaları, hani bizim hakkımızda çok daha söylenir, hayır böyle bir hülya rüya içinde de değiliz. Aynen Atatürk’ün dediği gibi çağdaş bir şekilde bütün devletlere eşit mesafede saygı duyarak yeni bir Balkanlar kurmak istiyoruz. Ama şunu da söylüyoruz: 16. yüzyıl Balkan milletlerinin dünyaya hükmettiği bir yüzyıldır. Osmanlı vezirlerinin hangisini alırsanız alın biri Balkan kökenlidir. Arnavut kökenlidir, Boşnak kökenlidir, Sırp kökenlidir, her kökenden vardır yani. Ama o dönemler Balkanların dünya siyasetinin merkezinde olduğu bir dönemdir bunu da kimse inkar edemez. Kimse o yüzyıllar yaşanmadı diyemez, o yüzyıllar yaşandı. Bu ulus devletler bu kardeş halklarda, dost halklarda kendi tarihlerinde Osmanlı'ya tek taraflı bakmayı bırakacaklar. Nasıl Cumhuriyet kurulur kurulmaz yeni bir zihniyet inşa etti, bu anlamda Balkan milletlerine yaklaştı, onlar da yeni bir zihniyet inşa etmediler. Allah aşkına Osmanlı arşivi olmadan Sırbistan tarihi yaşanabilir mi? Osmanlı arşivi olmadan Bulgar tarihi yazılabilir mi, Yunanistan tarihi yazılabilir mi ve çok güzel örnekleri de var bu karşılıklı saygının. Biliyorsunuz Bosna Hersek-Türkiye-Sırbistan arasında üçlü bir mekanizma başladı iki sene önce Sayın Vuk Jeremiç, Sırbistan Dışişleri Bakanı ve Sven Alkalaj, Boşnak Dışişleri Bakanıyla ve bekleyen 5-6 büyük problemi birkaç ayda çözdük; Sırbistan Srebrenista dolayısıyla özür diledi, karşılıklı büyük elçiler gitti-geldi. Avrupa ülkelerinin 3-5 sene çalışıp uğraşıp yapamadıkları hususu 3 ülke bir araya gelip dışişleri bakanları, sonra da liderler zirvesinde adım adım çözdük. Sırbistan Dışişleri Bakanı, dostum, geçen günlerde de söylediğim gibi Türkiye’deydi, bana şöyle bir anekdotunu anlattı: Bir önemli Avrupa ülkesinin Dışişleri Bakanı ona demiş ki, 'biz bu kadar uğraştık bizi dinlemediniz. Türkler size 400-500 yıl hükmettiler, onların sözünü dinliyorsunuz, bizi dinlemiyorsunuz.' Cevabı çok güzel, çok da sevimli bir şekilde söyledi; 'siz de Türklerle 400 yıl beraber yaşasaydınız söz dinlemeyi öğrenirdiniz'.

Bunu Türklerin üstün olduğu, söz dinlettiği anlamında söylemiyorum. Ama bir Sırp’ın ne kadar samimi bir şekilde bunu bir Türk’le paylaşımı işte barışın göstergesi bu. Balkanlarda birbirine en ön yargılı gibi görünen toplumlar Türkler ve Sırplar diye söylenir ama Sırp Dışişleri Bakanı son 1 ay içinde Türkiye’ye 3 kez geldiyse ve 3 kez misafirim olduysa işte barış böyle inşa edilir. Her bir ulus devletin sınırına saygı gösteririz, kimsenin toprağında gözümüz yok. Ama tarihi de hep beraber tekrar okuyalım diyoruz. Sakin bir şekilde artık bu devletlerin kurulmasının üzerinden on yıllar geçti sükunetle bakalım. Bu tarihini tekrar inşa edelim. Üçüncüsü, şehirleri normalleştirmek, ulus devletleri normalleştirmek üçüncüsü de bölgesel bir entegrasyon ve sahiplenme ortamı çıkarmak. Bölgesel bir alan oluşturmak. Onun için Balkan barışı diyoruz. İstiyoruz ki, ekonomik olarak, kültürel olarak siyasi olarak Balkanlardaki her bir millet birbirine tam anlamıyla entegre olsun.Kosova, Sırbistan ihtilafı üzerine konuşurken Sırbistan, Bosna Hersek iki tarafa da söylediğimiz şey şu: 3-4 tarafa da şimdi bu küçük toprak parçaları üzerinde tartışmak yerine öyle bir Balkan beraberliği kuralım ki, herkes kendi toprağında onurlu bir şekilde yaşasın ama arada da sınır kalmasın. Onun için Güneydoğu Avrupa Ülkeleri Forumunun bu seneki gündemi Balkan Savaşının, Balkan barışını ve çok sayıda toplantı yapacağız. Ve istiyorum ki, Trakya Üniversitesi bu anlamda öncü lider bir üniversitemizdir gençlerimiz birbirlerini tanısınlar. Trakya Üniversitesinden giden öğrenciler belki de en fazla Türk karşıtlığının olduğu yerlerdeki üniversitelere gitsinler. Ve o yaşıtlarıyla o akranlarıyla yüz yüze, göz göze baksınlar, geleceği konuşsunlar. Onlar buraya gelsin, Sırp öğrenciler, Makedon öğrenciler, bütün öğrenciler. Daha çok genç nesil korku, hiddet, karşılıklı nefret üzerine değil, vizyon üzerine bir gelecek kursun. Bu bölgesel sahiplenmedir ve bunu gerçekleştirene kadar da çalışacağız. Ortadoğu’da da temel hedefimiz budur. Büyük bir bölgesel birliği inşa etmek hep beraber. Bu topraklar, her türlü doğal zenginliğe sahip çevre bölgelerimiz. Bir araya geldiğimizde bu bölgeler dünyanın çekim alanı haline gelecektir. Yeter ki, mezhep, din, etnisite üzerinden bizi birbirimizle çarpıştırmak isteyenlere fırsat vermeyelim. Yeter ki, acılarımızı yüreğimize gömelim ama zihinlerimizi geleceğe dönük olarak açık ve berrak tutalım.

Üçüncü şart bölgesel sahiplenmedir. Dördüncüsü de yeni bir Avrupa’da yeni bir Balkanlar kurmak. İşte Avrupa’nın bu son yaşadığı ekonomik, politik krizde ben şeyi Büyükelçiler Konferansının açılışından söyledim 1991-89-91’de bir jeopolitik bir deprem yaşandı en fazla Balkanları etkiledi Sovyetlerin çöküşüyle birlikte Balkanlar Orta Asya yeni bir jeopolitik bir alan doğdu bir deprem yaşandı. 2002’de 11 Eylül üzerinde bir güvenlik depremi yaşandı. 2011’de bir ekonomik politik deprem yaşanıyor Avrupa’da. Ve bütün Balkanların hep perspektifi şuydu 90’lı yılların savaşlarından sonra: Avrupa Birliği’ne bir gün girersek daha müreffeh ve barış içerisinde yaşayabiliriz, Avrupa Birliği bir umuttu, hala umut. Bizim için de hala çok önemli en temel stratejik hedef. Ama şunu da görmemiz lazım: Bugün Avrupa Birliği’nde çok büyük bir ekonomik politik deprem yaşanıyor ve bunun nereye doğru gideceğini de kestirmek çok zor. Ben onun konuştuğum Balkan dışişleri bakanlarına … bunu söylüyorum evet hepimizin hedefi Avrupa Birliği. Ama Avrupa Birliğinde bu kriz yaygınlaşırsa kendi başımızın çaresine nasıl bakacağımızı da beraber konuşmalıyız. Eğer Avrupa Birliği yaşarsa Avrupa Birliği içinde bir takım havzalar doğacak. Nasıl İskandinav, Kuzey ülkeleri var. Nasıl Orta Avrupa ülkeleri var Fransa ve Almanya. Nasıl Akdeniz ülkeleri bir çekim alanı oluşturmaya çalışıyor, bir de Balkan ülkelerinin çekim alanı olmalı Avrupa Birliği başarıyla sürerse. Ama Avrupa Birliği krize düşerse, bundan en olumsuz etkilenecek yer, bunu bir uyarı olarak söylüyorum, en fazla olumsuz etkilenecek yer Balkanlardır. Niçin biliyor musunuz? 90’lı yıllardaki mikro etnik milliyetçilik ve parçalanmadan çıkıştaki en önemli yol, ümit bir Avrupa Birliği ümidinde tekrar bütünleşmeydi. Şimdi o ümit kaybolursa tekrar mikro etnik parçalanmalara gidebilir Balkanlar. Yani Balkanların kaderi, bu anlamda iki ekstrem yöndedir. Ya mikro etnik parçalanma ya da tam ve bütün olarak bir Balkan kaderini birlikte kurup büyük bir bölgesel eksen oluşturmak. Arada durmak çok zor. Onun için biz ikinci alternatif krizin önlenmesi ve ikinci alternatifin gerçekleşmesi için çaba sarf edeceğiz. Ve Balkanlara girdiğimizde de niyetimiz ve hedefimiz Avrupa Birliğine girdiğimizde niyetimiz ve hedefimiz Avrupa Birliğinin böyle kenar bir bölgesi olmak değil. Hani ikinci sınıf bir ülkeler topluluğu, muhtaç ve karar verme mekanizmasına giremeyen bir ülkeler topluluğu değil, aksine Avrupa’nın kaderini şekillendiren yeni bir Balkanlar coğrafyası oluşturmak, hedefimiz bu olmalı Avrupa içindeki hedefimiz de böyle bir vizyona dayanmalı. Son olarak da şehirlerin normalleşmesi, ulus devletlerin normalleşmesi, bölgenin normalleşmesi, Avrupa’nın normalleşmesi küresel düzende Balkanların yeni bir yer edinmesi küresel ekonomi politikte, küresel siyasette ve küresel kültürde. Bugün küresel kültürün en büyük açmazı ve en büyük problem alanı, küresel kültürde çok kültürlülüğünün mikro ünitelerde yaşayabilme kabiliyetidir. Bu Paris arka sokakları için de geçerli, Malezya’daki Hint, Çinliler arasında yaşanan mahallelerde de geçerli. Her yerde geçerli en önemli problematik bu. Balkanlar bu pratiği geçmişte yaşadıkları için gelecekte de yaşayabilirler. Saraybosna’da  Başçarşı'da yürürken aynı sokak üzerinde gidene kadar kilisenin, caminin, havranın arka arka sokaklarda beraber bulunabilmesi, Üsküp’te bunun olması, Selanik’te olmuş olması büyük küresel kültür için bir ümittir ve bir feyz kaynağıdır, bir ilham kaynağıdır. Küresel kültüre de Balkanları parçalanmış bir coğrafyanın yansıması değil, aksine bütünleştirici bir kültürün omurgası olarak takdim etmeliyiz. Özetle bizim dış politikalarımızın esası, bir şekilde şu veya bu neticeyle korktuğumuz coğrafyalarla tekrar bütünleşmektir. Kalıcı ve ebedi bir şekilde bütünleşmek. Konya’dan Bursa’ya, Bursa’dan Edirne’ye, Edirne’den İstanbul’a, İstanbul’dan, Saraybosna’ya bütün o coğrafyalara yayılan ruhun o barış mesajının iletilmesini sağlamak. Edirne’nin ruhunu Avrupa’ya, dünyaya tekrar tanıtacak enerjiyi. Onun için bu sene Edirne’de bu toplantıyı yapmamız özel olarak anlamlıdır. Ve bizimle beraber olan evladı fatihan'ın bugünkü temsilcilerine de teşekkür ediyorum. Tabii bütün bunları söyleyince de madem Edirne gibi şiirsel bir şehirdeyiz şiir gibi bir Selimiye’nin huzurundayız Rumeli’den bahsedince Yahya Kemal’den birkaç dize okumadan olmaz, onunla konuşmama son vereyim.

Yahya Kemal diyor ki, 'Üsküp ki Yıldırım Beyazıt Han diyarıdır. Evladı fatihan'a onun yadigarıdır. Üsküp ki Şahar Dağı'nın devamıydı Bursa’nın bir lale bahçesiydi dökülmüş temiz kanın. Kalbinde bir hayali kalıp kaybolan şehir ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir. Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene biz sende olmasak bile sen bizdesin gene'.

Biz Balkanlardayız, Balkanlar bizde. Biz Balkanlarız, Balkanlar biziz. Bizi Balkanlardan koparmak Avrupa’dan koparmak mümkün değil. Geleceğimizde Balkan milletleriyle birlikte bir barış geleceği, olacak bunu hep beraber gerçekleştireceğiz özellikle genç arkadaşlarımla saygılar sunuyorum.