Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu'nun İkinci Büyükelçiler Konferansı Açılış Oturumunda Yaptığı Konuşma, 4 Ocak 2010, Ankara

Cumhuriyetimizin saygıdeğer Büyükelçileri, kıymetli mesai arkadaşlarım, basınımızın değerli mensupları, çok değerli konuklarımız. Ben her şeyden önce dünyanın dört bir köşesinden buraya Büyükelçiler Konferansımıza gelen Büyükelçilerimize hoş geldiniz diyorum. Onları bu önemli faaliyette yalnız bırakmayan değerli konuklarımıza da teşekkür diyorum. Onların buradaki mevcudiyeti Türk dış politikasının ve Türkiye’nin artan etkinliğinin en önemli yansımalarından biridir. Sayın Müsteşarımızın da ifade ettiği gibi, bu İkinci Büyükelçiler Konferansımız ve gelenekselleşecek. Bundan sonra her sene Büyükelçiler Konferansıyla aslında hem bir muhasebe yapacağız, hem bir istişare yapacağız, hem de geleceği planlayacağız.

O kadar yoğun ve bir değişimden geçen uluslararası konjonktürle karşı karşıyayız ki, yıllık değerlendirmeler bile yeterli değil. Bazen aylık, bazen haftalık, bazen günlük değerlendirmeler yapma zarureti var. Çok önceden, beş sene önce doğru gibi görülen hususların, çok dinamik bir seyir içinde, bugün değerlendirmeye ihtiyacı olduğunu hepimiz görüyoruz. Büyükelçiler Konferansı bu anlamda Dışişleri camiamızın en geniş katılımlı platformudur. Ve bir hafta boyu birçok konuyu birlikte ele alacağız. Bu ele aldığımız konular çerçevesinde geliştireceğimiz vizyonla, merkezden Büyükelçiliklerimize döndüğümüzde çok daha güçlü, çok daha kapsamlı bir diplomatik etkinliği hayata geçireceğimizi ümit ediyorum.

Bu seneki Büyükelçiler Konferansının iki ayırt edici vasfı var. Birincisi, yurt dışından çok değerli konuklarımız var; Brezilya, Japonya, Almanya Dışişleri Bakanları. Üç ayrı kıtadan, dünyanın üç ayrı köşesinden bu hafta ikili görüşmeler için Türkiye’ye gelecekler, ayrıca Büyükelçiliklerimize hitap edecekler. Yine devlet başkanı düzeyinde iki değerli, bizim açımızdan, bölgemiz ve ulusal dış politikamız açısından son derece önemli iki konuğumuz olacak; KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Mehmet Ali Talat ve Filistin Devlet Başkanı Sayın Mahmut Abbas. Onların da katılımlarıyla bu seneki Büyükelçiler Konferansımızın çok daha faydalı bir istişareye zemin teşkil edeceğini ümit ediyoruz.

Ayrıca yine bu sene Bakanlar Kurulumuzun çok değerli altı üyesiyle birlikte Dışişleri Bakanlığımız mensuplarıyla istişarelerde bulunacağız. Dışişleri uygulamasında çok önemli etkiye sahip bu Bakanlıklarımız, Enerji Bakanlığı, Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanlığı AB Başmüzakerecimiz ve Devlet Bakanımız ve diğer ilgili Bakanlıklarımızla birlikte istişarelerde bulunacağız.

Çok önemli bir tarihi dönemeçte bu Büyükelçiler Konferansı’nı gerçekleştiriyoruz. Uluslararası sistem yoğun bir değişim, dönüşüm süreci yaşıyor ve bunun etkilerini hepimiz hissediyoruz. Onun için de Büyükelçiler Konferansı’nın başlığını tayin ederken, sadece sıradan bir başlık olarak “2010 Yılına Bakış” değil, üç önemli kavrama vurguda bulunduk: Demokrasi, Güvenlik ve İstikrar. İnsanoğlunun tarih boyunca yiyecek-içecek dışında aradığı iki temel ihtiyaç oldu. İki temel ihtiyacı hep hissetti. Güvenlik ve özgürlük. Özgürlük insanlık onurunun hayata geçirilmesidir. Güvenlik ise insanlığın varoluşsal ihtiyacıdır. Güvenliği yok ettiğinizde, güvenlik tehdit altında olduğunda, insanlığın varoluşsal ihtiyacı tehdit altına gelmiş demektir. Özgürlük yok olduğunda da, özgürlük ihtiyacı göz önüne alınmadığında, insanlık onuru tehlike altında demektir.

Bugün uluslararası toplum bir düzen ihtiyacı içinde ve Soğuk Savaş sonrası dönemde hala büyük çalkantılarla karşı karşıyayız. Türk diplomasisi buna cevap oluşturacak çok önemli reçeteler ortaya koyabilir. 90’lı yıllarda uluslararası ekonomik, siyasi ve kültürel krizler bölgesel nitelikteydi. Bölgesel ekonomik krizler yaşadık. Asya krizi, Rusya krizi, Latin Amerika Krizi gibi. Bölgesel siyasal krizler yaşadık. Soğuk Savaşın ortadan kalkmasının doğurduğu jeopolitik boşlukta, Balkanlardan Orta Asya’ya kadar uzanan kuşakta, birçok bölgesel kriz yaşadık. Birçok ulus devlet parçalanma riskiyle karşı karşıya kaldı ve bir kısmı da parçalandı. Yugoslavya gibi, daha sonra Irak ve Afganistan’da benzer meydan okumalar sözkonusu oldu.

Kültürel çatışmaların, ilk mikro etnik tartışmaların yaşandığı yıllar geçirdik. On yıllarca bir arada yaşayan Yugoslavya’nın değişik etnik kökenli halkları, mezhep ve dini mensupları bir anda karşı karşıya geldiler ve birçok gerilim, bölgeye sirayet edebilecek gerilimin ortaya çıkmasına sebep olan gelişmeler yaşandı. Türkiye bütün bu gelişmelerin tam merkezinde yer alan bir konumda. Ancak, 2000’li yıllarda, bu sefer bölgesel nitelikli olan bu çatışmaların küresel niteliğe doğru dönüştüğünü gördük. Bölgesel ekonomik kriz yerine küresel bir ekonomik krizle karşı karşıya kaldık. Bölgesel kültürel çatışmalar ve gerilimlerin ötesinde, 11 Eylül’den sonra çok kapsamlı küresel çatışma alanları ortaya çıktı ve nihayet küresel siyasal düzenle ilgili çok ciddi kaygılar gündeme geldi. BM Güvenlik Konseyi Reformu tamamlanamadı. Uluslararası ekonomik politik sistem Bretton-Woods esasından sonra yeni bir mimariye kavuşturulamadı. Bütün bunlar ihtiyaç olarak önümüzde.

Türkiye bütün alanlarda etkin bir diplomasi takip ediyor. Ancak bu diplomasimiz sadece etkinliğe dayanmıyor. Bizim insanlığa vereceğimiz bir mesaj var. Bu mesajı birlikte, düzen ile felsefi arka plan arasında oluşturmak zorundayız. Öylesine köklü bir kadim geçmişi var ki bu soruların, bütün o kadim geçmişle birlikte bu sorulara cevap bulmak sorumluluğuyla da karşı karşıyayız. Dünya, insanlık, değerler ile mekanizmalar arasındaki ilişkiyi yeniden inşa etmek zorunda. En mükemmel mekanizmayı kurabilirsiniz. En iyi teknolojilerle, en kapsamlı uluslararası örgütler oluşturabilirsiniz. Ama o uluslararası örgütlerin arkasında o uluslararası örgütlere anlam katacak felsefi bir zemin yoksa, özgürlük ve güvenlik esasına dayalı bir düzen anlayışı yoksa, o mekanizmalar anlamını zamanla kaybedecek ve güç çatışmalarının yansımaları haline dönüşecektir. İyi niyetle kurulmuş birçok uluslararası örgütün bugün var olan güç parametrelerini yansıtıyor olması ve bu felsefi zeminden gittikçe uzaklaşıyor olması dikkate şayandır.

Dediğim gibi bu eskiden beri süren bir tartışmadır. Farabi’den Kant’a kadar birçok düşünür, bir uluslararası düzen hayal etti. Medinet ül-Fazıla’da Farabi sadece bir şehrin değil, bir siyasal düzenin ahlaki ilkelerini ortaya koymaya çalıştı. Kant daimi barış derken felsefi temel ile siyasal düzen arasında bir ilişki kurmaya çalıştı. Eski Çin felsefesi Tao Te Ching’de, Hint düşüncesinde, hep doğal düzen ile kozmik düzen ile siyasal düzen arasındaki ilişki ortaya konmaya çalışıldı.

Bugün insanlığın yepyeni bir perspektife ihtiyacı var. Yeni bir felsefeye yeni bir siyasal düzen anlayışına ve bu düzen anlayışını yansıtan bir uluslararası örgütlenmeye ihtiyacı var. Büyük bir reform ihtiyacıyla karşı karşıyayız. İşte tam bu ihtiyacın merkezinde Türkiye’nin olağanüstü önemli coğrafyası, Türkiye’nin olağanüstü önemli tarihi var.

Bütün bu kadim milletlerin hepsinden aşılanmış bir tarihle biz bugüne taşındık. Moderniteyi en güçlü şekilde yaşadık. Cumhuriyetimiz bu temeller üzerine kuruldu. Diplomatik geleneğimiz İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmış herhangi bir ulus-devletin diplomatik geleneği gibi değil. Çok köklü temellere, asırlara dayanan, Yusuf Has Hacib’e, Nizamülmülk’ün Siyasetname’sine, Kınalızade’nin Ahlak-ı Alai’sine, Ebu Bekir Hatip Efendi’nin Sefaretname’lerine, 28 Çelebi Mehmet Efendi’nin Seyahatname’sine ve günümüze kadar gelen çok köklü bir geleneğe dayanıyoruz.

Bizim bir mesajımız olmalı dünyaya. Bu milletin, bütün o köklü gelenekten gelen arka planla, uluslararası düzene vereceği bir mesaj olmalı. Bundan birkaç hafta önce, Şeb-i Aruz dolayısıyla Konya’daydım. Benim memleketim. Mevlana’nın hayat serüvenini alınız. Büyük Türk düşünürü Mevlana’nın. Bugün Kuzey Afganistan’da olan Belh’te doğmuştur. Bütün İran’ı, bütün Mezopotomya’yı, Ortadoğu’yu katettikten sonra, Roma ili olarak, bir anlamda, o Anadolu’ya, Rumeli’ye yerleşir ve o serüven, aslında bir milletin serüvenidir. Bütün kadim kültürlerle tanışan, onları özümseyen, onlarla bütünleşip tekrar yeni devletler inşa eden bir milletin serüveni bu. Ve son olarak da moderniteyle bu serüven daha da güçlendi.

Bu açıdan bizim uluslararası alanda söyleyeceğimiz çok sözümüz var. Ve bizi dinleyecek çok önemli kitleler var. Çok büyük milletler var. Yeter ki bu kökü doğru ve haklı bir şekilde tespit edelim. Nedir Türkiye’nin kendisine has coğrafyası ve bu coğrafyadan, bu tarihten kaynaklanması gereken diplomasinin arka planı? Haritayı alınız, hangi cepheden bakarsanız bakın -dünyada haritalar subjektif biliyorsunuz, yani küresel bir imajinasyon olduğu için, kürenin düzleme yansıtılması olduğu için, haritalar genellikle subjektiftir. Atlantik merkezli bir haritayı alırsanız, İngiltere merkezdedir. Nihayet Avrasya kıtasının bir kenarındaki ada olarak İngiltere merkezdedir, ama Uzakdoğu’ya, Japonya’ya ya da Çin’e gittiğinizde kullanılan haritada, ufak bir değişiklikle Amerikan kıtası haritanın sağına alındığında, İngiltere kenardadır, Japonya merkezdedir. Halbuki ikisi de nihayet yerküre üzerinde iki ada. Ama bir haritada biri merkezde, diğerinde bir diğeri merkezde. Bundan bir ay önce NATO toplantısında Yeni Zelanda Dışişleri Bakanı’yla karşılaşmıştım. Ona da hatıramı naklettim. Bir de Yeni Zelanda Havayolları haritası var. Yeni Zelanda Havayolları haritasında Yeni Zelanda merkezde, her şey Yeni Zelanda’nın etrafında.

Ülkeler kendi coğrafyalarına önem verirler ve ona anlam katarlar. Hatta isim de koyarlar. Çin devletinin ismi aynı zamanda dünyanın merkezi anlamına gelir. Efendim bu Araplar için de böyle. Birçok dilde bunun karşılıkları var. Ama hangi haritayı alırsanız alın ve bu haritalarda hangi imajinasyonu yansıtırsanız yansıtın, Türkiye coğrafyası hep merkezde oluyor. İster Amerikan kıtasını haritanın bu tarafına, ister öbür tarafına alın. İster Kuzey-Güney denklemini değiştirin, eski harita geleneğinde olduğu gibi, Türkiye coğrafyası merkezi bir konumda. Biz bu coğrafyanın hakkını vermek durumundayız. Afro-Avrasya ana kıtasının insanlık tarihinin seyrettiği ana kıtanın tam merkezinde bir yerdeyiz. Başka hiçbir ülke böyle bir coğrafyaya sahip değil. Asya’da ve Avrupa’da toprağımız var, Afrika’ya komşuyuz. Aynı anda beş-altı bölgede faaliyet göstermek, beş-altı bölgede aktif olmak zorundayız. Türkiye bir Avrupa ülkesidir. Her zaman söylediğimiz gibi Avrupa Birliği’nin de en etkin üyesi olacaktır gelecekte. Asya ülkesidir. Asya derinliği vardır. Balkan ülkesidir, Kafkas ülkesidir, Ortadoğu ülkesidir, Hazar ülkesidir, Karadeniz ülkesidir, Doğu Akdeniz ülkesidir. Bütün olarak bir Akdeniz ülkesidir, Körfez ülkesidir.

Bütün bu bölgelerde bizim diplomatlarımız sabahleyin uyandıklarında sadece kendi başkentleriyle ilgilendikleri zaman, Türk diplomasisinin problematiklerini hakkıyla değerlendirme imkanına sahip olamazlar. Biz Dışişleri Bakanlığı’na sabah girdiğimizde, ya da Sayın Müsteşarımız kendi odasına, ben kendi odama oturduğumda, ki nadiren oturabiliyoruz maalesef, Ankara’yı merkez aldığınızda, yine Mevlana’nın deyişiyle, pergeli Ankara’ya koyup alemi şöyle bir dolaştığınızda, bin kilometrelik alan içinde 23 ülke, üç bin kilometrede 77 ülke ve her bir ülkeyle olan yakın ilişkilerimiz… Radarlarımızın sürekli açık kalması gerekir. Bir an o radarlarda durma olduğunda, bir an oralardaki haber kanallarımız veya oradaki olayları takip etme kapasitemiz ihmale uğradığında, sadece o bölgeyle ilgili değil, sadece o ilgili ülkeyle değil, bütün Türk dış politikasında bir zaaf ortaya çıkar. Her konu birbirleriyle ilişkili. Ve gittiğimiz her ülkede Türkiye’ye dönük olarak olağanüstü bir beklenti var. Bu coğrafya ve bu tarih bizim için hem büyük bir risk alanı olarak değerlendirilebilir, kimi zaman bazılarının değerlendirdiği gibi, hem de büyük bir avantaj, büyük bir potansiyel olarak değerlendirilebilir. Biz bunu büyük bir avantaj ve potansiyel olarak görüyoruz. Çevremizdeki her kriz bizim vizyonumuzu harekete geçirecek yeni bir fırsattır aynı zamanda. Çevremizdeki her yeni gerilim, o baştan itibaren söylediğim kadimden moderniteye gelen köklü birikimimizin ileteceği bir mesajın iletilmesi imkanını bize sağlar. Dolayısıyla biz krizlerden korkmuyoruz. Yeter ki güçlü bir vizyonumuz olsun.

Türkiye’nin bir ulus-devlet olarak sınırlarının güvenliği, diplomasisinin etkinliği konusunda hiçbir kaygımız yok. Aksine, Türkiye kendi istikrarını sağlamanın ötesinde, çevre bölgelere ve dünyaya istikrar sağlar. İşte bunun için biz demokrasi diyoruz, güvenlik diyoruz, istikrar diyoruz. Türkiye’nin gücü demokrasisindedir. Çünkü demokrasi bir milletin bütün hareket kabiliyetini hayata geçirir, onun pasif duran bütün potansiyelini atağa kaldırır. Demokrasilerin olduğu toplumlarda esas olan milletin motivasyonudur. Halkın bir bütün olarak harekete geçebilme kabiliyetidir. Tepeden tabana doğru değil, tabandan tepeye doğru bir hareketin, bir devinimin sürekli gerçekleşmesi halidir. Onun için demokrasimiz dış politikamızda da en büyük gücümüzdür. Onun için güvenlik diyoruz. Çünkü çevremizde güvenli bir havza olmazsa, etrafımızdaki bölgeler sürekli güvenlik riskleri ortaya çıkartırlarsa, bizim ulusal güvenliğimizi sağlamamız da zor olur, çevreye az önce söylediğimiz mesajları iletmemiz de zor olur. Çevremizdeki her güvenlik riskiyle, sadece çok güçlü ordumuzla değil, diplomatik kabiliyetimiz ve yumuşak gücümüzle hitap etme zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Devletleri güçlü kılacak olan husus, dayandıkları o felsefi zemin ve meşruiyet zemini dışında, ki bu meşruiyetin arkasında demokrasi vardır, değişik enstrümanları, sert güç, yumuşak güç ve diğer bütün enstrümanları bir orkestra kabiliyetiyle kullanma becerisidir. Biz özgürlükle güvenliği karşı karşıya görmüyoruz. İkisini hem ülke içinde, hem çevre bölgemizde, hem dünyada birlikte gerçekleştirilmesi gereken hedefler olarak telakki ediyoruz. İşte bu ikisi ortaya gelirse, üçüncüsü zaten gelir. İstikrar, düzen. Bu millet tarihin her döneminde düzen kurarak tarih sahnesine geçti. Hiçbir zaman düzensizliğe, bir anlamda herhangi bir tarz düzensizliğe tahammül gösteremedi. Çok ciddi meydan okumalarla karşı karşıya kaldı ama her seferinde yeni bir düzen anlayışıyla bu meydan okumaları aştı.

Belki de bunun en güçlü kurumlarından birisi de diplomasimizdir. Bu köklü tarih geleneğimizin bir anlamda uluslararası etkinliğe yansıtılmasını sağlayan diplomasimiz. Değişik aşamalardan geçti bizim diplomasimiz. Klasik dönem
Osmanlı diplomasisiyle başlayan, gittikçe daha sonra tercüme odasıyla modern bürokrasi geleneğiyle reforme edilen, Cumhuriyetimizle güçlü bir zemine kavuşan diplomasimizin her aşamasını doğru okumak, doğru anlamak lazım. Üç hafta önce heyetimizle birlikte Dubrovnik’teydik. Hırvatistan’a resmi ziyaret yaptık. Dubrovnik’te eski eserler müzesinde Osmanlı Arşivleri’ni bize açtılar. 16. yüzyılda Osmanlı tarafından verilen “Emanname”lerin, “Ahitname”lerin, “Berat”ların Dubrovnik’i nasıl bir serbest ticaret şehri yaptığını ve Dubrovnik’te mukim tüccarların Balkanlar’da ve Anadolu’ya kadar serbest seyrüseferine nasıl imkan tanıdığını o fermanlarda görürsünüz. Ta 1490’lara giden fermanlar. Yani bir anlamda serbest ticaret anlaşmaları bunlar. Bugün biz aynısını yapmaya çalışıyoruz. Çevremizdeki her ülkeyle Serbest Ticaret Anlaşması imzalayacağız. İnsanların serbest hareketi sağlandığı zaman toplumlar dinamik şekilde hayata geçerler.

Yine bundan birkaç sene önce Mali’de Timbuktu’ya, ki İngilizce “As far as Timbuktu” diye geçen, hani uzaklığı ifade eden Büyük Sahra’nın ortasındaki bir şehirde de yine Osmanlı Berat’larına rastlamıştım. Osmanlı eserlerine. Bunu Aceh’e, Kırım içlerine, Ukrayna içlerine, Lehistan’a kadar uzatın, bütün bu coğrafyalarda bir iz bırakmışız. Tanzanya Büyükelçiliğimizi açtığımızda, Tanzanya Büyükelçimiz de burada, Zanzibar’la Osmanlı ilişkilerinin “Afrika-i Osmani” diye nasıl tanımlandığını Osmanlı arşivlerinden konuşmuştuk.

Böyle bir köklü gelenek içinden geliyoruz. Bizim atalarımız o zaman küresel bir düzen fikrinin idamesi için diplomasi yürüttü. Daha sonra tercüme odasıyla birlikte ve Tanzimat’ın bütün kurumlarımızı modernleştirirken Dışişlerini de, bir anlamda Reis-ül Küttap ofisinden tercüme odasına geçişle modernleştirirken de biz bu köklü değişimin bir şekilde sürdüğünü gördük. Ve bir yüzyıl, hani tarihçimiz İlber Ortaylı’nın uzun yüzyıl dediği 19. yüzyılda gerilemekte olan bir devletin bu gerileyişini durdurmak için diplomatlarımızın ne kadar yoğun bir çaba sarfettiğine tarih şahit. Aslında, yine önemli iktisat tarihçilerinden Mehmet Genç’in söylediği gibi, çok vuzuhla ifade ettiği gibi, Osmanlı’nın başarısı Türk tarihinde sadece hızlı yükselmesi değil, benzer İmparatorluklara göre yavaş gerilemiş olmasıdır. Bunda diplomasimizin büyük payı var. Ebu Bekir Ratif Efendi’den Avrupa’daki ve Afrika’daki, Güney Afrika’daki Ebu Bekir Efendi ve onun ahfadına, çocuklarına kadar, her alanda 19. yüzyılda Türk diplomasisi bir devletin uluslararası alanda müdafaasını üstlendi. Daha sonra İstiklal Harbimiz esnasında, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde TBMM kurulduğunda, hemen Dışişleri nüvesi de oluştu. Bu sefer Dışişlerinin görevi, yeni kurulan devletin tanıtılması ve yeni kurulan devletin uluslararası alanda güçlü bir şekilde ayakları üzerinde doğrulabilmesiydi. O da gerçekleşti. İkinci Dünya Savaşı’nda diplomatlarımızın insanlığa yaptığı katkılar anlamında, büyük fedakarane çabalarla Avrupa’da zulüm gören Yahudilerin ülkemize getirilmesinde yaptıkları çalışmaları hepimiz biliyoruz. Yine aynı yıllarda ülkemizin İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımından etkilenmemesi için diplomatlarımızın nasıl büyük bir çaba sarfettiğini hepimiz biliyoruz. Bu ayrı bir aşamaydı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu kez çift kutuplu dünya şartlarında diplomasimiz yeni bir yapı kazandı. Trans-Atlantik irtibatlar, NATO üyeliği, Batı dünyasıyla bu sefer daha da kurumsallaşmış şekilde bütünleşme ve o dönem için sözkonusu olan Sovyet tehdidi, belli bir tehdit algısına uygun cevabı oluşturma konusunda da Türk diplomasisi çok başarılı sınavlar verdi. Nihayet Soğuk Savaş sonrasında da başka bir aşamaya geçildi. Soğuk Savaş sonrasında, biraz önce konuşmamın başında beyan ettiğim, birçok krize müdahil olma zaruretiyle karşı karşıya geldik. Diplomasimiz bir anda Bosna’yı tekrar keşfetmek zorunda kaldı. Tekrar Balkanların bütün meseleleriyle yüzleşmek durumunda kaldık. Sadece diplomatlarımız değil. Ben o zaman üniversitede, akademik hayattaydım, akademisyenlerimiz, aydınlarımız da tekrar bütün o tarihle yüzleşti. Kafkaslar için aynı şey geçerli. Abhazya’yı, Osetya’yı, Karabağ’ı, Gürcistan’ı, bütün Kafkas havzasını tekrar avucumuzun içi gibi tanıma zorunluluğuyla karşı karşıya kaldık. Ortadoğu’da da aynı şekilde.

21. yüzyılın ilk on yılını tamamladığımız bu dönemde, diplomasimizin yeni ve daha güçlü bir vizyonla, daha kapsamlı bir yapıya kavuşturulması lazım. Bütün bu geçmiş dönemler başarılı dönemlerdi ve bizim diplomasi geleneğimize büyük bir birikim aktardı. Olağanüstü bir tecrübe birikimine sahibiz. Bizim tecrübe birikimimiz dünyadaki büyük 5-6 ülkeyle karşılaştırılabilir. Diğer ülkelerle değil. Ben ülke isimlerini zikretmek istemiyorum. Ama bu tecrübe birikimine sahip ancak 5-6 ülke sayabilirsiniz. O zaman diplomasimiz Türkiye’nin bu köklü tarihi ve güçlü coğrafyasına uygun bir şekilde, yeniden her alanda güçlendirilmek ve harekete geçilmek durumda.

Nedir bunların ana unsurları? Sayın Büyükelçilerim sizlerle bunu da paylaşmak istiyorum. Çünkü bu konularda biz ortak bir perspektifte, bu Büyükelçiler Konferansı’nda birleşir ve bu perspektifi hayata geçirme kararı alırsak, bütün yürüttüğümüz dış politika belli bir sistematik içine oturur. Bu yeni diplomasi perspektifimizin belli gereklilikleri belli esasları var. Birincisi zihinsel-düşünsel boyut. Her şey önce düşünmek ve bir anlamda eski tabirle tahayyül etmekle başlar. Nasıl bir Türkiye istiyoruz sorusunu zihnimizde hakkıyla çözmemişsek, uygulayacağımız diplomasi, noktasal, bölgesel ya da konjonktürel olabilir. Biz 2023’de Cumhuriyetimizin 100. yılında nasıl bir Türkiye istiyoruz? Hangi vizyonla bakıyoruz? Hangi zihinsel arka planla böyle bir Türkiye’yi inşa edeceğiz? Öncelikli mesele olarak tanımlamamız gereken husus bu.

Yeni bir dünya ortaya çıkıyor. Bu dünyanın yeni gereklilikleri, çağdaş ihtiyaçlar ortaya çıkıyor. Bu ihtiyaçlar içinde sistematik bir bütünlük arzeden bir vizyon geliştirmemiz lazım. Birçok vesilelerle ifade ettik. Tekrar vurgulamakta fayda var. 2023 Türkiye’si AB üyesi olmuş, bu üyeliğin bütün gereklerini tamamlamış ve üyesi olmuş, komşu ülkelerle ortak güvenlik havzaları halinde ve ortak ekonomik alanlar halinde bütünleşmiş, bu ülkelerle mal insan düşünce hareketliliğini sağlamış, komşu havzalarda, bizim ulusal çıkarlarımızı doğrudan ilgilendiren bütün havzalarda etkin düzen kurucu bir rol üstlenmiş, küresel alanda aktif faaliyet gösteren, uluslararası örgütlerde belirleyici bir rol oynayan, dünyanın ilk on ekonomisi arasına girmiş ve bunlar kadar önemli, küresel kültüre Türkiye’nin özgün ulusal katkısını yapabilen güçlü ve saygın bir Türkiye.

Diplomasimiz böyle bir Türkiye’nin hizmetinde olacak. Böyle bir vizyon için az önce söylediğim şeyi biraz daha açmakta belki fayda var. Bir duruş sahibi olmak, bir kimlik, güçlü bir aidiyet bilincine sahip olmak gerekiyor. Benim hasbelkader bildiğim dillerde hepsinde durmakla anlamak arasında bir ilişki var. Almanca “stehen – verstehen”, İngilizce “stand-understand” Arapça “vakafe” vakıf olmak. Bir şekilde tarihte nerede durduğunu tespit edemeyen milletlerin, bu tarihi doğru okuyamayan milletlerin, bir perspektif sahibi olamayan milletlerin tarihte var olma şansları yok. Bizler bu güçlü birikime sahip olan bir milletin diplomatları olarak öncelikle durduğumuz coğrafyayı, üzerinde seyrüsefer içinde olduğumuz tarihi, güçlü bir duruşla, güçlü bir perspektifle doğru anlamak doğru yorumlamak zorundayız. Sonra da o durduğumuz yerden dünyaya bakacağız ve ister BM zemini olsun, ister AB zemini olsun, ister İKÖ zemini olsun, ister Türk Dünyası Konseyi zemini olsun, ister Orta Asya olsun, ister Afrika olsun. Her yerde bir Türk vizyonu olacak. Durduğumuz zemin bize bu vizyonu verebilecek güçlü bir zemindir.

Bugün Ortadoğu’da herkes bir Türk vizyonundan bahsediyor. Nasıl? Gece gündüz emek veren Büyükelçilerimiz sayesinde. Bu Büyükelçileri güçlü bir siyasi iradeyle destekleyen Hükümetimiz sayesinde. Bunun üzerine biraz daha durma ihtiyacı var. Türk vizyonu olacak. Uluslararası düzenle ilgili, bölgesel düzenlerle ilgili, çevremizdeki ve dünyadaki her şeyle ilgili Türkiye’nin özgün bir görüşü, Türk diplomasisinin özgün bir sözü olacak.

İkincisi, psikolojik boyut: Özgüven. Bu belki de birincisini destekleyen ama bunun olmaması halinde birincisinin de olamayacağı kadar birbirine bağımlı unsurlar. Biz bütün bu birikim üzerinde psikolojisi son derece güçlü özgüven haliyle olaylara yaklaşmak durumundayız. Bizim dünyamızda panik olamaz, telaş olamaz. Olaylar karşısında acziyet olamaz. Vakar, onur, güçlü bir özgüvenle olaylara yaklaşma ve rasyonalite, realist yaklaşım, ütopik olmayan rasyonel bir yaklaşım olmalı. Ben bu özgüveni halkın sıradan bir bireyinde de görüyorum, diplomatlarımızla da, devlet adamlarımızla da. Bu özgüven sayesinde aslında bir nöbet bilinci, bir görev bilinci oluşuyor.

Bundan birkaç sene önce, şimdi ismini zikretmeme ihtiyaç olmayan dost bir Balkan ülkesinde seyahat ediyordum. Orada bizim muhaceretle ve savaşlarla boşalttığımız, vaktinde büyük çoğunluğuyla Türk olan bir bölgede iki Yörük köyü, Türkmen köyü kalmış. Daha da metruk, uzak bir alanda. Onların otantik olarak da orada mevcudiyetini koruduğunu bildiğim için özel olarak oraya gittim. Çünkü bizim Konya’nın Toros Dağları’ndan giden aynı Türkmen Yörükleri bunlar. Kıyafetler benim anneannemin, babaannemin kıyafetleri. Her şeyleri, ağıtları, deyişleri aynı. Orada kalmış iki Türk köyü. Toplandık bizden ne istersiniz falan diye konuşurken, onların arasında etkin olduğu anlaşılan birisi çıktı dedi ki, “Beyim, bizi sen de 400 yıl ben diyem 500 yıl, buraya gelip koyuvermişler. Buraya gelip bizi bırakmışlar. Bu dağları bekleyedurun demişler. Hala bekleyedururuz.” Şimdi belki okuması yok, yazması yok. Hani neyi bekliyorsunuz deseniz, o coğrafyayı bütünüyle anlatacak değil. Ama ona bekle denmiş. Bekliyor. Ve özgüven içinde. İki köy kalmışlar. Ama kendinden emin, bir yere bastığının farkında, bir yere ait olduğunun farkında. Bu çok önemli. Aidiyet bilincini kaybeden toplumların o özgüveni inşa etmeleri de çok zor.

Şimdi bu sıradan Türkmen Yörüğü’nün özgüveni ve tarih bilinciyle, bizim dünyanın değişik merkezlerinde fedakarane görev yapan Büyükelçilerimizin tarih bilinci arasında bir irtibat olmalı. Burada birkaç örneği sadece zikredeceğim. Mutlaka bu şekilde çok olay yaşayan arkadaşlar olmuştur. Onlara haksızlık etmek istemem ama, birkaç tanesine değineceğim. Bir Bağdat Büyükelçimiz vardı bundan birkaç sene önce. Ve Bağdat’a gönüllü gitmişti. Şimdiki Bağdat değil. Her an onlarca insanın öldürüldüğü, her an terör saldırısının olduğu Bağdat’a gönüllü olarak giden bir Büyükelçimiz. Ankara’dan bir talimat geldi, o gün özellikle seçim öncesi bizim Sünni gurupları birleştirerek seçime birlikte sokma, oradaki ulusal uzlaşıyı da sağlama bakımından yürüttüğümüz bir faaliyet çerçevesinde önemli bir Iraklı siyasi liderle görüşme talimatıydı. Arabasına bindi, şoförü dahi onun nereye gittiğini tam olarak bilmiyordu. Döndüğünde arabası kurşunlandı. Korumaları, eskortluk yapan araba kurşunlandı. Eğer zırhlı bir aracı, devletimiz zeval bulmasın, olmamış olsaydı şu anda belki aramızda olmayacaktı. Ama şimdi o bizim Müsteşar Yardımcımız. Hedefi ne? Ankara’dan gelen bir talimat. Siyasi talimat. Bunun gereği yapılır.

Yine Vardak’ta daha genç bir diplomatımız Vardak, ki Afganistan’da güvenlik açısından en riskli yerlerden birisi, Türk-Afgan dostluğunun bir nişanesi olarak orada biz PRT kurduk, o PRT’nin başındaki bir arkadaşımız. Ben o arabayı gördüğüm için, şimdi hala onun aramızda oluyor olmasına şükrediyorum. Görevini ifa etmek için giderken arabası havaya uçuruldu ve o arkadaş, yine elhamdülillah, sağlanan imkanlar sayesinde, o arabanın muhkem olması sayesinde şu anda Roma Büyükelçiliğimizde görev yapıyor.

Bir başka Büyükelçimiz olayı bizzat ben de biliyorum, Lübnan’da sokak çatışmaları sürerken, bu sokak çatışmalarını durdurabilmek için bayrağını çekerek abluka altındaki bir Lübnan liderinin evine gitti. O gün Lübnan sokaklarında başka herhangi bir araba, başka herhangi bir aktif Büyükelçi yoktu ve gelen talepler üzerine, yine Hükümetimizin ve Başbakanımızın talimatlarıyla o siyasi liderin evine gitti, o görüşmeyi yaptı. Daha sonra da onu abluka altında tutan tarafın da karargahına gitti. Her iki tarafta da büyük kabul gördü. Ve Lübnan’da çatışmaların durması doğrultusundaki bir Türk planını iki tarafa da aktardı. Ve ertesi gün o çatışmalar durdu. Ve Sayın Başbakanımız Türkiye’nin Lübnan’da barışın sağlanmasına yaptığı katkılar dolayısıyla Michel Suleiman’ın yemin törenine davet edildi.

Burada siyasi irade, bunu hayata geçiren bir Büyükelçi ve bunun için özgüven içinde hareket eden üç diplomatın hikayesini anlattım. Mutlaka aramızda çok daha başka hikayeler, çok daha başka etkileyici misyon anlayışı vardır. Bu özgüven oldukça diplomasimiz dünyanın her yerinde ayakta durur. Türk bayrağının dalgalandığı her Büyükelçilik, Türk bayrağını çekerek yola çıkan her araba, aynen o Büyükelçimiz gibi o özgüveni yansıtır.

Üçüncü önemli husus söylem boyutu. Güçlü bir vizyonunuz olabilir, özgüveniniz de olabilir. Ama doğru bir söylem kullanamazsanız, ki en önemli şey budur, insanlar sizi doğru algılayamazlar. Kendi toplumunuz algılayamaz her şeyden önce. Başka toplumlar algılayamazlar. Doğru bir söylem geliştirme ihtiyacımız var. Ulusal söylemimiz ile evrensel söylemimiz arasında bir bütünlük olması lazım. Bir Türk Dışişleri Bakanı, bir Türk diplomat, hangi düzeyde olursa olsun herhangi bir kürsüde söz aldığında, “Evet bu, bir Türk olarak farklıdır, kendi özgün karakterini yansıtıyor, ama söyledikleri evrensel olarak da geçerlidir ve doğrudur.” dedirtebilmeliyiz. Bazen ulusal çıkarlarımızı savunmak adına evrensel dilden o kadar uzaklaşıyoruz ki, ulusal çıkarları savunuyoruz görüntüsüyle aslında ulusal çıkarlarımıza zarar verebiliyoruz. Uzlaşmaz ya da belli noktalara takılıp kalmış bir dil, haklı bile olsanız sizi düşündüğünüz hedefe ulaştıramaz. Ama evrensellik adına, kendi ulusal diliyle, ulusal kültürüyle, kendi milletinin kültür damarlarıyla ilişkisi koparmış bir söylem de bir karşılık bulamaz.

İşte burada bugün Büyükelçiler Konferansı’nı yapacağız. Haftasonu bitirdiğimizde, Bakanlığın yönetimdeki ilgili arkadaşlarla Mardin’e gidip, Mardin’de değerlendirme toplantısı yapacağız. Bunu biz bilinçli olarak yapıyoruz. Ankara’da kullanılan bir söylemin Mardin’de karşılığı yoksa, o diplomasi o milleti harekete geçiremez. Bizim kullandığımız dilin Mardin’de, Rize’de, Hatay’da, Konya’da, Muğla’da, Edirne’de, her yerde bir karşılığının ve halkla bütünleşmesinin olması lazım. Ama aynı dilin Brüksel’de, Washington’da, Tokyo’da, Pekin’de bir anlam ifade etmesi de lazım. Onun için biz son dönemde, Müsteşarımızın da biraz önce söylediği gibi, kamu diplomasisi alanına önem verdik. Kamu diplomasisi sadece dışarıya dönük değil. Türk hariciyesi, Türk toplumu tarafından algılanması bakımından da yeni bir diplomasi dilini harekete geçirecek. Bu hem diplomatik ilişkilerde böyle, hem halkla ilişkilerde.

Mesela İsveç’deki bir Büyükelçimiz. Kulu’dan kalkıp İsveç’e yerleşmiş bir Türk toplumu, Emirdağ’dan kalkıp Belçika’ya yerleşmiş bir Türk toplumu. Yağlıdere’den kalkıp New York’a gitmiş ve bütün o çevreyi, oradaki bir bölgeyi neredeyse Yağlıdere’nin uzantısı yapmış bir Türk topluluğuyla muhatap bir Türk diplomat. Türk diplomatı sadece devletlerarası ilişkileri yürütmekle mükellef değil. Türkler artık dünyanın her yerine o kadar yayılmıştır ki, hem o vatandaşlarla doğru bir iletişim kuracaksınız, hem tarihte sizinle bir şekilde irtibatı olmuş topluluklarla doğru bir iletişim kuracaksınız, hem de dünyanın önemli güçleriyle veya aktörleriyle doğru bir dil kullanacaksınız. Bu söylem gerekliliği. Bu söylemi yeniden inşa etmek durumundayız. Bu bizim kendi toplumumuza ve uluslararası alana olan bir borcumuz.

Dördüncü bir boyut. Diplomasi uygulamasında ulusal boyut. Bu çok önemli. Geçmişte şöyle bir kanaat vardı. Sadece Bakanlığımız mensupları açısından demiyorum, dışarıda da algılama itibariyle, dış politika temelde diplomasi faaliyetidir ve diplomatlar tarafından yürütülür. Bu doğru, ama artık dış politika stratejisi o kadar çeşitlendi ki, enerji konusunda yeterli uzmanınız yoksa, ya da Dışişleri Bakanlığımız ile Enerji Bakanlığımız arasında iyi bir koordinasyon yoksa, biz bir gün önce başka bir yerde Büyükelçilik yaparken enerji konusunu devralan bir diplomatımız ile Enerji Bakanlığı’nda hayatı uzmanlıkla geçen bir başka bürokratımız arasında doğru bir iletişim kuramazsak, bunu bir stratejik zemine oturtmakta güçlük çekeriz. Tabii ki enerji stratejimiz Dışişleri Bakanlığımız tarafından koordine edilecek. Ama Enerji Bakanlığımızla Dışişleri Bakanlığımız arasında güçlü bir zemin oluşturulacak. Aynı şekilde ulaştırma stratejisi, son dönemde sağlık diplomasisi bile başlı başına bir diplomatik alan ortaya çıktı. Dolayısıyla ulusal alanda Bakanlığımızın merkezi koordinasyon görevinin sağlıklı şekilde yürütebilmesi için bütün bu Bakanlıklarla ve kurumlarla çok iyi bir ilişki ağının, iyi bir koordinasyonun sağlanması gerekiyor. Son dönemde bu konuda çok ciddi mesafeler aldık. Önemli tecrübeler de yaşıyoruz. Mesela ilgili bakanlıklarımızla Dışişleri Bakanlığımız arasındaki toplantıları geleneksel hale getirdik. Konuları birlikte ele alıyoruz. Onun için Nabucco Hükümetlerarası Anlaşma’yı, yine buradaki çok değerli diplomatlarımızın ve enerji bürokrasisinden de arkadaşlarımızın olağanüstü çabalarıyla, iki Bakanlık arasındaki bir toplantıdan sonra 13 gün içinde bu büyük organizasyonu gerçekleştirme başarısını gösterdik.

Bu ulusal koordinasyonu yaparken TBMM ile, Dış İlişkiler Komisyonu’yla, Sayın Başkanları da burada, ülkemizin diğer kurumlarıyla, Bakanlıklarıyla, muhalefetimizle, kamuoyuyla çok yakın ilişki içinde olma ihtiyacımız var. Özellikle kamuoyunda, sivil toplum kuruluşlarıyla basınla, think-tank’lerle, ki son dönemde iftiharla söylüyoruz çok büyük bir mesafe kaydetti Türkiye bu konularda, çok yakın bir iletişim içerisinde çalışmaya devam edeceğiz.

Beşinci ve yine önemli bir boyut, uluslararası alanda etkinliğimizin giderek artması. Uluslararası boyut. Diplomasimiz hem yatay etkinlik alanı, hem de dikey derinlik alanı itibariyle yeni ve güçlendirilmiş bir yapıya kavuşuyor, kavuşacak. Burada bir açıdan dünyanın her sathına kapsamlılık anlamında yayılmak durumundayız, diğer açıdan da bazı noktalarda derinliğine bir aktivite içine girmek zorundayız. Kapsamlılıktan kastım şu: Yine Atatürk’ün İstiklal Harbimizi anlatan güzel deyişiyle, hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. Satıh ise bütün vatandır. Bunu biraz revize edelim: Hattı diplomasi yoktur, sathı diploması vardır. Satıh ise bütün dünyadır. Tüm diplomasi artık bütün dünyada etkin olarak bulunmak zorundadır. BM Güvenlik Konseyi üyeliğini aldık. İslam Konferansı Örgütü’nde etkin Genel Sekreterliğimiz var. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin başına bir Türk Parlamenterimiz geliyor. Sayın Mevlüt Çavuşoğlu. Birçok dönem başkanlıkları önümüzdeki yıl bizde olacak. Güneydoğu Avrupa ülkeleri, CICA-Asya Güvenlik ve İşbirliği Örgütü. Avrupa Konseyi Dönem Başkanlığı daha sonra gelecek. Kimyasal Silahların Yayılmasını Önleme Örgütü’nün başına bir Türk diplomatımız seçildi. Latin Amerika Zirvesi’ne davet edildik. Afrika Birliği’ne gözlemci üyeyiz. ASEAN’la özel ilişkiler kuruyoruz. Körfez İşbirliği Konseyi’nin Stratejik Diyalog Mekanizması’na üyeyiz. Pasifik Forumu’na da üye olma aşamasındayız. Onlarla da bir ilişkiye girme aşamasındayız. Her alanda bu şekilde etkin bir Türk diplomasisi sizlerin çabaları sayesinde var. Ama bu yetmez. Hani hep soruluyor. Eksen kayması tartışmaları… Odak mı kaybediyoruz?

Bu soru geldiğinde, doğrusu ben odakla yaygınlık arasındaki çelişki varsayımını hayretle karşılıyorum. Eğer siz odaklaşacağım diye iki ya da üç alanda faaliyet gösterirseniz, aslında o odağı kaybetmeye başlarsınız. Ama dünyada etkin bir yaygınlık alanında etkin faaliyet gösterirseniz, o odaklarda da sözünüz daha çok dinlenir hale geliyor. AB üyelik süreci, müzakere süreci ve tam üyelik hedefi odaklaşmadır, derinleşmedir. Her yönüyle AB ile entegrasyon konusunda derinleşerek faaliyetlerimizi sürdüreceğiz. Bu konuda taviz veremeyiz. Bu bir odaklaşmadır. Aynı şekilde yepyeni, tabiri caizse bir Türk kreasyonu diyebileceğimiz bir mekanizma ürettik. Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Mekanizmaları. Irak ve Suriye ile yaptık. Önümüzdeki dönemde diğer komşu ülkelere de, başta Rusya ve Yunanistan olmak üzere, yaymayı düşünüyoruz. Daha önce denenmemiş bir modeli çevre bölgelerde yayıyoruz. Başbakanlar başkanlığında 10-12 bakanın ve üst düzey bürokratların katılımıyla Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyleri. İşte bu bir odaklaşma. Üç gün kapanıyorsunuz Suriye ile, 51 anlaşma çıkartıyorsunuz. Ve bunların içinde sağlıktan eğitime, kültürden ticarete, ulaştırmadan enerjiye bütün alanlar var. Bu da bir odaklaşma modeli. Biz hem derinliğine yaygın odaklaşmayı hem de yaygın, aktif, etkin diplomasiyi bir arada yürütmek zorundayız. Coğrafyamız ve tarihimiz bunu gerekli kılıyor.

Son olarak ve en önemli gördüğüm husus, bugünün anlamı bakımından da bence hep beraber ele almamız gereken husus, kurumsal boyut. Yani Dışişleri Bakanlığımızın biraz önce birkaç örneği de aktardığım, o vefakar çalışmalarını daha da güçlü kılacak olan kurumsal güçlendirme boyutu. Biz bu toplantıların Dışişleri Bakanlığımızın o güçlü Hariciye geleneğinden gelen yapısının daha da güçlendirilerek çağdaş standartlarda en güçlü ülkeler düzeyine çıkarılmasına büyük bir önem veriyoruz. Böylesine geniş bir coğrafyada bunu üç konuda dikkatlerinize getirmek istiyorum. Bir, insan kaynakları açısından. Nitelik ve nicelik açısından insan kaynakları. İki, mekan ve temsil açısından. Üç hizmet kalitesi ve bu hizmet kalitesinin teknolojik donanımı açısından diyebilirim.

İnsan kaynakları açısından bakıldığında bir karşılaştırmayı dikkatlerinize sunmak istiyorum. Şu anda bütün bu alanlarda son derece fedakarane şekilde çalışmalarını sürdüren diplomatlarımızın, idari ve mesleki memur toplam sayısı 1464. Az önce söylediğim Türkiye ölçeğinde, hatta bazı alanlarda Türkiye’den daha az tarihi sorumluluğa sahip, kendilerinden daha az beklenti olduğu söylenebilecek bazı büyük ülkelere baktığımızda, Fransa’nın toplam diplomat sayısı 5809. İngiltere’nin 5700. Almanya’nın 3869. İspanya’nın 2541. Şimdi bu rakamlar bile Dışişleri camiamızın aslında kişi başına düşen yükünün ne kadar ağır olduğunu gösteriyor. Nihayet kişi başına gayrisafi milli hasıla gibi, bir de kişi başına düşen yük var. Kişi başına düşen yük olağanüstü ağırlaştı. Bu bir de yeni alanlara açıldığınızda Afrika uzmanlarına ihtiyacınız var. Latin Amerika uzmanlarına ihtiyacınız var. Yeni bir uluslararası örgüte üye olduğunuzda o örgütün uzmanlarına ihtiyacınız var. Bu niteliği artırmaya dönük olarak aldığımız bazı pratik kararlar var.

Birincisi genç memurlarımızın mümkün olursa hepsinin, değilse önemli bir kısmının yüksek lisans ve doktora yapmasına önem veriyoruz. Önemli alanlarda. Soykırım Hukuku, AB süreci, Balkanlar… Tesbit edeceğimiz önemli alanlarda. Şu anda 75 genç diplomatımız yüksek lisans ve doktora yapıyor. Bunun sayısını daha da artırma düşüncesindeyiz.

Çevre dillerin öğrenimi için yeni imkanlar sağlıyoruz. Bakanlığımıza giren aday meslek memurları ve daha ileri derecedeki memurların belli bir dönemde “sabbatical leave” gibi bir izin kullanarak, mümkün olduğu kadar çevre dilleri öğrenmek. Yani sadece İngilizce ve Fransızcayla donanmış bir diplomat değil, Rusça, Yunanca, Arapça, Farsça, İspanyolca olabilecek her alanda mümkün olduğu kadar diplomatlarımızın dil yeteneklerini geliştirmek prensibi içindeyiz.

Tabii bütçe kaynaklarımızın geliştirilmesi lazım. Ben bunu Sayın Başbakanımızın da dikkatine Sayın Bakanlar Kurulu’nun da dikkatine getirmiştim. İnşallah önümüzdeki dönemde daha da güçlendirilecek. Ancak, şu andaki bizim gayrisafi milli hasıla içinde Dışişleri Bakanlığı’nın bütçesi on binde yedi. Almanya’nın on binde on iki Fransa’nın on binde yirmi üç. Bunu diğer bütçe ortalamaları içine aldığımızda da böyle. Bunu inşallah daha sağlıklı bir yapıya kavuşturacağız ve Türk diplomasisi hak ettiği o ekin konumu daha da güçlendirebilmek için yeterli insan gücüyle takviye edilecek. Daha fazla insan gücünü harekete geçirmemiz lazım.

Mekan ve temsil açısından, biz herhangi bir devlet değiliz. Özellikle de tarihi bakımdan bizim açımızdan ilişkilerimiz de önem taşıyan ülkelerde, Türk Büyükelçiliklerinin binası, bulunduğu yer başlı başına önem taşıyor. Bayrağımızın dalgalandığı binanın bu bayrağın asaletine uygun olması lazım. Altyapısının ona uygun olması lazım. Bulduğu yerin ona uygun olması lazım. O bakımdan önümüzdeki dönemde, inşallah bunun envanterini tam olarak çıkaralım bu toplantılar vesilesiyle, bu bina ve mekan yapılarını güçlendireceğiz.

Yeni temsilcilikler açıyoruz bildiğiniz gibi. 2009’da yedi yeni temsilcilik açmıştık. 2010’da 26 tane daha açacağız. Afrika’da 14, Orta Asya ve Kafkasya’da altı, Kuzey Amerika’da üç, Güney Amerika’da iki, Ortadoğu’da bir. Dolayısıyla 2009-2010 toplam olarak açacağımız temsilcilik sayısı 33. Bunların sayısı gittikçe de artacak.

Üçüncü bir husus, yine kurumsal yapı anlamında, vatandaşımıza verdiğimiz hizmet. Dışarıdaki Büyükelçiliklerimiz sadece temsil görevi yürütmüyor. Aynı zamanda özellikle vatandaşlarımızın yoğun olduğu yerlerde, bir Valilik gibi Belediye gibi bir anlamda, vatandaşın ilgisini hissetmek istediği bir kurum görevi görüyor. Vatandaşlarımız bütün Büyükelçiliklerimizi, Başkonsolosluklarımızı evi gibi görüyor. Oradan o sıcak ilgiyi görmek istiyor. Oralardaki insan kaynağının zenginleştirilmesi yanında, Konsolosluk hizmetlerinin takviye edilmesi lazım. Ve bu çerçevede Konsolosluk.net, Konsolosluk Çağrı Merkezleri gibi, bugün yine bu konularla ilgili birimin başında olan Müsteşar Yardımcımızın e-konsolosluk projesinde Şikago’dan yaptığı katkıları hepimiz biliriz. Bu konsolosluk hizmetlerini en üst düzeye çıkaracağız. Vatandaşlarımız devletten hizmet alırken bunun rahatlığını hissedecekler. Yakın zamanda Adalet Bakanlığı’yla bu anlamda protokol imzaladık ve adli sicillerin ortak kullanımı dahil, bu protokol hayata geçirildiğinde çok büyük kolaylıklar sağlayacak. İnşallah, Milli Savunma Bakanlığımızla da askerlik işlemleri ile ilgili benzer bir çalışma yürüteceğiz.

Özetle biz, Dışişleri Bakanlığı olarak, çok güçlü bir tarihi gelenekten ve bu geleneğin bize sağladığı olağanüstü imkanlardan güç alan ve gayet etkin ve fedakarane bir çalışma yapan çok büyük bir camiayız. Bu büyük camianın temel misyonu, Türk milletinin hak ettiği uluslararası etkinliğe kavuşması ve önümüzdeki yıllarda bizim çocuklarımızın, bizim torunlarımızın gurur duyacakları bir mirası onlara devretmemizdir. Ben bu yolda gayret gösteren, biraz önce bahsettiğim vizyon ve özgüven içinde dünyanın her köşesinde hizmet gösteren Büyükelçilerimize ve onlar kadar, bizzat da müşahede ettiğim için, onlarla birlikte büyük fedakarlıklara katlanan eşlerine, hanımefendilere, beyefendilere ve çocuklarına buradan selamlarıma iletmek, saygılarımı ve teşekkürlerimi minnet duygularımı ifade etmek istiyorum. Onların fedakarlıkları sayesinde bugün etkin bir Türkiye var. Etkin bir Türk diplomasisi var. İnşallah gelecekte daha da etkin olacağız.

Tekrar geldiğiniz için teşekkür ediyorum ve bu etkin diplomasideki emekleriniz dolayısıyla bir kez daha teşekkür ediyorum. İyi günler, hayırlı çalışmalar.