Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Beşinci Büyükelçiler Konferansı Kapsamında İzmir Üniversiteler Platformu Tarafından Düzenlenen Toplantıda Yaptıkları Konuşma, 5 Ocak 2013, İzmir

Sayın Valim,
Sayın Milletvekillerim,
Sayın Yüksek Öğretim Kurumu Başkanımız,
Sayın Büyükşehir Belediye Başkanımız,
İzmir Üniversiteleri Platformu Başkanı Sayın Profesör Mustafa Güden,
Değerli Rektörler,
Akademisyenler ve Diplomat Meslektaşlarım,
Değerli Konuklar,

Hepinizi saygıyla, muhabbetle selamlıyorum, hayırlı akşamlar diliyorum.

Beşinci Büyükelçiler Konferansı gelenekselleşmiş bir faaliyetin son aşamasını teşkil ediyor. Beş sene önce dünyanın her bir köşesinden gelen Büyükelçilerimizle ortak bir akıl platformu oluşturmak amacıyla bu çalışmayı başlattık. Bu birçok açıdan bir ilki teşkil etti. Her sene geliştirerek yeni hedeflere doğru bu faaliyeti derinleştirdik ve zenginleştirdik.

Öncelikle, Büyükelçiler Konferansı, bütün Büyükelçilerimizin ortak katılımıyla Bakanlığımız için de bir yıllık muhasebe, yıllık değerlendirme ve gelecek projeksiyonu yapma imkânı veriyor.

İkincisi, Bakanlıklarımız ve kurumlarımız arasında istişare imkânı sağlıyor. Son üç gün içinde birçok Bakanımız bizzat katılarak, birçok kurum Başkanımız bizzat gelerek Büyükelçilerimizle kendi Bakanlıklarının ve kurumlarının Türkiye’nin uluslararası itibarı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin muktedir bir küresel güç olarak geleceğe dönük planlaması yönünde yapabilecekleri katkıları ele aldılar.

Üçüncüsü, bu faaliyetler üzerinden Büyükelçiler Konferansı uluslararası bir forum niteliğine dönüştü. Ankara’da Singapur Dışişleri Bakanı’nı ağırladık. Özellikle yaptığımız bir planlamayla İzmir’de, güzel İzmir’imizde Brezilya ve İsveç Dışişleri Bakanlarını dün ve bugün ağırladık. Son derece mutlu bir şekilde Brezilya Dışişleri Bakanı’nı biraz önce uğurladık.

Dördüncüsü, başta Sayın Cumhurbaşkanımız, Sayın Başkanımız ve diğer devlet yetkililerimiz olmak üzere bundan sonraki faaliyetlerle ilgili çalışmaları gözden geçirdik.

Büyükelçiler Konferansı’nın önemli bir ayağını, her sene Ankara dışında bir şehirde bu faaliyetin ikinci aşamasını yapmak suretiyle dış politikamızın ülkemizin değişik şehirlerinde tanıtılması ve o şehirler üzerinden dış politikamızın yeniden değerlendirilmesi imkanını bulmamız teşkil ediyor. İkinci Büyükelçiler Konferansını Mardin’de yapmıştık. Üçüncüsünü Erzurum’da, dördüncüsünü Edirne’de. Bu sene ise İzmir’deyiz. Her bir şehrin bizim açımızdan özel önemi vardı. Bu faaliyetin iki aşamalı yapılması sayesinde, aslında bu şehirlerimizin tarihimiz, stratejimiz ve geleceğimiz içindeki konumlarıyla dış politikalar arasında bir irtibat kurduk.

Mardin’e gittiğimizde, yine üniversitelerimizin tertip ettiği bir konferansta Mardin’i anlatırken ülkemizin o derin medeniyet birikiminde Mezopotamya’nın rolü üzerinde durmuştum. Mardin’i biblo şehir diye tanımlamıştım. Gerçekten de Mardin büyüleyici bir şehirdir. Bizim bütün şehirlerimiz büyüleyicidir. Ama Mardin, o engin Mezopotamya’ya bakan ulvi gözler gibi, bütün Mezopotamya’nın erdemini, birikimini üzerinde taşıyan gerçekten dünyada nadir bulunan şehirlerden birisidir. Çok güzel anılarla Mardin’den ayrıldık.

Daha sonra Erzurum’a gittik. Anadolu’nun Türkleşmesinde ve daha sonraki dönemlerde müdafaasında oynadığı rol itibariyle Erzurum’u kale şehir diye tanımlamıştım. Gerçekten Erzurum Yaylası, Anadolu’nun kalesi, kilidi gibidir. Erzurum bütün o haşmetli kültürüyle ve son olarak Erzurum Kongresiyle Anadolu’nun işgal edilemezliğini, Anadolu’nun o derin gücünü ortaya koyan şehirdir.

Son olarak geçen sene, Balkan Savaşlarının 100. yılını düşünerek, Edirne’ye gittik. Edirne bizim Rumeli’deki ilk merkez şehrimiz, ilk örnek şehrimizdir. Rumeli’de estetikle gücün birleştiği ilk başkentimizdir. Osmanlı döneminde Edirne, bütün Rumeli’ye açılan bir kavşak şehirdi. Cumhuriyet döneminde, Balkanlar’ı kaybettikten sonra bir serhat şehri oldu. Hem Rumeli’ye doğru akımların başladığı bir öncü şehir, hem Rumeli’den çekilme esnasında bütün acılarıyla göçlerin, muhaceretin yaşandığı acılı bir şehir. Her yönüyle Balkan Savaşlarını yüreğimizde hissederek Rumeli’deki kavşak şehrimizden çok güzel anılarla ayrıldık.
Bu sene Sayın Başbakanımızla, İzmir Milletvekillerimizle, Bakanlarımızla istişare ederek İzmir’de bu faaliyeti yapmaya karar verdik. Bunun temel sebeplerinden biri tahmin edebileceğiniz gibi EXPO’dur. Ama onun kadar önemli bir sebep de İzmir’in tarihimizde oynadığı eşsiz roldür.

Üniversite hayatım sırasında şehir tarihi ve uluslararası ilişkiler bağlamında dersler okuttuğum dönemde ve daha sonra gezdiğim birçok şehrimiz, tarihimiz ve geleceğimiz için özel anlamlar ifade ediyorlar. Doğduğum şehir Konya, Anadolu için bir merkez şehirdir. Eskişehir’de verdiğim bir konferansta, Eskişehir için harman şehir dedim. Gerçekten Eskişehir’de hem Anadolu’nun, hem Rumeli’nin bütün unsurları harmanlanmıştır. Kırşehir’e gittim; tohum şehir dedim. Çünkü Kırşehir küçük olmakla birlikte Anadolu’nun Türkleşmesinde, İslamlaşmasında, nüve gibi küçük küçük tohumların, Ahilik başta olmak üzere kurumların toprağa bilinçli bir şekilde, tarihin içine sinmiş gizli bir iradeyle atıldığı bir tohum şehir. Az bilinir, ama Kırşehir’i, Ahiliği, Kırşehir’deki sembol şahsiyetlerini anlamayanın Anadolu’nun İslamlaşmasını anlaması mümkün değildir. İstanbul bizatihi şehir, şehir demek İstanbul demek, İstanbul demek şehir demektir. İnsanlık için bir başşehir seçilse İstanbul seçilir, demiştir büyük devlet adamları. Bütün bu şehirler bizim zenginliklerimizdir.

İzmir’e gelirken İzmir’i nasıl tanımlayalım diye düşündüm. İzmir, tek bir tanıma sığmayacak bir şehir. Ben ufuk şehir tanımını uygun gördüm kendi zihnimde. Bir çokları için antik dönemden modern döneme kadar ülkelerin, liderlerin kendilerine hedef olarak benimsedikleri şehir. Bunun detaylarına değineceğim. Her şehir ait olduğu devletle birlikte yükselir. Eğer o devlet bir sıkıntıya, ya da o havza bir kaosa girerse, büyük bir fetret dönemi yaşar. Bizim için ufuk şehir çünkü Anadolu’ya 1071 yılında girdik. Sanki daha Orta Asya’dan çıkarken Anadolu’ya doğru yürüyen o Türk boylarına, ‘gidin ve İzmir diye bir yere kadar oku atın’ diye bir talimat verilmiş gibi, Çakabey Malazgirt’ten kısa bir süre sonra İzmir’e geldiğinde Anadolu’nun fethi de neredeyse tamamlanmış olur. Ve İzmir’den denize açılır. Orta Asya’nın denize kapalı alanlarından akın akın gelen boylar, İzmir’e ulaştıklarında bütün yönüyle denizle tanışırlar.

Bir kara gücü olarak, büyük akımlarla, göçlerle, dağ tepe gelen, sadece ordular anlamında demiyorum; Hazreti Mevlana’nın felsefesi anlamında da, Belh’den çıkıp İsfahan’dan Anadolu içlerine kadar gelen, ama İzmir’e ulaşana kadar gerçek anlamda denizle tanışma imkânı bulmayanların bir ufuk, bir hedef olarak belirledikleri bir şehir. 1081, İzmir’e Çaka Beyin gelişidir. Ondan takriben dokuzyüz yıl sonra bütün Anadolu, Anadolu’nun İslamlaşması ve Türkleşmesinin ötesinde, büyük medeniyet eklemlenmesine, büyük medeniyet etkileşimine harman olmuştur. Bir medeniyet harmanının yaşanmasından sonra Anadolu’dan Türklerin çıkarılması planları yapıldığında, bu kez 1922’de, Gazi Mustafa Kemal Atatürk aynı ufku çizer: “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir.” Kastedilen, Çaka Bey’le bir anlamda İzmir’e kadar ulaşarak özgüven içinde tamamlanan fetih, artık bir daha geri çevrilemez bir şekilde bu toprakları Türklerin yurdu yaptığının tescilidir. Yine bir ufuk belirlenmiştir, o gün. Kocatepe’den İzmir’e doğru yürüyenler bir hedefe, bir ufka doğru yürüyorlardı. Çünkü Akdeniz bu anlamda bizim için bir idealdi ve hala bir idealdir.

Bugün Akdeniz yeniden yapılanıyor değerli konuklar, değerli meslektaşlarım. Güneyiyle yeniden yapılanıyor. Tunus’ta başlayan devrim rüzgârı bütün Akdeniz’in güneyini yeniden şekillendiriyor.. Ekonomik, politik sıkıntılarla ve Avrupa’nın yeniden şekillenmesiyle kuzeyinde bir devrim yaşanıyor. Evet biz, Balkan devletiyiz, Ortadoğu devletiyiz, Kafkasya devletiyiz, Hazar ve Orta Asya devletiyiz, Asya devletiyiz, Avrupa devletiyiz, hatta Afrika devletiyiz. Ama onlardan daha önce bir Akdeniz devletiyiz. Akdeniz’de etkin olmayan bir Anadolu gücünün Anadolu’da sükûnet içinde olması mümkün olmadığı gibi, Akdeniz’de etkisi olmayan böyle bir gücün bölgesel ve küresel iddialar taşıması da mümkün değildir. Bu, Karadeniz için de geçerlidir, ama Akdeniz antik dönemden beri insanlık tarihinin hülasasının ve özünün şekillendiği bir bölgedir. Akdeniz tarihini anlayanlar İzmir’i anlamak zorundadırlar. Çünkü İzmir, bir liman şehri olarak coğrafi ve tarih bakımından da –bu sefer bir başka tabir kullanacağım- bir kapıdır, bir penceredir, ufka açılan bir penceredir. Asya’nın Akdeniz’e ve Avrupa’ya doğru ufka açılan bir penceresidir. Şöyle bir bakın coğrafyayı zihninizde canlandırın. Anadolu, Asya’nın bir uzantısı gibi durur, küçük bir modeli. O nedenle Küçük Asya da denir. Eğer Anadolu Küçük Asya ise, İzmir yarımadası ve çevresi, Anadolu’nun küçük bir uzantısı gibi, Akdeniz’e doğru şairin ifadesiyle “bir kısrak başı” gibi uzanır. Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bir milletin Akdeniz’e baktığı yerdir, İzmir. Bir balkona çıkar ve oradan bakarsınız ve ufku görürsünüz. İzmir’e doğru yürüyen Türkler için, İzmir böyle bir yerdir.

Büyük coğrafyacı Strabon, miladın başlarında İzmir için Asya’nın en güzel şehri demiştir. Kendisi Amasya doğumludur. Bu anlamda, Akdeniz’in kaderiyle İzmir’in kaderi birbirine denktir. Eğer medeniyet tarihi Akdeniz’e doğru akmışsa, İzmir de yükselmiştir, İskenderiye de yükselmiştir, İskenderun da yükselmiştir, diğer şehirler de. Ama özellikle bu üçünü zikrettim, çünkü bunun bir sebebi var, ona geleceğim.

Eğer Akdeniz’de bir düşüş yaşanmışsa, Pers Savaşlarından sonra yapılan o yıkım gibi, daha sonraki dönemlerde, ki bizim daha yakın dönemlerde Timur’un 1402’den sonra ta bu bölgeye kadar yansıyan yıkımın getirdiği etki gibi, bir fetret dönemi yaşanmıştır. Akdeniz fetreti yaşarsa, Akdeniz şehirleri de düşüşe geçer. Akdeniz yükselirse, Akdeniz şehirleri de yükselir. Bunun en çarpıcı örneği de İzmir’dir. İzmir, Akdeniz’in efsanelerinin, tarihinin yoğrulduğu bir şehir. Homeros, burada İlyada ve Odysseia’yı dizeledi. Herodot burada tarihi yazdı. Ama en çarpıcısını söyleyeyim; Büyük İskender, rivayet olunur ki, bir rüya üzerine gelip Bayraklı’dan Kadife Kale’nin hemen dibine şehri taşıdığında, bir işareti de ortaya koyar. Büyük İskender’in o büyük emperyal düzeni, medeniyet sentezlerini gerçekleştirdiği büyük rüyası, aslında büyükşehirleri de bize kazandırmıştır. İzmir bunlardan biridir. İskenderun bunlardan biridir. İskenderiye bunlardan biridir. Onun için milattan sonra 3. yüzyılda en büyük kütüphane İskenderiye ve ikinci büyük kütüphane Efes’te ve Bergama’daydı.

Kandahar’a kadar İskender, şehirleri, her birisi eklemlenen şehirler olarak tarihe serptiği zaman, bu şehirler yükselişe geçtiler. Ve medeniyetlerin etkileştiği, kütüphanelerin, kitapların, alimlerin, aydınların, şairlerin, ticaretin buluştuğu yerler haline geldi. Onun için İpek Yolu anlaşılmadan iktisat tarihi anlaşılamaz. Çin’den Batıya doğru, Doğudan Batıya doğru iktisadın, paranın, metanın arttığı dönemlerde, İzmir Asya’nın son noktasıydı, İpek Yolunun son şehirlerinden biriydi.

İktisat tarihi, sanayi devriminden sonra Batıdan Doğuya doğru metayı ve parayı aktarmaya başladığında da İzmir, sermaye birikiminin ve ticaretin, yeni sanayi ürünlerinin Avrupa’dan, Akdeniz üzerinden Anadolu’ya ve Asya’ya tersine aktığı bir şehrin bir liman kapısı oldu. Bir göstergedir, bir pusuladır İzmir. Ne nereye doğru akıyorsa İzmir ona bir transit, merkez, bir kapı, bir pencere, bir ufuk şehir rolü oynuyor. Büyük İskender’den sonra Romalılar, “Mare Nostrum” diyerek bütün Akdeniz’i kendi denizi olarak gördüklerinde de Efes, İzmir’le birlikte en parlak günlerini yaşadı. Ama Roma ve Bizans’tan sonra düşüşle birlikte uzun bir dönem fetret yaşadı. Anadolu beylikleri arasındaki gerilimlerde bir fetret yaşadı. Timur savaşından sonra bir fetret yaşadı. Birçok yıkım gördü, deprem gördü.

Ne zaman toparlandı İzmir ve tekrar tarih sahnesine çıktı? 16. yüzyılda en güçlü şekliyle. Akdeniz’in bu ibresi, Akdeniz fetret halinde, Akdeniz’de bir otorite yokken, Haçlı savaşları Akdeniz’i yıpratırken İzmir de yıpranır. Akdeniz’de bir iktisadi, siyasi, kültürel bütünleşme yaşanırken, Akdeniz de yükselir, İzmir de yükselir. Aynen Büyük İskender dönemi gibi, daha sonra Roma gibi. Osmanlı Akdeniz’i “bahr-i sefid” diye adlandırmış, Selçuklu “bahr-i rum” demiştir. Bahr-i sefid, Bahr-i Rum, önce Doğu Akdeniz’e, sonra Cezayir’e kadar Akdeniz’i gerçek anlamda bizim “mare nostrum”umuz yaptı. Yani bizim denizimiz. Akdeniz 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar bizim denizimizdir, her haliyle, her şekliyle, her limanıyla.

Bazen diplomatik görüşmelerde biraz nefes almak, biraz görüşmelerin o sıkıcı havasından uzaklaşmak için hocalığı hatırlarım. Eğer samimiysem muhatabım Dışişleri Bakanına da sorular sorarım. Fas Dışişleri Bakanı’na geçen seneki görüşmemizde, “sizin bir şehriniz var Fas’ın doğusunda, adı Oujda. Nereden gelir bu isim, kökü nedir bilir misiniz?” şeklinde bir soru yönelttim. Düşündüler, Arapça bütün o sarf ve nahiv bilgisiyle Arapça kökünü çıkarmaya çalıştı, çıkmıyor tabii. Dedim ki “çok basit, onun anlamı Türkçe’de uçtadır”, uçta demektir, Fas’taki Oujda şehri. Çünkü, Osmanlı ile Fas’ın arasındaki sınırın en uçtaki şehridir.

Libya savaşı yaşanırken tahliyeleri yaparken emin olun Dışişleri Bakanlığı dönemimin en zor süreci olarak bunu yaşarken bütün Bakanlığımızla birlikte günlerce, haftalarca 24 saat nöbet tuttu Bakanlık ekibimiz. Duyduğumuz heyecan şuydu: Libya’dan 1912’de Enver Beyler, Mustafa Kemal Beyler hüzünle ağlayarak ayrılmışlardı, geride Sennusi’yi bırakarak, Ömer Muhtar’ı bırakarak. O günkü konuşmamda şunu söylemiştim: “Libyalı kardeşlerim yanlış bir kanaate düşmesinler. Libya’yı terk etmiyoruz, geçici bir tedbir alıyoruz. Bugün Libya’dan ayrılan kardeşleriniz en kısa zamanda Libya’ya dönecektir.” Şubat 2011’di. Nisan 2011’de, Misrata bombardıman altındayken, şimdi Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcimiz olan Halit Bey, kendisini ve ekibini takdirle tekrar anıyorum, tahliye operasyonumuz Bakanlığımızın ve bütün Bakanlıklarımızın olağanüstü bir başarısıdır, bana şunu iletti: “Mısratalı bir genç Skype üzerinden Bakanlığımız kriz masasına ulaşır ve şöyle haykırır: Biz de Anadolu’dan gelen Türk kökenlilerdeniz. Ne olur gelin ve bizi tahliye edin. Bizim de ecdadımız Türk kökenli.”

Birden kriz dönemlerinde, bu büyük dönüşüm dönemlerinde herkes bir şekilde Anadolu’nun merkez olduğunu, İstanbul’a, Ankara’ya başvurulacağını tekrar hatırlamaya başladı. Biz bu çağrıya sessiz kalabilir miydik? Ne o çağrıya sessiz kalabilirdik, ne Halep’teki, Şam’daki, İdlip’teki çağrıya, ne Kahire’deki çağrıya, ne Yemen’deki çağrıya. Ve nitekim ondan bir hafta on gün sonra hem Donanma güçlerimiz, Hava Kuvvetlerimiz eşliğinde 500’e yakın Misratalı kolu bacağı kesilmiş yaralıyı tarihin bir tecellisi olarak bu kez Misrata’dan nereye getirdik biliyor musunuz? İzmir’e. Çünkü Libya’dan bakanların baktığı yer İzmir’dir. Girit’ten bakanların baktığı yer de İzmir’dir. Dönerken de İzmir’dir. Ufukları da İzmir’dir. Girit’in fethinde Fazıl Ahmet Paşa Girit’e doğru yürürken İzmir’i üst edinir. Büyük Vezir Hanını kurar. Girit’ten dönerken mübadele ve diğer yollarla Giritli kardeşlerim, yine yönlerini İzmir’e dönerler. Ama hep Girit’i, hep daha ötesini, Akdeniz’i hatırlayarak, özlemle hatırlayarak. Ve Misrata’dan gelen o yaralıları Sayın Valimizle, Milletvekillerimizle birlikte ziyaret ettiğimizde, kendi öz vatanlarına gelmiş olmalarının huzuru içindeydiler.

Bunu şunun için söylüyorum. Dışişleri camiası ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak insani bir görev olarak her acının yanında olduk. Açılış konuşmamda vurguladığım gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti müşfik ve muktedir olmak zorundadır. Bu coğrafya karasıyla deniziyle, Anadolusuyla Balkanlarıyla, Kafkaslarıyla Ortadoğusuyla, Akdeniziyle, Kızıldeniziyle, Karadeniziyle, Körfeziyle, Hazarıyla ancak muktedir olan devletleri yükseltir. Ve ancak müşfik olan devletleri itibarlı kılar, saygı uyandırır. Bütün dış politikamızın formülü, bütün bu coğrafyalarda kimin başı ağrırsa, kimin bir sızısı olursa ona onu hissedecek kadar müşfik, ona ulaşmaya gücümüz yetecek kadar muktedir olmaktır.

Biz, Akdeniz’deki dönüşüme sessiz kalamayız. Biz Akdeniz’deki dönüşüme bigâne kalamayız. Akdeniz’e sırtımızı dönersek, İzmir’e ihanet olmuş oluruz. Çünkü İzmir bizim için, Akdeniz’e açılan bir pencere, bir kapı, bir ufuk şehirdir. Bize bir anlamda Akdeniz’in emanetidir ve Anadolu’nun da Akdeniz’deki emanetidir. Onun için İzmir her zaman bir ufuk şehir ve Akdeniz’den de bakıldığında da bir fenerdir. Yolunu kaybeden denizcilerin ulaştığı bir fener. Misratalıların, Bingazilerin yönünü Akdeniz’e dönmesi gibi son kriz anında.

Batılı bir seyyah 1664’de İzmir için der ki, bütün dinlerin, dini geleneklerin özgürce yaşandığı gerçek bir şehir. Aynı yıllar da, 1670’te Evliya Çelebi İzmir’e geldiğinde şunu döker Seyahatnamesine: “İzmir, yedi iklimde Osmanlı Devleti’yle dost olan 18 devletin balyozunun bulunduğu yerdir” Balyoz Venedik Büyükelçileri için kullanılan tabirdir ve Konsoloslukların olduğu bir yer anlamına gelir. Her yerden tüccarlar mallarını, metalarını buraya getirerek Anadolu’ya gönderirler.

Eğer bir yerden bu şekilde mal transferi varsa, eğer bir yerde bunun görüldüğü kültürel çoğulculuk varsa işte orada şehir hayatı var demektir, orada medeniyet var demektir. Bizim medeniyet anlayışımız mono kültürel bir anlayış değildir. Bizim medeniyet anlayışımız her bir köşesine farklı bir kültürün, farklı bir dini, mezhebi, etnik anlayışın ve geleneğin sindiği şehirlerin içinde yaşayan hoşgörü kültürüdür. Konya böyledir, İzmir böyledir, Bursa böyledir, Edirne böyledir, İstanbul tabi böyledir, Üsküp böyledir, bizim dönemimizde Saraybosna böyledir. Bundan 5-6 sene önce, Venedik’te Vatikan’a bağlı bir kuruluşun tertip ettiği genellikle Türkiye’ye soğuk bakanların yoğun olduğu bir toplantıda, ben de nihai konuşmacı olarak oradaydım. Türkiye’ye, özellikle İslam dünyasına dönük önyargılı ifadeler kullanıldı. Ermeni meselesi ve birçok başka meselelerden de hareketle hoşgörüsüz bir kültür olarak tanıtılmaya çalışıldı. Hikâyesi uzundur. Üçüncü gün bütün o eleştirilere cevaben benim konuşmam istendiğinde, -ne kadar teorik analiz yaparsanız yapın karşılığı yoktur böyle durumlarda- döndüm salondaki akademisyen ve din adamlarına, çoğu Hıristiyan dünyasından, şöyle bir soru sordum: “ Hepimiz burada belli bir kültürel düzeyde yetişmiş insanlarız. Beraber bir karar alsak ve desek ki, gelin beraberce çok kültürlü bir şehri ziyarete gidelim. İçinde, aynı sokakta caminin, kilisenin, sinagogun, olduğu sihrin siluetine bütün bunların yansıdığı bir şehre gidelim desek nereye giderdik?” Tuzak olarak da bir hususu kenarda bıraktım. “Londra’ya mı giderdik, Roma’ya mı giderdik, Berlin’e mi giderdik yoksa İstanbul’a mı giderdik, Kahire’ye mi giderdik, Marakeş’e mi giderdik, Bağdat’a mı giderdik, Buhara’ya mı giderdik?” “Avrupa’da bir tek şehir gösteremezsiniz ki, böyle bir çoğulculuğu tarih içinde yaşamış ve bugüne kadar aktarmış olsun” deim. Biri kalktı “var” dedi. Bende onu söyleyeceğini bildiğim için öyle söylemiştim zaten. Saraybosna, dedi. Bende dedim ki, “Saraybosna var çünkü, Saraybosna’yı biz kurduk.”

Evet değerli dostlarım, bizim kurduğumuz her şehir kültürel hoşgörüye dayalı şehirlerdir. Bununda en güzel sembollerinden birisi 19. yüzyıla kadar İzmir’dir. İzmir’in o kültürel çoğulculuğu bana Selanik’i hatırlatır. Bugün maalesef Selanik daha farklı bir kadere mahkûm edildi. Ben bunu Selanik Belediye Başkanı’yla geçen seneki ziyaretimde paylaştım. Selanik, 16-18. yüzyılda aynen İzmir gibi, nasıl İzmir, Anadolu’nun kısrak başı gibi, penceresi gibi, kapısı gibiyse Selanik de Balkanlar’ın, Doğu Avrupa’nın limanı, kapısı, penceresiydi. Yine nasıl İzmir 19. yüzyılda büyük bir kültürel çoğulculuk yaşamışsa, Selanik de öyleydi. Ama sonra bu önemini kaybettiler. Her ikisi de istediğimiz ölçüde bu önemi kazanamadı. İzmir daha fazla kazandı, inşallah İzmir’le ilgili perspektifimi paylaşacağım. Neden biliyor musunuz? Çünkü, Selanik Balkanlar bölününce her yere açılan bir liman şehri olması niteliğini, hinterlandını kaybetti. Hemen 60-70 kilometre kuzeyinde Makedonya sınırı, öbür tarafta Türkiye ve Bulgaristan sınırı. Bizim Edirne’miz de bu kadere düştü. O kadar köklü, baş şehir olan Edirne bir özellikle Bulgaristan’la soğuk savaş döneminde bir nihai nokta, son şehir haline geldi. İzmir hinterlandı kaldı ama İzmir de 16-18-19. yüzyılda yaşadığı parlaklığa hala ulaşamadı.

Buna ulaşmamızın bir zaruret olduğunu ve dış politikamızın da bu anlamda şehirlerimize bir misyon biçtiği konumuna geleceğim. Ama tarihçiler şu soruyu sordular hep. Neden 11-12-13-14. yüzyıllarda daha 6. yüzyıldan başlayarak İzmir bir düşüş yaşadı da, sonra 16. yüzyılda tekrar parladı? Birkaç sebebi var. Birisi demin söylediğim gibi, İzmir’le daha sonraki Akdeniz’in hatları, adaları arasında ta Cezayir’e kadar gidecek şekilde bir yeni egemenlik bir düzenin kurulmuş olması. Ve o düzen içinde malların rahatlıkla seyredebilir hale gelmiş olması. Osmanlı egemenliğinin, bizim “mare nostrum” olarak, Akdeniz’in bizim denizimiz haline dönüşmesi.

İkincisi; Endülüs’ün düşmesi sonrasında, oradan özellikle ticareti çok iyi bilen ve bu anlamda Osmanlı’nın hem insani bir tercih olarak hem Afrika’nın güneyine doğru kaymış olan ticaret yollarını tekrar Anadolu’ya doğru, Asya’nın içine doğru, İpek Yoluna doğru çekmeye çalışmak üzere Endülüs’ten Musevileri, özellikle şehir bankacılığı konusunda, yine stratejik bir kararla İzmir’e, Selanik’e, İstanbul’a yerleştirmiş olmasıdır. Bir anlamda insani tepkidir oradaki Müslümanları, Müslüman nüfus Kuzey Afrika’da azalmasın diyerek Kuzey Afrika’ya taşınması, Musevileri Anadolu’ya getirilmesi.

Üçüncüsü ve en önemlisi, Osmanlı’nın bir taraftan da Halep ve İskenderiye bölgesini kontrol altına almasıyla birlikte İpek Yolu’nun Halep üzerinden seyreden akışının bu kez Halep ve İskenderun üzerinden daha ziyade doğrudan İzmir’e doğru akması ve İpek Yolu’nun son noktasının İzmir haline dönüşmesidir. Bunlar bize bir ipucu veriyor onun için anlatıyorum. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni güçlü kılarken İzmir’i tekrar yükselen bir şehir yapabiliriz? İzmir’in hinterlandını güçlendireceğiz. İpek Yolu nereye kadar gidiyorsa, İzmir’in yayını da geriye o ölçüde gereceğiz. İpek Yolu’na ulaşan mallar veya daha sonra sanayi devriminin İzmir’e gelen malların kaynağı nereye kadar ulaşıyorsa oraya kadar İzmir’in ulaşımını artırmamız gerekiyor. Neden son seçimlerde, 35 proje içinde, 30 milyar doları aşkın İzmir’e dönük projeler kapsamında hızlı trenler, otoyollar, İzmir-Ankara, İzmir-İstanbul hızlı treni, limanlar, tüneller var? Çünkü, İpek Yolu döneminde kervanların geçtiği her koridora eğer biz, bu kez enerji hatları, tren yolları, emin kara ulaşım yolları ve bunları bağlayacak hava yolları kuramazsak, Asya ve Afrika arasındaki bu büyük coğrafyamızı değerlendiremeyiz. Her büyük şehrimiz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti gücünü artırdıkça, kendine yeni bir konum belirleyecek.

Bakınız yakın dönemde, özellikle Osmanlı Devleti’nin düşüşe geçmesi sonrasında, bir taraftan sanayi devrimi, bir taraftan aydınlanma ve Fransız devrimi sonrasında 19. yüzyılla birlikte Akdeniz’deki etki, özellikle Napolyon’un 1798’de Mısır’a girmesiyle birlikte, Batı’ya doğru tekrar kaydığında, bizim etkimiz azaldığında, Akdeniz yavaş yavaş avcumuzun içinden kaymaya başladığında ve Tanzimat’la bir restorasyon yapmak icap ettiğinde, aslında devletimizi yeniden tanzim ederken bu hatlara biçtiğimiz roller tekrar tanımlandı. İzmir-Aydın demiryolu tesadüfen ilk demir yolu olarak yapılmadı. 1833’de meşhur Fransız şair Lamartine İzmir’e geldiğinde der ki: “İzmir, Marsilya gibi, Paris gibi, Londra gibi insanların çok rahat yaşayabildiği ve hayatın bütün tatlarını alabildiği bir Asya şehridir.” İzmir’e yakışan en güzel ifadelerden birini de o kullanır. Hatta ben ufuk şehri yanında bunu da kullansak diye düşündüm. Zarif şehir, der İzmir için. Öyledir İzmir. Bir taraftan Akdeniz’i egemenliğimiz altına aldığımız dönemde nasıl bir üs, bir ticari kültürel, ekonomik çekim merkezi haline gelmişse, modernleşme döneminde de zarafeti korumak için bir kapı, bir pencere rolünü oynamaya devam etmiştir. Selanik Belediye Başkanı’na dostane şu tavsiyede bulunmuştum: “Gelin dedim Selanik’le İzmir arasında feribot seferlerini başlatalım, bu tarihi koridoru tekrar açalım. Selanik’le İstanbul arasına hızlı tren yapalım. Selanik’i tekrar kapalı bir şehir olmaktan çıkarıp, bütün Balkanların, bütün Ege’nin, Akdeniz’in, Baltık’a kadar açılan kapısı yapalım.” İzmir’e biçtiğimiz rolün ise, Van’la sınırlı olduğunu düşünmeyin. İzmir, Pekin’e kadar uzanan eski İpek Yolu’nun bugünkü karşılığı haline dönüşebilmeli. İstanbul küresel bir başkent olurken, İzmir de bütün bu koridorun ekonomik hattı, merkezi haline dönüşebilmeli.

Bu restorasyonda İzmir kendi üzerine düşeni yapmıştır. Hatta, Wallerstein meşhur dünya sistem teorisini değiştirirken, İzmir’i az tanımasına rağmen Osmanlı’nın dünya sistemine eklenmesindeki kilit rolü üzerinden incelemeye çalışır. Böylesine kritik dönüşüm şehridir İzmir. Birinci restorasyon Tanzimat’la yapıldı modern dönemde ve bunun getirdiği bir başka canlılık yaşandı. İzmir’den 1900’lerin başlarında yaklaşık 20 şehre feribot seferi vardı. Bunların içinde Marsilya da vardı, Lazkiye de vardı, Beyrut da vardı, Liverpool, Londra da vardı. Şimdi İzmir’de bu haraketlilik var mı? Kurmalıyız bu hareketliliği. Bakın 18 şehre, Trieste, Limni, Liverpool, Londra, Marsilya, Lazkiye, Beyrut, bütün buralara feribot seferleri vardı 1900’lü yılların başlarında. 32 gazete çıkardı İzmir’de: Türkçe, İbranice, Ermenice, Fransızca, Rumca. Bugün yine medyamız açısından zengin bir şehir ama bizim İzmir’i tekrar bu konumuna nasıl kazandıracağımızın planlamasını yapmamız lazım. Gönül ister ki, Akdeniz’den, doğudan, batıya doğru seyreden her fikir, her insani haraketlilik, her kültürel akım, her mal, her para İzmir’e uğrasın, İzmir üzerinden bir daha geçsin. Onun için EXPO sadece Türkiye’nin tanıtımını, İzmir’in tanıtımını sağlayacak bir turizm fuarı olarak görülmemelidir. İzmir’e yeni bir misyon biçecek, İzmir’i Akdeniz’in merkez şehirlerinden, liman üslerinden biri haline getirecek bir fırsat olarak görülmelidir.

İkinci büyük restorasyonu biz modern dönemde Cumhuriyetin kurulmasıyla yaşadık. Dünya Savaşı’nda kaybetti, çöktü, bitti denilen bir ülkenin tekrar ayağa kalkması. Bu çok stratejik bir karardır. Yine İzmir’in bir rolü var. Nasıl 19. yüzyılda Tanzimat sonrasında bütün bu alışverişin aktığı yerlerden biri oldu İzmir, bu kez de daha Cumhuriyet kurulmadan, 29 Ekim’de Cumhuriyet kurulacaktır ama daha bunun kimsenin zihninde bunun deklare edilmiş bir yansıması yokken, 22 Şubat’ta İzmir İktisat Kongresi toplanır. Erzurum Kongresi ve İzmir İktisat Kongresi birbirini tamamlayan adımlardır. Erzurum Kongresi yine Atatürk’ün ifadesiyle siyasi istikbalimizin sağlandığı kongredir. İzmir İktisat Kongresi istiklali nasıl sağlarız diye yapılan bir kongredir. İşin ilginci, bu da iktisat tarihçileri açısından biraz da çok basit sebep, sonuç ilişkisiyle kapitülasyonlar hep tenkit edilmiştir. 16-18. yüzyılda İzmir’in o kadar zenginleşmesinin sebeplerinden birisi sağlanan vergi kolaylığıdır. Çünkü şartlar o gün onu gerektiriyordu. İzmir’i, Akdeniz iktisadının önemli bir merkezi yapmak için. Bütün Hollandalı, İngiliz tüccarlar ve Levant onun için gelmiştir İzmir’e. Yani o dönem güçlü bir devletin verdiği bir vergi tavizi, bir egemenlik aktarımı değil aksine ticareti tekrar Anadolu’ya ve İpek Yoluna çekme çabasıdır. Ama şartlar değişip bunun bir sömürücü araç haline gelmesi sonrasında İzmir İktisat Kongresi kapitülasyonların kaldırılıp bir anlamda iktisadi egemenliğin sağlanması için yapılmıştır. Görüyorsunuz İzmir yine önemli bir rol oynamıştır. Bu 2. büyük restorasyondur.

3. büyük restorasyon ise demokrasidir. II.Dünya Savaşı’ndan sonra çok partili hayata geçişimiz. Demokratik hayatın Türkiye’de kurulması sadece vatandaşlarımızın oy verme imkanı kazanmaları değildir. Demokrasi, insan mobilizasyonunu getirir. Totaliter rejimler, otoriter rejimler vatandaşı mümkün olduğu kadar aynı şehirde, mümkün olduğu kadar aynı sokakta, hele mümkünse aynı evde, hatta aynı oda tuttukları zaman, iktidarlarını sürdürebileceklerini düşünürler. Onun için hareketten korkarlar. Suriye rejiminin Kürtlere vatandaşlık vermemesinin sebeplerinden birisi budur. Hareket eden her şey tehlikelidir otoriter rejimler için. Demokrasiler ise, seyyariyete ve harekete dayanırlar. Demokrasiyle, halkın taleplerinin, siyasi eliti bir anlamda baskı altına alması ve o siyasi elite dönük taleplerin artmasıyla birlikte, aslında iktisadi mobilizasyon da başlamıştır.

İzmir insanları yeniden şekillendirir, İzmirli yapar. Aynen İstanbul’un, sakinlerini İstanbullu yapması gibi, büyük şehirlere ait bir özelliktir bu. Bir taraftan mübadelelerle Rumeli’den gelen Türkler zamanla İzmirlileşmiştir, Girit’ten gelenler de İzmirlileşmiştir. Bir taraftan da, 50’li yıllardan sonra iktisadi ve sosyal mobilizasyonla Sivas’tan, Trabzon’dan, Sayın Belediye Başkanımız gibi Tokat’tan, Konya’dan Anadolu’nun değişik şehirlerinden, Diyarbakır’dan, Urfa’dan gelenlerle yeni bir İzmir kültürü oluşur. 19. yüzyıl İzmir’i Akdeniz’den esen rüzgarların harmanladığı bir demografik yapıya sahiptir. 1950’lerden bugüne gelen İzmir ise, Mezopotamya’dan yani bizim Mezopotamyamızdan Güneydoğu Anadolu’dan, Karadeniz’den, İç Anadolu’dan gelen esintilerle yeni bir harmonizasyon sağlar, muhacir kökenli vatandaşlarımızla birlikte. İzmirli yapar onları. İşte büyük şehirler özelliği. Ve şunu söyleyeyim,eğer 1950’de Türk demokrasisi çok partili hayata geçmişse, bu geçişin bir bayrak şehri varsa, orası İzmir’dir, Ege’dir. Çünkü biraz da eskiden beri gelen eğitilmişlik ve buradaki eğitim yoğunluğu dolayısıyla çok partili hayata en büyük sahiplenmeyi İzmir yapmıştır. Rahmetli Menderes’i bir kez daha şükranla anıyoruz, bu toprakların çocuğudur. Bu restorasyon, milletin devletle bir şekilde enerjisinin, sinerjisinin buluşma restorasyonudur. Askeri müdahalelerle, belli terör ve değişik güvenlik sorunlarıyla, ekonomik krizlerle birçok kez kesintiye uğrayan bir restorasyondur. Ama Türk halkı bu restorasyonun da hakkını vermiştir.

4. restorasyonun içinde yaşıyoruz. Soğuk Savaş sonrası dünya yeniden şekillenirken, Türkiye’nin kendisine bu yeni şekillenen dünyada yeni bir rol biçmesine dayalı restorasyondur. Bakınız Soğuk Savaştan sonra büyük tezler ortaya atıldı. Fukuyama dedi ki, tarihin sonu geldi. Ben o makale çıktığında 1989’da doktora tezimin son aşamalarındaydım. Bir kongrede tarihin sonunun gelmediğine, tarihin bundan sonra daha büyük bir hızla akacağına dair bir tebliğ sundum. Daha sonra da bunu International Studies Association’ın 1991’de Vancouver’deki kongresinde sundum, 100 sayfalık bir tebliğ olarak. Daha sonra İngilizce bir kitap haline dönüşen bir metindir. Tarihin sonuna gelinmedi, büyük medeniyetler tarihi, büyük bir dönüşümü yaşıyor, tarih bundan sonra daha hızlı akacak tezine dayalı bir yaklaşımdı. Ben buna hala inanıyorum. Bundan sonra tarih şimdiye kadar olduğundan daha hızlı akacak. Hepimiz bu hızlı akışa intibak etmek durumundayız. 1989-91 arasında bir deprem yaşandı, jeopolitik deprem, bunu birçok yerde izah ettim. Ama bu restorasyonu anlamlandırmak için kısaca bir özetini tekrar vermek isterim. Türkiye’nin, biraz önce İzmir’e biçtiğim rolün, kısrak başı gibi Orta Asya’dan, Anadolu’ya, Anadolu’dan, İzmir’e biçilen rolün tanımlanması gibi, Saraybosna’dan, Buhara’ya, Bişkek’e kadar büyük bir jeopolitik deprem geçirdik. Biz bu coğrafyaları tekrar keşfettik. Ama hazırlıklı değildik, zihnen, ekonomik olarak, siyasi olarak hazırlıklı değildik. Tutumumuz, 90’lı yıllarda defansif bir tutum oldu. Buralarda yaşanan acıları acaba ne kadar dindirebiliriz şeklinde, Bosna’daki, Kosova’daki, Karabağ’daki acılarla ilgilendik, elimizden geleni yapmaya çalıştık ama devletin gücü, kudretinin bir sınırı vardı. 90’lı yıllarda terör, ekonomik krizler, 94-99-2001 ve tabi siyasi istikrarsızlıklar entegre bir stratejinin uygulanma şansına imkan vermedi.

Dün Büyükelçilerimizle otururken, bir Büyükelçimiz 1993-95 yılları arasında 6-7 Dışişleri Bakanının değiştiğini söyledi, şimdi aynen Avrupa’da olduğu gibi. Ben yeni bir Dışişleri Bakanı sayılırım. Dönem itibariyle demokrasilerde bir dönem 4 yılsa, 3,5 senedir Dışişleri Bakanıyım. Ama Avrupa’da altı Romen Bakan, beş Yunanlı Dışişleri Bakanı, dört Fransız Bakan gördüm. Biraz da Avrupa’daki yaşanan krizin bir yansımasıdır bu. O dönemde de bu kadar çok değişiklikte bir strateji uygulamanın zorlukları vardı. Bunun için ekonomik bakımdan kişi başına düşen gelirimiz 10 yıl içinde artmadı. Bazı istatistiklere göre birkaç yüz dolar arttı, bazılarına göre bir-iki yüz dolar düştü 1991’den 2001’e kadar. Gayri Safi Milli Hasılamızda büyük bir artış yaşanmadı. 2002’de biz Türk dış politikasına yeni bir seyir çizebilme amacıyla planlamalar yaptığımızda, bu yeni restorasyonun çok daha kapsamlı bir restorasyon olması gerektiğinin farkındaydık. Aynen Tanzimat gibi, Cumhuriyet gibi, demokrasi gibi. Yeni bir restorasyona ihtiyaç vardı.

Bu restorasyonun üç ayağı var: birisi demokrasi. Demokrasi, demokrasi, demokrasi. Millet iradesinin olmadığı hiçbir restorasyonun ayağa kalkması mümkün değil. Milletin enerjisini tarih sahnesine yansıtmayan bir otoritenin ayakta kalması da mümkün değil. Onun için son 10 yıl içinde demokratikleşme çalışmaları ve birçok reform yapıldı. Şimdi de, işte Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde takip ediyorsunuz, inşallah yeni bir Anayasayla bu özgürleşme çabaları, özgürlükçü tutum taçlanır diye umut ediyoruz.

2001’de dünya bu sefer ikinci bir deprem yaşadı 11 Eylül’le. Bu deprem neredeyse küresel bir sıkıyönetim ilan etti. İnsanların mobilizasyonunu sınırlayan bir küresel sıkıyönetim. İsmine bakılarak Müslüman olduğu görülenlerin hava alanından döndürüldüğü bir dönem. Burada Büyükelçimiz, benim eski danışmanım Cihat Bey var, şimdi Prag Büyükelçimiz. O bir hatırasını nakletmişti. 2002 yılında New York’a veya Vaşington’a gittiğinde havaalanında kendisini karşılayan arkadaşı biraz ilerdeymiş, Cihat diye bağırmış, anında aradaki herkes yere yatmış. Böyle bir paranoyanın, travmanın yaşandığı bir dönemdi. Tabi bunu derken Sayın Valimizin isminin Cahit olduğunu, İl Başkanımızın da Cihat Bey olduğunu gözönünde bulundurmak lazım; İzmir’de bir Cahit, bir de Cihat var. Belki başka isimler de var tabi, o anlamda. Böyle bir paranoyanın yaşandığı dönemde, Avrupalıların, Amerikalıların herkesin içine kapandığı bir dönemde Türkiye, özgürlükçü, demokratik bir açılımla dünyaya açılmaya çalıştı. Hem ilk günden itibaren içini restore etmeye çalıştı, AK Parti‘nin iktidara gelmesinden 15 gün sonra olağanüstü hal kaldırıldı. O günden bugüne bence bütün bu diğer restorasyonların zemini olan demokratikleşme çabaları sürdü.

Daha kat edeceğimiz yollar var. Ama kendi insanımıza güvenemezsek, o insanı dış politikada, ekonomide harekete geçiremeyiz. Kendi insanına güvenen bir siyasi iktidar meşruiyeti özgürlük, güvenlik dengesinde arar. 2003 yılında katıldığım ilk televizyon programında verdiğim demeç buydu. Özgürlük ile güvenlik arasında vatandaşlarına tercih zorlaması yapmamalı bir devlet. Özgürlük adına güvenliği terk ederseniz kaosa gidersiniz. Güvenlik adına özgürlüğü terk ederseniz tiranlığa giderseniz.

Gücünün, meşruiyetinin en üst sınırına çıkan devlet, vatandaşına şunu dediği zaman ulaşır o noktaya: “Ben senin özgürlüğünü, güvenliğini hiç riske etmeden en geniş alana taşıyacağım, ama aynı zamanda güvenliğini de özgürlüğünü sınırlamadan en maksimum düzeye çıkaracağım.” Bunu dediği zaman devlet gerçek kudrete ulaşır. Demokrasi bunu sağlar.

İkinci restorasyon ekonomik restorasyondur. Çünkü demokrasiler ancak ve ancak ekonomik restorasyon varsa ayakta kalabilir. Orta sınıfı ölmüş bir sosyal toplumun demokratik olması mümkün değildir. Ekonomik bir kriz yaşayıp orta sınıfınız yok olmuşsa, bu önemli bir ölçüdür. Demokrasiniz ayakta kalamaz. Onun için, şunu çok iddialı bir şekilde söylüyorum: “2002 yılından bugüne kadar 10 yıl içinde Türkiye, Tanzimat’tan bu yana olan bütün dönemlerin on yıllarını karşılaştırın, ekonomik restorasyon bakımından en geniş, en büyük çaplı hamleyi yapmıştır.” Enflasyon rakamları açıklandı. İhracatımız 32 milyar Dolardan 152 milyar dolara çıktı, hem de bütün dünyada ihracat daralırken. Gayri Safi Milli Hasılamız 275 milyar Dolardan 850 milyar Dolara çıktı. PPP paritesi itibarıyla 1 trilyon Doları geçti. Bunu daha da hızlandırmamız gerekiyor. Ekonomik restorasyonla siyasi restorasyon atbaşı gider. Onun için Tanzimat’la birlikte ekonomik birçok restorasyon yapılmaya çalışıldı, ama o zaman yükselen sanayi ve sömürgeci güçlerin bu alanın açılmasına izin vermesi mümkün değildi. Ekonomik restorasyonla ilgili daha çok done verilebilir. Türkiye 16. büyük ekonomi, inşallah ilk 10 büyük ekonomi içerisinde de yer alacağız.

Bugün burada Brezilya ve İsveç Dışişleri Bakanlarıyla görüşürken, Brezilyalı dostum Patriota’yla bir değerlendirme yaptık. Niçin Türkiye-Brezilya ilişkileri önemli? Neden biz İzmir’de toplanıyoruz? Neden daha yakın bir ülke değil de çok uzak bir ülkede? Eğer Türkiye önümüzdeki 10 yıl içinde ilk 10 ekonomiye girecekse şu soruyu herkesin sorması lazım: “Diğer dokuz ekonomi hangisi olacak?” Sayacağımız diğer dokuz ekonominin bir tanesi hariç, hepsi küresel coğrafyalar, büyük ölçekli ülkelerdir. Kıta ülkeleridir tabiri caizse. Amerika Birleşik Devletleri bir kıtadır. Çin bir kıtadır, dünya nüfusunun dörtte birine sahiptir. Hindistan bir kıtadır. Türkiye’nin 10 misli büyüklüğündedir. Rusya, Türkiye’nin 15-20 misli büyüklüğündedir. Kanada aynı şekilde. Brezilya coğrafi olarak yaklaşık 11-12 mislidir Türkiye’nin. Bunlar engin coğrafyalardır. Avustralya, bir kıtadır. Geriye iki tane devlet kalıyor, Almanya ve Japonya. Almanya zaten Avrupa Birliği’nin bütün alanını kullanıyor. Bir Japonya var. Japonya’nın son yıllarda yaşamakta olduğu düşüşü ise hepimiz görüyoruz.

O zaman bizim çözümümüz ne olmalı? İşte burada dış politika devreye giriyor. Eğer bir ülkenin coğrafi olarak imkanları sınırlıysa, doğal kaynakları yetersizse, ki enerji bizim en büyük açığımız, o zaman yapacağı şey şudur. Siyasi bir kriz doğurmadan, bir savaş yaşamadan, kimseyle çatışmaya girmeden, siyasi sınırlara saygı göstermekle birlikte, iktisadi ve kültürel sınırlarını sınırsız kılacak.

Neden biz özellikle son yıllarda her ülkeyle, bazen risk de alarak vizeleri kaldırıyoruz? Çünkü vizelerin olduğu bir dünyada bizim insanımızın hareketi sınırlanıyor. Bizim başka gücümüz yok. Bizim namütenahi gazımız yok, petrolümüz yok. Namütenahi coğrafyamız da yok, ilk 10’a girecek kadar. Bizim tek gücümüz var arkadaşlar, o da insan gücümüz. İşte YÖK Başkanımız burada. Biraz önce katılamadım, çok da üzüldüm, inşallah metni alacağım ve bizzat dinleyeceğim. Çünkü çok önemli bir konuydu üniversitelerimizin uluslararasılaşması. İnsan gücümüzü ne kadar iyi eğitirsek, dünyanın her köşesine gidecek şekilde ne kadar iyi hazırlarsak, iyi eğitilmiş genç nüfusumuz dünyanın her yerine ne kadar çok deveran ederse o kadar çok artı değer üretirler.

Orta Asya’dan at üzerinde kopmuş gelmiş olanların o hareket içinde, o dinamizm içinde Selçuklu ve Osmanlı Devletini kurup, Viyana önlerine gitmesi gibi, bu kez böyle bir askeri mantık anlamında değil, ama zihnini, ekonomik heybesini, entelektüel birikimini, iyi yetişmişliğini kullanan insanlarımızın aynen o şekilde bütün dünyada seyrüsefer halinde olmalarını temin etmek lazım. Onların önündeki engelleri kaldırmak lazım.

Okullar olmasaydı Eğitim Bakanı olarak ne rahat ederdik, demiş bir eski Bakan. Büyükelçiler olmasa, Büyükelçilikler az olsaydı daha rahat ederdik o zaman. Biz ise tam tersini tercih ettik. Büyükelçiliklerin sayısını artırdık. Her açtığımız Büyükelçiliğin iş yükümüzü artırdığını, Bakanlığımızın kadrolarını zorladığını bilmemize rağmen. Ben bunu görüyorum. Ama zorlanacağız. Zorlanmadan aradaki açığı kapatmamız mümkün değil. Bu aradaki açık, ancak kaygılı, çileli kişilerin üzerinde açılabilir. Akademik hayatta da böyle. Üniversitelerimiz olduğu için müsaade ederseniz akademik hayattan da bir örnek vermek istiyorum. 1999’da Cape Town’da bir uluslararası toplantıda, 20. Yüzyılın En Son Büyük Medeniyetler Buluşması başlıklı 500-600 akademisyenin katıldığı bir buluşmada küresel bunalım, küresel bunalımda İslam dünyasının ve Türkiye’nin yeriyle ilgili üç tebliğ sunmuştum. Tezimin esası şuydu. İnsanlık, aydınlanmayla birlikte gelen felsefi, bilimsel gelişmelerin belli bir limitine ulaşmıştır. Ancak tıbbi ve diğer teknolojik gelişmeler yepyeni felsefi sorunları gündeme getirecek, büyük felsefi, düşünsel açılımlar olacak, büyük siyasal açılımların yaşanması gerekecek, ve otantik kültürün yeniden canlanması dönemi başlayacak. Böyle bir dönemde yeni düşünce üretme kapasitesi bakımından en şanslı toplumlar Türkiye gibi toplumlardır.

Biz büyük fikri açılımların merkezi olacağız. Şimdi de, böyle iddialı konuşmalarımızın bazen birtakım rahatsızlıklar doğurduğu gibi, oradan Amerikalı bir akademisyen kalktı ve 1999’da, bizim ekonomik kriz, terörle mücadele vesairenin yaşandığı dönemde, biraz da hafif istihzayla şöyle dedi: “Nasıl bu kadar iddialı olabiliyorsunuz? Siz bir “torn country”siniz, dedi. “Torn country”den kastedilen, parçalanmış ülke, kimlik parçalanması yaşayan ülkedir. Bu Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezinde bizim için kullandığı tabirdir. Bizim, Rusya ve Meksika için kullandığı tabirdir. Ben de “İşte tam da bu gerekçeyle bunları söylüyoruz. Bütün büyük fikirler kendi içinde büyük devrim yaşayan toplumların ürünleridir. Makyavelli böyle bir devrim yaşayan İtalya’nın, Hobbs ise İngiliz iç bunalımı ve büyük devinimlerin yaşandığı dönemin ürünüdür. Almanya’da Hegel, o büyük devinim yaşayan Avrupa’nın, dinamik Avrupa’nın ürünüdür. Sizinle bizim aramızdaki fark şu. Siz paradigması pekişmiş, statik bir kültürel çevrenin devamı için akademisyen yetiştiriyorsunuz. Sonunda okuyacağınız klasikler belli, varmayı düşündüğünüz hedefler belli. Kolay bir yol bu. Kolay, fakat hiç de zevkli değil, çünkü sonunda işleyen paradigmatik makinenin parçası olmaya doğru kendinizi ayarlıyorsunuz. Bizim için ise, tam da dediğiniz gerekçeyle, hangi klasikleri nerede okumamız gerektiğini kendimiz buluyoruz. Kafamızı çarpa çarpa, zihnimizi parçalaya parçalaya bunu yapıyoruz. Bu çok zor, çetin bir yol. Biz kendi ağırlığımızı tarihe koymak için sizin çabanızın üç misli çaba göstermek zorundayız. Senin bildiğin her klasiği ben bilmezsem yanında konuşamam, Batı’da konuşamam, diğer yerlerde konuşamam. Ama senin bildiğin klasikleri bilip de, Mevlana’yı, Farabi’yi, Yunus’u ve diğer benim kendi klasiklerimi, İbn-i Rüştü’yü, İbn-i Sina’yı bilmezsem kendi köyümde, şehrimde konuşamaz hale gelirim” dedim.

O zaman şunu yapacağız. Biz evrensel bir aydın olabilmek için sizin bildiğiniz bütün klasikleri öğrenmek zorundayız, bilmek zorundayız. Sonra, kendi birikimimizi, kendi tarihsel birikimimizi de bilmek zorundayız ki kendi tarihimize hitap edebilelim. Bu da yetmez, bu iki emeğin üstüne bu ikisini sentez edecek şekilde yeni üretken bir çevre oluşturmalıyız. Bu, benim akademik hayatta inandığım bir prensipti.

Öğrencilerimize de buradan seslenmek istiyorum. Aynen genç diplomatlarımıza seslendiğim gibi. Hedefinizi sınırlı tutmayın. Eğer önümüzdeki yüzyılda dünya 100 büyük düşünür üretecekse, tarihin laboratuvarı olan bölgelerden çıkacak bu düşünürler. Bu tarihi laboratuvarı olan bölgelerin merkezinde de biz varız. Bu 100 düşünürün içinde çok sayıda Türk düşünürün olması önünde bir engel yok. Yeter ki kendimizden emin olalım, özgüven duyalım.

Bakın, 10 yıl içindeki dış politika restorasyonu anlamında, sadece bir rakam veriyorum size demin söylediğim açılım çerçevesinde, vizelerin kaldırılması, Büyükelçiliklerin süratle artırılması gibi. Kendisi de İzmirli olan Dışişleri Bakan Yardımcımız açılış toplantısında verdi bu rakamların bir kısmını. Şu anda bizim 124 Büyükelçiliğimiz var. Son üç yıl içinde 96’dan 124’e çıkarttık Büyükelçiliklerimizi. Dış Temsilciliklerimizi de 209’a çıkarttık. Bu sene içinde 221’e çıkacak. Biraz önce Brezilya Dışişleri Bakanı’yla karşılaştırdık. Hemen hemen aynı rakamlardayız, çekişiyoruz. Şu anda dünyada dış temsil sayısı bakımından onlar sekizinci, biz dokuzuncuyuz.

Türkiye hangi ülkelerle kıyas edilebilir? Stratejik Derinlik’te bunu söylemeye çalıştım. Türkiye herhangi bir nevzuhur devletle kıyas edilemez. Türkiye’nin kıyas edileceği 20’nci yüzyılda büyük devlet ölçeğine giren dokuz devlet vardır. İngiltere, Fransa, Almanya, Çin, Japonya, Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya. Biz dış politika temsili bakımından o ligdeyiz. Şu anda dokuzuncu sıradayız. Ama 2014 sonunda 235’e ulaştığımızda dünyanın altıncı büyük temsili olan ülkesi olacağız. Beş daimi üyeden sonra altıncı ülke olacağız.

Neden? Demin söylediğim ekonomik restorasyon için bu şart. Aynen demin söylediğim gibi, nasıl akademisyenlerimiz hem o klasikleri, hem bu klasikleri, hem de ikisini sentezleyecek şekilde bir Batılı akademisyene göre üç misli daha çalışmak zorundadırlar, diplomatlarımız da son 200 yıldır dünyayı bir anlamda sömürge, kapital birikimiyle egemen kılmış ülkelerin diplomatlarına göre üç misli çalışmak zorundadırlar. Başta ben olmak üzere. Aksi takdirde bu açığı kapatamayız.

Benim çocukluk zihnimde, yüreğimde iyi niyetle ve doğru bir analizle söylenen bir yara gibi işleyen bir husus vardı. İstanbul Erkek Lisesinde orta ikinci sınıftayken, 1971 yılında. Allah rahmet eylesin, Atilla Kaya Osmanoğlu, 12 Mart döneminin Başbakan Yardımcısı olarak Dünya Bankası’ndan gelmişti. Şöyle bir tahlil yaptı, gazetelere yansıdı, çocukluğumda hala hatırlıyorum, büyük ıstırap duymuştum, idealist bir şekilde, orta ikinci sınıfta: Bu hızla gidersek, dedi, 1995 yılında İtalya’nın bugünkü seviyesine ancak gelebiliriz. Daha doğrusu, hedeflenen hızda. O zamanki çocuk aklım almamıştı. Nasıl olur da böyle bir ülke İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkmış İtalya’ya 30 sene sonra yaklaşabilecek. Eğer hedeflerimizi böyle koyarsak ve bunların rasyonel hedef, realist hedef diye benimsersek, aradaki yüzyılların açığını kapatamayız. Evet, iki yıl sonra göreceksiniz inşallah dünyanın temsil kabiliyeti en yüksek altıncı ülkesi olacağız. Küresel güç olmak için bu şart.

Bu bizim verdiğimiz perspektif. Ya dışarı bize nasıl bakıyor? 2002’de 148 misyon vardı Türkiye’de, şimdi 240. Yani dünya da artık Türkiye’yi böyle görüyor. Önümüzdeki dönemde gerek Ortadoğu’daki dönüşüm, gerek Avrupa’daki dönüşümle Akdeniz ve etrafındaki bütün havzalar yeniden şekillenecek. Bugün sağladığımız bu restorasyonla, Akdeniz’in güney havzasındaki gücümüzü, etkimizi artıracağız, biraz önce Libya örneğinde verdiğim gibi. Geri döndük bir sene sonra, hatta bir sene değil, altı ay sonra Sayın Başbakanımız Eylül başında Libya’ya gittiğinde, biz Şubat ayında tahliye etmiştik, Tacura’da, Bingazi’de, Misrata’da, aynı gün içinde Trablus’ta, 4 şehirde 10 binlerce insanla ellerindeki binlerce Türk bayrağıyla karşıladı. O bölgelerin kaderiyle kaderimizi özdeşleştirmemiz lazım.

Avrupa’da rüzgâr esse bilmemiz lazım. Onun için İsveç Dışişleri Bakanı’yla dün uzun süre Avrupa’nın geleceğini konuştuk. Avrupa’nın geleceği nereye seyredecekse bizim orada olmamız lazım. Çünkü İzmir bir Avrupa şehridir. Çünkü İzmir bir Akdeniz şehridir. Çünkü Mardin bir Mezopotamya şehridir. Çünkü Edirne bir Rumeli şehridir. Çünkü Erzurum bir Kafkasya şehirdir. Bütün bu şehirlerin optimumunu alın, Türkiye olarak bütün bu coğrafyaların ülkesiyiz. Yedi iklim derken kastedilen budur. Küçüle küçüle Anadolu’ya çekilmiş olabiliriz bu yedi iklimden. Ama bilinsin ki, önümüzdeki dönemde eğer Anadolu’da ayakta kalmamız mümkün olacaksa, bahsedilen bu yedi iklim, yedi bölge üzerinde tekrar bizim insanımızın seyyal hareketini sağlayacak bir istikrar, refah ve özgürlük havzası oluşturmamız lazım. Ve oradaki halklara hiçbir konuda empoze etmeden, onlara hiçbir hususu dayatmadan gönül kucağımızı açmamız lazım. Hangi bölgeden, hangi alandan olursa olsun, Somali’den Myanmar’a, Suriye’den Libya’ya kadar.

Biraz önce zikrettiğim dördüncü restorasyonun içinden geçiyoruz hep beraber. Dışişlerimiz, ekonomimiz, işadamlarımız, akademiyamız bunun içinden geçiyoruz. Hep beraber bu ülkenin gelecek yüzyıldaki rolünü, konumunu şekillendireceğiz. Burada kendileriyle tekrar ders şartlarında buluştuğunuz öğrencilerimize, gelecek nesillere çok daha güzel bir gelecek bırakacağız.

Onlara büyük hedefler bırakmamız lazım. Büyük iddiaları olmayan nesillerin tarihte iz bırakmaları da mümkün değildir. İnşallah Türkiye Cumhuriyeti Devleti tekrar bölgesel ve büyük bir küresel güç olarak tarih sahnesine ağırlığını koyarken, İzmir de sadece bir Akdeniz şehri değil, küresel bir şehir olarak tekrar tarih sahnesindeki yerini, kültürel çeşitliliği, ekonomik etkisi ve siyasi bilinciyle alacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak ufkumuz küresel güç ise, bir ufuk şehri olarak da İzmir inşallah EXPO başta olmak üzere bu küresel yükselişin en önemli aktör şehri olacak. Ben buna inanıyorum ve bu çerçevede de bu sürece katkıda bulunacak bütün İzmirli kardeşlerime, dostlarıma, kurumlarımıza ve tabi üniversitelerimize hem bu toplantı için teşekkür ediyorum, hem Dışişleri camiası olarak her zaman İzmir’in hizmetinde olduğumuzu bir kez daha teyiden vurgulamak istiyorum. Açtığımız Dışişleri Temsilciliği de bunun bir işaretidir. Dışişleri camiamız için İzmir bir ufuk şehridir, dünyaya açılan bir penceredir, ama her şeyden önce de istiklalimizin tamama erdiği şehirdir.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.