Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Altıncı Büyükelçiler Konferansı Kapsamında Adana’da Yaptıkları Konuşma, 18 Ocak 2014, Adana

Sayın Bakanım, Sayın Valim,
Değerli Milletvekillerimiz,
Değerli Rektörüm,
Öğretim Üyelerimiz,
Adana’nın değerli önde gelen temsilcileri,
Büyükşehir Belediye Başkan Vekilimiz,
Değerli Büyükelçilerimiz,
Saygıdeğer Konuklar,

Hepinizi saygıyla, muhabbetle selamlıyorum. Sabahın böyle erken bir saatinde sizlerle bir arada olmaktan da çok büyük bir mutluluk duyuyorum. Altıncı Büyükelçiler Konferansımız Ankara’da başladı. Her sene olduğu gibi bu sene de Ankara dışında illerimizi de ziyaret etme arzusundaydık. Geçen sene Sayın Başbakanımızla ve Sayın Bakanımızla istişare ettiğimizde Adana’yla Mersin’i, iki kardeş şehri birlikte ziyaret edelim diye planladık. Bugün Adana’da olmaktan büyük bir mutluluk ve büyük bir onur duyuyoruz. Başta Sayın Bakanımız olmak üzere bize büyük bir misafirperverlik gösteren bütün Adanalı hemşerilerimize, kardeşlerimize, dostlarımıza Büyükelçilerimiz adına teşekkürü bir borç biliyorum.

Dünyanın her yerinden 142 Büyükelçimiz her sene, bazen yılın sonunda Aralık ayında duruma göre, diplomatik takvime göre, yoksa yılbaşı ile doğrudan ilgili olmamak üzere, bazen de yeni başlayan yılın ilk iki haftasında biraraya geliriz, istişare ederiz. Dünyadaki gelişmeleri takip ederiz. Birçok Bakanlarımızı dinler, onlardan kendi alanlarıyla ilgili diplomasimize yön vermesini bekleriz. Sayın Cumhurbaşkanımızla, Sayın Başbakanımızla, Meclis Başkanımızla buluşup onların da talimatlarını alırız. Ankara’da yapılan bu faaliyetlerden sonra Anadolu’da, Trakya’da vilayetlerimizi ziyaret ederiz. İkinci Büyükelçiler Konferansı’nda Mardin’de başladı bu ziyaretler. Her gittiğimiz yerde de takip ettiğimiz diplomasiyle, siyasetimizle bu vilayetimiz arasında bir bağ kurarız. Mardin’e gittiğimizde ben yaptığım konuşmada Mardin’i biblo şehir diye tanımlamıştım. Mezopotamya’ya bakan mukaddes iki göz gibi, Mezopotamya’ya doğru yönünü çevirmiş onurlu, vakur ve kadim bir kültürün biblo şehri olarak her zaman müstakim ve ayakta duran kıyam halinde bir şehir. Üçüncüsünde Erzurum’a gitmiştik. Kale şehir demiştim Erzurum’a. Kafkasya cihetinden, Asya cihetinden bakıldığında Erzurum Anadolu’nun kalesi gibi durur. Erzurum düşmezse Anadolu düşmez. Erzurum ayaktaysa Anadolu ayaktadır. Sonra Edirne’ye gittik. Kapı şehir. Avrupa’ya açılan kapımız. Başkentimiz, İstanbul başkent olana kadar. Rumeli’yi Anadolu’ya, İstanbul’a; Avrupa’yı Asya’ya bağlayan, Selimiye’yle taçlanmış büyük ve mukaddes bir şehir. Edirne’yi anlayan Saraybosna’yı hatta Budin’i anlar. Edirne’yi anlayamayanlar ise İstanbul’u bile anlayamazlar. Çünkü İstanbul’dan önce Edirne’dir bizim payitahtımız ve Edirne’dir ilk medeniyetimizin izlerini Avrupa’ya taşıyan mekanımız. Sonra, geçen sene İzmir’e gittik. İzmir’e ufuk şehir demiştim, ufuk şehir. Asya’dan gelip Anadolu’ya doğru yürüyen bir milletin Akdeniz’e doğru ufkunu çizdiği, aynı şekilde İstiklal Harbimizde “İlk hedefiniz Akdeniz’dir.” derken sadece bir askeri değil aynı zamanda bir medeniyet perspektifi çizen bir talimatın mekanı olmuş şehir. Bu aralarda başka şehirlere gittik. Bursa, bir ulu şehir. Uludağ’ın eteğinde Ulu camisiyle ulu bir şehir. Geçen sene Diyarbakır’da konuşma yaptığımda mürşit şehir, diğer şehirlere öğretmenlik yapan kadim medeniyetin hoca şehri, mürşit şehir.

Adana’ya gelirken düşündüm, Adana’ya da bir şekilde hitap etmem lazımdı. Biraz tefekkürden sonra Adana’ya öncü şehir demek aklımdan geçti, öncü şehir. Daha vilayetler sıralaması yapıldığında bile A harfiyle birinci sıradan başlayan, sanki diğer vilayetleri arkasından sürükleyip götürecekmiş gibi, lokomotif gibi listede duran bir şehir. Tarihimize baktığımızda da - ki biraz sonra biraz daha detaya gireceğim - birçok öncülüğü yapmış, bu topraklarda medeniyetimizin kökleşmesine, hatta daha eski asırlarda ilk tarım medeniyetinin doğuşuna ve kadimden moderniteye, moderniteden küreselleşmeye geçerken çok önemli kavşaklarda diğer şehirlere öncülük etmiş bir şehir. Ve sonra Adanalıyı düşündüm, tanıdığım Adanalıları, tabii başta Sayın Bakanımız olmak üzere. Ama hepimizin tanıdığı ve gerçekten birçok şekilde bizi etkilemiş Adanalıları. O zaman Adanalı karakteriyle hep bulunduğu yerde fark edilen, fark edilecek işler yapan, bir şeylere öncülük eden, fark edilmediği zaman neredeyse rahatsız olan ve ben buradaydım diye haykırmak isteyen insanların şehri. Ben şu ana kadar tanıdığım Adanalılardan hiç pasif olanı, şurada bir kenarda bekleyeyim diyeni, çığır açmayanını görmedim, hep çığır açarlar. Karacaoğlan’ı düşünün, halk edebiyatının büyük çığırını açıp “Kozan Dağından neslimiz, ari Türkmen’dir aslımız, Varsak’tır durak yerimiz, gurbette yar eyler bizi. Vatanımız Adana, Maraş, Çukurova ilimiz var, Yaylamız Bulgar Dağı, Binboğa’dır benim ilim” diye haykıran ve şiiriyle, aşkıyla aşka öncülük eden, ben buradayım diyen bir Türkmen yiğidi. Daha birçok şiirinde bütün Anadolu’yu, Hama’yı, Humus’u anlatır bize. Durmadan yürüyen, yürüdükçe kültür üreten bir milletin arı Türkçesiyle o yürüyen kervanlara neredeyse aşk öncülüğü yapmış bir isim.

Daha modern dönemlere geliniz, pasif, bir şekilde fark edilmeyen kimse yoktur Adana’da. Yılmaz Güney’i düşünün. Sinemada, sanatta ben buradayım diyen bir insan. Düşüncesiyle beğenin-beğenmeyin, benimseyin-benimsemeyin, ama hiçbir zaman ihmal edemeyeceğiniz, hayatıyla, sinema kültürüne yaptığı katkıyla buradayım der.

Ya da Yaşar Kemal’i, Çukurova’yı en güzel anlatan edebiyatçı. İnce Mehmet’in her yerinde onu görürsünüz, Çukurova’nın anlattıklarını, Adana’yı hissedersiniz. Yine edebiyatta ben varım diyen daha birçok Adanalı edebiyatçının öncü isimlerinden.

Suna Kan, büyük keman virtüözü, harika çocuk diye başlayan kariyerinde yine müziğe öncülük etmiş, Türk kültürüne büyük katkı yapmış.

Daha yakın dönemlere gelin Ferdi Tayfur’dan Fatih Terim’e kadar. Futbolda da ben varım diye, İtalya’ya gitmiştir. O dönemde İtalya’daki tutumlarına bakın. Ben buradaysam Adana buradadır, bütün millet buradadır, rahat, kendinden emin. Ve bir anlamda çığır açan bir çizgiyi değişik alanlarda hep Adanalılar ortaya koymuşlardır. Bunu müteşebbislerimiz arasında da, ekonomik öncüler arasında da, düşünürler arasında da, edebiyatçılar arasında da, sanatçılar arasında da ve siyasetçiler arasında da görürsünüz. Sayın Bakanımız da iyi bir Adanalı olarak bulunduğu her yerde Adana’yı temsil ederken ben buradayım, işte çığır açacak fikirler, düşünceler, her hali ve tavrıyla da vakur kararlı bir tutumu siyasete yansıtan, beraber de bulunmaktan, siyaset yapmaktan mutluluk duyduğum çok değerli bir arkadaşımız.

Dolayısıyla Adanalıların ve Adana’nın tarih hızlı akarken pasif, edilgen, zayıf durması mümkün değil. Onun için Büyükelçiler Konferansının temasını tayin ederken, “güçlü demokrasi, dinamik ekonomi, etkin diplomasi” başlıklarını koyarken, belki de düşünmeden Adana’daki bu dinamizmi, bu etkinliği, bu güçlü olma arayışını ve öncü olma arayışını da bir şekilde kendi içine içselleşmiş bir kavram olarak yerleştirmiş olduk.

Bir Toroslu olarak, Toros Dağlarının çocuğu olarak coğrafi mekanlar bakımından beni en fazla heyecanlandıran - dünyanın birçok yerine gittim, ama en fazla heyecanlandıran - seyahat Anadolu içlerinden Toroslar’ı aşarak Akdeniz’e inen seyahattir. Hangi boğazdan geçerseniz geçin, Pozantı’dan, Gülek’ten, bütün Toroslar’dan güneye doğru inerken tabiatla tanışmak isteyenin hiç vazgeçmeyeceği, hiçbir zaman doymayacağı manzaralarla İç Anadolu’nun bozkırlarından Toros Dağlarının iklimine çıkarsınız ve o ihtişamdan, görkemden bir anda Akdeniz’e doğru seyrüsefer ederken Toroslar biter ve Akdeniz başlar. Bir yer hariç, Çukurova hariç. Çukurova’da Toroslar Akdeniz’le öyle bir buluşur ki, ben bunu toprağın suyla aşkı diye düşünürüm. Her yerde, diğer yerlerde, Alanya’da, Anamur’da, birçok yerde Toroslar iner ve çok kısa bir düzlükten sonra Akdeniz’le buluşur. Halbuki Adana’da Toroslar’dan indikten sonra Seyhan ve Ceyhan’ın suyuyla buluşması ve o gürül gürül akmasından sonra sükunetle Çukurova’ya inmesi ve Akdeniz’le buluşması, suyun toprakla aşkıdır. Dağların ve o engin kayalıkların yumuşak bir toprak zemin içinde Çukurova’yla, sonra suyla buluşması. Aslında bu Adana’nın, Çukurova’nın da kaderini belirleyen bir husustur. Bir tarım kültürünün doğmasından modern döneme doğru İpek Yolu çizgisinde tarımdan ticarete, ticaretten sanayiye geçerken Adana’nın yaşadığı her değişim, aslında bu coğrafi değişimin izlerini de yansıtır.

Yine bu Çukurova’ya baktığımızda bir başka anoloji, bir başka kıyas hepimizi meşgul edebilir. Bizim milletimizin tarihi serüveniyle de ilgilidir bu; Amu Derya-Siri Derya ya da Seyhun-Ceyhun nehirlerinin Orta Asya’da yan yana akmasıyla oluşturduğu Maveraünnehir kültürü ve orada kurduğumuz Buhara ve Semerkant şehirleri. İki nehrin arasında insanlar o iki nehrin birbirine nazire edercesine akışı ortasında büyük medeniyetler kurmuşlardır. Bizim medeniyetimizde de bu akışın izleri vardır. Maveraünnehir’i anlamayan Çukurova’yı anlayamaz. Kültür olarak Maveraünnehir’e nüfuz etmemiş olanlar Çukurova’daki derin kültürümüzü de fark edemezler. Buhara’yı ve Semerkant’ı Adana’ya bağlayan ruh, aslında bir milletin tarihi serüvenini de yansıtır. Ama bu bir başka yerden de geçmiştir bu ruh, bu serüven. Fırat ile Dicle yan yana akarken arasındaki Mezopotamya ovalarından. Maveraünnehir, Mezopotamya ve Çukurova; bir yürüyüş halindeki bir milletin yerleşik topluluklarla, milletlerle birleşerek kurdukları büyük medeniyetin izlerini taşır. Onun için Kilikya Bölgesi Büyük İskender döneminde, ondan önce Hititlere kadar geniş bir toprakta, verimli bir toprakta köklü medeniyetlere beşiklik etmişken, aynen diğer iki nehir arasında kalan bölgeler gibi buraya gelen hareketli Türkmen boyları ile burada yerleşik, kadim kültür öylesine güzel bir sentez kurmuştur ki, bizim kadim dönemimizi en güzel anlatan insan harmanımızı en doğru yansıtan coğrafyalardan biri olmuştur Çukurova.

Çukurova tek tipli değildir. Konya’dan bir iş için, aş için Türkiye içinde değişik yerlere gidildiğinde üç mekan öne çıkardı; İstanbul, İzmir ve Adana. Şimdi de çevre vilayetlerden Adana’ya doğru göçün sosyolojik altyapısına bakıldığında aslında Adana’nın ve Çukurova’nın bu çekim alanı olma, iki nehir arasındaki bereketli toprakların bozkırlarda yaşayanları çeken o cazibesini görmek imkanı vardır. Benim de dayım buraya gelmişti ve ilk defa Adana’ya o zaman daha çocukluktan gençliğe geçtiğim dönemlerde geldiğimde Pozantı’dan inerken o büyük hazzı yaşamıştım. Ondan sonra da her geldiğimde aslında hissetmek istediğim ruh, bu topraklara nüfuz eden ruh, aynen o büyük tarihi serüvende, Maveraünnehir’e, Mezopotamya’ya nüfuz eden ruhtur. Buralar yeknesak, sıradan insanların yerleştiği yerler olamaz. O kadar büyük kavimlerin göçlerine sahne olmuştur ki bu iki nehir arasındaki topraklar her yerde nasıl Mezopotamya Arap’ıyla, Kürdü’üyle, Türkmen’iyle bugün Irak’ta büyük acılar çeken mezhebi ayrımları asırlarca neredeyse hiç tanımamış olan, Irak’ın çok kültürlü yapısı Bağdat’ıyla, Musul’uyla, Basra’sıyla bir medeniyet sentezi oluşturmuştur kadim kültür içinde, Çukurova’da da bu sentez oluşmuştur.

Yerleşik olanla, hareketli olanların buluşması ve yeni sentezlerle büyük çığırların önünü açması. Haçlı savaşlarını da görmüştür bu topraklar, Haçlı savaşlarındaki çatışmalarda Haçlı egemenliğini de, Büyük Selçuklu döneminin ve daha sonraki Memluklular ve tabii Ramazanoğulları ve Osmanlılarla yaşanan o tarihi değişim serüvenini de. Onun için sentezdir. Onun için Levant ile Anadolu arasında bir köprüdür. Bereketli Levant topraklarıyla, Suriye, Lübnan’dan. Yine bugün acılarla kıvranan Suriye’den, Levant’tan Anadolu’ya geçen bir köprü. Mezopotamya’dan Akdeniz’e, Kafkaslardan Akdeniz’e inen bir köprü. Bakü-Tiflis-Ceyhan’ın Ceyhan’a inmesi tesadüf değildir arkadaşlar. Bizim ekonomik ve siyasal dinamizmimiz, diplomatik stratejimiz bu değişik bölgeleri birleştirebilmek kabiliyetimizle yükselecektir. Eğer bunları birleştirebilirsek, eğer bunlar arasında geçmişte ticaret kervanlarıyla kurulan köprüleri bu kez enerji, doğalgaz hatlarıyla kurabilirsek, eğer bu değişik bölgeler arasındaki kültürel akışları, demografik kayışları ve insan nüfus hareketliliklerini bir risk faktörü değil, bir tehdit faktörü değil, bir zenginlik faktörü olarak yeniden inşa edebilirsek, o zaman Mezopotamya ile Çukurova’nın buluşması, Kafkasya ile Çukurova’nın buluşması, Çukurova’nın toprağının bereketi kadar büyük bir bereketi beraberinde getirir. Ama bunu yapamazsak, ama bunu yaparken birtakım iç çekişmeleri, siyasi ihtilafları büyük tarihi serüvenin önüne alırsak, işte o zaman güç damarlarımız kesilir ve zayıflarız. Nasıl kadim dönemde, modernite öncesi dönemde Maveraünnehir, Mezopotamya, Levant ve Çukurova arasında böyle bir irtibat vardır, moderniteye geçerken de aslında birçok ilk adım yine bu çok topraklarda atılmıştır. Bakınız öylesine çarpıcıdır ki Adana Belediyesinin kuruluşu 1871, daha ilk modernleşmeyle birlikte ilk kurulan, yapısal anlamda ilk kurulan belediyelerden biri. İlk demiryollarımızdan biri Adana ile Mersin arasında 1886’da tamamlanmış. Adana Ticaret Odası 1894’te kuruldu, neredeyse ilk kurulan ticaret odalarımız arasında ve sonra da en güçlü oda yapılanmalarını sağlamış. Adana Ticaret Borsası 1913’de. Tanzimat’la birlikte devlet kendini tanzim ederken, ekonomi kendini modern ekonomiye, sanayi devrimi sonrası ekonomiye hazırlarken, yerel yönetimler kurulurken, bütün o Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan restorasyonun Anadolu’da, İstanbul dışında belki de en iyi laboratuvar alanı gibi uygulandığı alanlardan biri İzmir’in hinterlandıdır, diğeri de Adana’nın hinterlandıdır, Çukurova’dır. Bu sebeple ekonomimizin modernleşmesinde, siyasetimizin modernleşmesinde öncü bir rol oynamıştır.

Yine İstiklal Harbimiz, 1. Dünya Savaşından sonra Cumhuriyetin kuruluş aşamasında Gazi Mustafa Kemal, Liman von Sanders’den Yıldırım Orduları Komutanlığını aldığında, 31 Ekim 1918, İstiklal Harbi’nin ilk işaretini Adana’da verir. “Bu savaş başkaları için bitmiş olabilir, ama bizim istiklalimiz için yapacağımız savaş daha yeni başlayacaktır” der. Bir savaş biterken, 1. Dünya Savaşıyla bir milletin bütün can damarlarının kesildiği gibi bir kanaat sirayet ettirilmek istenirken, bir işaret fişeği de 31 Ekim 1918’den Adana’dan verilir. Ve Maraş’la, Antep’le birlikte… Adana’da da ilk Kuva-i Milliye Cemiyetleri kurulmuştur. Bu anlamda da Adana öncü şehirlerimiz arasında bulunur. Nihayet demokrasiye geçişimiz esnasında, yani büyük savaşlarla paralel yaşanan restorasyonların tümünde, Napolyon savaşları sonrası Tanzimat’la yaşadığımız restorasyonda, Adana öncü bir rol oynamıştır. Bu bölgeler 1. Dünya Savaşı sonrası Cumhuriyetimizle birlikte yine öncü bir rol oynamıştır. Ve nihayet 2. Dünya Savaşı sonrası Türkiye Cumhuriyeti demokrasiye geçerken, siyasal sistemimize dönüşürken belki de sosyolojik ve ekonomik anlamda da, siyasal anlamda da en büyük dönüşümlerden biri Çukurova’da yaşanmıştır. 1956 Seyhan Barajının yapılması ve bu topraklara bereketli sularla bu toprakların buluşmasıyla Çukurova merkezli bir tarımsal sanayinin doğuşunun ilk şeyleri. Pamuk üretimi yıllar öncesi başlamıştır ama, pamuk üretimine dayalı, tarıma dayalı sanayileşme belki de Türkiye’de öncülüğünü o yıllarda Adana’da, Çukurova’da başlamıştır ve Adana bir çekim alanı olmuştur biraz önce söylediğim gibi. Belki de işte Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in, birçok Adanalı edebiyatçının Türkiye’de kır edebiyatı alanında büyük çığır açan eserler ortaya koymalarının arkasındaki faktörlerden biri; böylesi bir kır-kent ilişkisinin ve sanayileşme ilişkisinin 1950’lerden itibaren Çukurova’da canlı bir şekilde yaşanmış olmasıyla alakalıdır.

Yine büyük sanayi öncülerinin, Sabancı ailesi olmak üzere, Kayseri olmakla birlikte Adana’da neşet etmesi, Adana’da uygun bir zemin bulması, tarımdan sanayiye geçişin o ilk büyük sancılarının da, edebiyata ilham veren sancılarının da ilk büyük atımlarının da Adana’da olması da bir tesadüf değildir. Dolayısıyla bizim demokrasi tarihimizde de, ekonomik modernleşme tarihimizde de Adana’nın özel bir yeri vardır aynen kadim kültürde olduğu gibi.

Şimdi hepimiz şu soruyu sormak durumundayız: Şimdi Adana’nın yükselen Türkiye’deki konumu, yeri nedir? Bir ülke, bir toplum yükseliş trendi içine girmişse önce etkilenecek olan şeylerin başında bir mekandır ve şehirdir. Nasıl Roma’nın yükselişi Roma şehirlerini etkilemiştir, Roma’ya benzer şehirlerin doğmasına yol açmış, bir seri Roma şehrinin bütün Akdeniz civarında gelişmesine yol açmıştır. Nasıl Selçuklu’nun gelişiyle, Osmanlı’nın yükselişiyle Anadolu’da, Rumeli’de, Ortadoğu’da şehirler yeniden yapılanmıştır. Nasıl modernleşmeyle Türkiye’nin yine unuttuğum bir öncü rolü Adana’nın en uzun saat kulesi bildiğim kadarıyla Adana’da. Yani Adanalı hiç azla yetinmiyor; en uzunu, en görünürü, en etkilisi, o modernleşme esnasında nasıl böyle bir değişim yaşanmışsa, şimdi de moderniteden küreselleşmeye geçerken ne Türkiye statik ve sabit kalabilir, ne Adana statik ve sabit kalabilir. Son 10 yıl içinde hükümetlerimizin yapmaya çalıştığı şey, dinamik akan bir tarihte dinamik bir süreçle Türkiye’yi yükselen bir güç haline getirmektir. Şunu iftiharla, gururla, içinde bulunmaktan onur duyduğum bir büyük faaliyetin zemini olarak da zikretmek isterim ki; evet 10 yıl içinde Türkiye büyük bir yükselişi yaşamıştır ve şu anda dünyanın her yerinde yükselen bir güç olarak telakki edilmektedir. Tabii ki sıkıntıları olacak, bunlar üzerinde tabii ki konuşacağız. Ama nihai olarak bakıldığında 1990’ların Türkiye’siyle, 2000’lerin Türkiye’si, 2010’ların Türkiye’si arasındaki büyük fark herkesçe malumdur. 1999 yılında deprem faciasını yaşarken, bendeniz de akademik bir çalışma olan Stratejik Derinliği yazmakla meşguldüm. 2001’de ekonomik krizden hemen sonra basıldı. Şansızlık mı, şans mı? 2001 Mayıs’ında. Aldığım ilk tepki şuydu: Bu kadar büyük bir kriz içindeki bir ülkeyle ilgili, ekonomisi neredeyse iflas etmiş, ekonomiyi idare etmesi, ülkeyi idare etmesi gereken koalisyon hükümetlerinin biraraya bile gelemediği Koalisyon Hükümeti döneminde bu kadar iddialı bir kitap, bir ülkeye bu kadar büyük iddia biçen bir kitap nasıl yazılır? Eleştirisi de sözkonusu olmuştu. Ama benim inandığım bir şey vardı ki son 10 yılda bu inancım pekişerek devam etti, büyük tarihi dönüşümlerde kendi mekanını ve kendi zamanını, kendi coğrafyasını ve kendi tarihini doğru değerlendiren ülkeler, siyasi hareketler büyük çığırlar açarlar. Bu topraklar hiçbir zaman pasif olanların, edilgen olanların varlığını sürdürebileceği topraklar değildir. Edilgen olanlar, pasif olanlar şimdi herhangi bir ülke veya kıtayı herhangi bir şekilde hafife almamak için zikretmeyeceğim ama zihninizde tasavvur edin, dünyanın şu veya bu köşesinde tarihin daha yavaş seyrettiği yerlerde bekleyebilirsiniz. Biraz görelim, bakalım ne olacak diyebilirsiniz. Öne çıkmamıza gerek yok Adanalılar gibi, biraz şöyle geride duralım diyebilirsiniz. Ama eğer bütün tarihin aktığı Afro-Avrasya’nın merkezindeyseniz, Adanalılar gibi öne çıkmanız lazım, biz varız demeniz lazım. Biz varız demediğiniz bir coğrafyada hayatiyetinizi sürdüremezsiniz.

Biz, evet 11 yıldır her yerde biz varız diyoruz. Ve bu biz varız deyişimizin arkasında eğer bir zemin varsa, bunun da üç ayağı var; güçlü demokrasi, dinamik ekonomi ve etkin diplomasi. Çok hamasi nutuklar atabilirsiniz, çok büyük iddialar ortaya koyabilirsiniz. Ama arkanızda o iddiaları destekleyecek, o iddialara insan kaynağı sağlayacak bir millet desteği yoksa, yani güçlü bir demokrasi yoksa, sadece öne çıkmış, tek başına kalmış bir bireysel faaliyet niteliğiyle sınırlı kalırsınız. Yine büyük hamasi nutuklar atabilirsiniz. Ama arkanızda bu milletin güç kaynaklarından esinlenmiş, güç almış bir dinamik ekonominiz yoksa başınız dik olamaz. Ve bunların üzerinde yükselen etkin bir diplomasiniz yoksa da biz varız diyecek bir diplomat kadronuz olamaz. Şimdi herkes hangi siyasi görüşe sahip olursa olsun, hangi anlayışı benimsemiş olursa olsun. Şöyle elini bir vicdanına koysun Allah aşkına ve 2001 Türkiye’siyle 2002 Türkiye’siyle 2014 Türkiye’sini karşılaştırsın. Nasıl bir sonuç ortaya çıkacak? Özellikle başta ifade ettiğim, öncü şehir olarak gördüğüm ve her yerde ben varım diyecek özgüvene sahip olduğuna inandığım Adanalılar için soruyorum. Sayın Başbakanımız bu 12 yıl içinde başta ortaya koyulan prensipler etrafında, zikrettiği temel ilkeler etrafında siyasi istikrar içinde gelen çizgimize bakın ve ortaya koyulan devrimsel adımları düşünün. Birçok devrim yaşandı. Sağlık devrimi gerçekleştirdik ki çok büyük katkıları yapan çok değerli bir dostumuz da burada, Sayın Necdet Ünüvar, o sağlık devrimin arkasındaki birçok büyük hamlede onun izi ve emeği var. Ona da huzurlarınızda sizler ve bütün Adanalılar adına da teşekkür ediyorum.

Ulaştırmada devrim yaşandı. Sık sık Başbakanımızın da vurguladığı 6 bin kilometre bütün Cumhuriyet tarihinde 87 yılda, 17 bin kilometre son 10 yılda. Bakın bir öncülüğünü unutmuştum Adana’nın, 1937’de ilk havalimanının Adana’da kurulmasından bugüne kadar olan dönemde, o zaman bir havaalanına sahip olmak Adanalılar için bile bir hayaldi öncülük eden şehir olarak, şimdi havaalanı olmayan şehrimiz yok arkadaşlar, havaalanı olmayan şehrimiz yok. Türk Hava Yolları 2000’li yılların başlarında, 90’lı yıllarda hatırlarsanız gecikmelerle anılırdı. Bana açıkçası ağır gelirdi, bazen yurtdışı akademik faaliyetlere gideceğimizde belli büyük merkezler dışında her yere aktarmayla giderdik; ya Atina’da aktarma yapardık, ya Frankfurt’ta aktarma yapardık. Çünkü Afrika’ya uçan Türk Hava Yolları’nın ya da Latin Amerika uzak seferleri yoktu, hep aktarma. Ya da Dubai’de, doğuya giderseniz Dubai’de, batıya doğru giderseniz Frankfurt’ta, hatta 60’lı yıllarda Atina çok daha öndeydi bizden. Peki şimdi, ben ne zaman VIP’e insem, eminim sayın bakanlarımız, milletvekillerimiz de aynı şeyi fark ediyorlardır, mutlaka birkaç uluslararası heyetle karşı karşıya geliyorum. Beni çok etkilemişti ve o gün büyük gurur duymuştum. 2012 Şubatı’nda Tunus’ta Suriye’nin Dostları Grubu Toplantısını yaptık. Sudan Dışişleri Bakanıyla oradaydık. Sonra ben İstanbul’a geldim. Baktım Sudan Dışişleri Bakanı havaalanında. Dedim hayrola, haber de vermedi, normalde ikili bir ziyaret, herhangi bir şey olsa haber verirdi. Dedi ki, aktarma için geldim. Nereye gidiyorsun? Ben zannettim Moskova, yani doğuya bir yere gidiyor. Sudan’a gidiyorum dedi. İki Arap ülkesi, birbirine çok yakın, bize göre çok yakın olan iki Arap ülkesi arasında Tunus’tan Sudan’a sefer olmadığı için ve en uygun sefer İstanbul aktarmalı olduğu için kuzeye İstanbul’a çıkıyor, burada aktarma yapıp yine Türk Hava Yolları’yla Sudan’a iniyor. İşte bu büyük bir devrim. Enerji Bakanımızı dinledi arkadaşlarımız, Büyükelçilerimiz. 87 yılda üretilen elektrik enerjisinin yaklaşık 7-8 mislini son 10 yılda ürettik. Doğalgaz girmeyen şehir neredeyse kalmadı.

Birçok hususu sayabiliriz, ama ben size şunu söyleyeyim: Bütün bu devrimlerin arkasında, bütün bu atılımların arkasında yer alanları nihai olarak tek bir unsura indirgeyin, bunu dayandırabileceğimiz bir devrim tanımlayın derseniz, ben özgüven devrimi derim. Kendine güvenmek, halkına güvenmek, ondan güç aldığının bilincinde olmak. Aynen Adanalıların özgüveni gibi Türkiye’ye bir özgüven aşısı yapıldı 12 yıl içinde. Bugün bu aşıyı bozmak isteyenler, bu aşıdan şu veya bu şekilde toplumun aldığı enerjiyi sınırlamak isteyenler çıkabilir, eleştirenler de çıkabilir demokraside. Ama kimse herhalde bu yıllarda gerçekleşen bu büyük devrimin yansımalarını göz ardı edemez. Çünkü hayatta yaşadığımız, her an yaşadığımız şeylerdir bunlar.

Şimdi müsaade buyurursanız biraz daha bunun arka planına inelim. Güçlü demokrasi. Nihai kertede bütün ekonomik siyasi atılımların kaynağı insan unsurudur. Büyükelçiler Konferansımızın açılışında vurgulamaya çalıştığım gibi, insan onuruna dayanmayan, insana hitap etmeyen hiçbir siyasal sistem kalıcı olamaz. Meşruiyet zemini sağlam olmayan, meşruiyetini halktan almayan hiçbir siyasal veya toplumsal düzen hamle gücü kazanamaz. Son 12 yılda defaatle demokratikleşme reformlarıyla öylesine büyük bir demokrasi hamlesi yaşandı ki, Kürtçe türkü dinlemenin yasak olduğu, kasetlerin bir suç gibi toplatıldığı bir Türkiye’den, işte Diyarbakır buluşmasında ve birçok yerde yaşadığımız gibi herkesin kendi yerel kültürüyle kıvanç duyduğu, övünç duyduğu, ama bu ülkeye aidiyet bağlamında da bir Edirnelinin bir Diyarbakırlıdan, bir Rizelinin, Artvinlinin bir Muğlalıdan, bir Hakkarilinin bir Konyalıdan farkının olmadığı bir ülke inşa etmek zorundayız. Bu ülke, bu demokrasi böyle bir toplum inşasında, böyle bir toplumun kendi iradesiyle yeniden yapılanmasında en önemli güç kaynağımızdır. Vatandaşlık bilincini güçlendirerek yol alabiliriz. Biraz önce bahsettiğim Kilikya tarihi kadim havza olarak büyük bir medeniyet harmanıydı. Selçuklu, Osmanlı dönemlerinde devam etti, modernitede devam etti, bu harman olma niteliğini koruyacak.

Ortadoğu’daki büyük dönüşümlere geleceğim, ama eğer bir gün bizim arzu ettiğimiz ve Ortadoğu halklarının istekleri doğrultusunda kimsenin kimseye hükmetmediği, fakat herkesin birbirine saygı içinde ekonomik etkileşime girdiği yeni bir bölge anlayışı, vizyonu geliştirdiğimiz zaman, işte o zaman siz Adana’yı görün. Mezopotamya’nın, Levant’ın Akdeniz’e uzanan bereketli toprağı olarak Çukurova’nın bereketini o zaman idrak edebilirsiniz.

İşte bunun arkasındaki en önemli faktör olarak demokrasimizin şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da güçlendirilmesi hem bir zarurettir, hem de demokrasiden inhiraf etmek, insan haklarından, temel hukuk devleti normlarından ve etkin yürütme kavramıyla desteklenmiş demokrasi anlayışından feragat etmek mümkün değil. Son 11-12 yılda eğer bir güç kaynağı varsa, bunun kaynağı insan kaynağımızdır ve insanımıza duyduğumuz o güvendir. Uluslararası mali kuruluşların da olduğu bir toplantıda Londra’da bir toplantıda bir soru tevcih edilmişti iki sene önce. Türkiye bu 12 yıl içinde bu ekonomik kalkınmayı hangi faktörleri devreye sokarak nasıl gerçekleştirdi? Özellikle Afrika’da Büyükelçilik açmamızdan hareketle böyle bir soru yöneltilmişti. Şunu söylemiştim ve buna inanarak tekrar söylüyorum: Biz bu 10 yıl içinde, 11 yıl içinde büyük doğalgaz kaynakları bulmadık, büyük petrol rezervleri de bulmadık. Keşfettiğimiz en önemli şey, insanımızın dinamizmi. Onun için vizeleri kaldırıyoruz, onun için serbest ticaret anlaşmalarıyla müteşebbislerimizin önünü açıyoruz. Onun için her bir yerde, ülkede nerede eğer bir vatandaşımız varsa orada bir Büyükelçilik açmayı bir ideal olarak önümüze koyduk. Salı günü beni Büyükelçiler Konferansında en fazla mutlu eden, huzur veren bir toplantı gerçekleştirdik yurt dışından değişik olaylar sebebiyle mağdur olmuş ve kurtarılarak ülkemize gelmiş vatandaşlarımızla. Aralarında gazeteciler vardı, kamyon şoförleri vardı, pilotlar vardı, toplumun her kesiminden ve hepsinin ifade ettiği tek şey vardı; kaçırıldığımız anda da arkamızda güçlü bir devlet olduğunu hissediyorduk, kurtarıldığımızda da elhamdülillah ki arkamızda güçlü bir devlet var dedik.

Bünyamin Bey, Suriye’de kaçırılan o gerçekten altın kalpli gazeteci arkadaşımız, sınıra doğru yaklaşırken haberdar olduk. Milli İstihbarat Teşkilatı mensubu görevlilerimiz tarafından alınmışlardı. Telefon ettim. Dedi ki; işte büyük ıstıraplar çektim, ama güvenimi hiçbir zaman kaybetmedim, hiçbir zaman kaybetmedim. Hele sizin ve Başbakanımızın açıklamaları geldi işte Bünyamin’i takip ediyoruz diye. Bunu bana söylediklerinde, tamam bu iş bitti dedim dedi. Beni bir şekilde inşallah kurtaracaklar. Sonra düşündüm, nihayet bir kişiyim, acaba unutulur muyum diye zihnime bir şüphe düştüğünde, yine hep o sözleri hatırladım, rüyalarda gördüm dedi. Ona şunu söyledim: Bizim için 1 kişi 75 milyon kişidir, 75 milyon kişi 1 kişidir. Bünyamin’in hikayesi - orada çok güzel bir konuşma yaptı her zaman olduğu gibi, geldiğinde de arkamda 75 milyonun desteğini hissettim diye - Bünyamin’in hikayesi yaşadıkları bilindi, kamuoyuyla paylaşıldı.

Öyle olaylar var ki değerli Adanalılar - bu diplomat kadromuzla bu anlamda iftihar ediyoruz - öyle olaylar var ki kamuoyu bilmiyor. Ama zor şartlarda hangi vatandaşlarımızın nerelerden çıkarılıp getirildiğini biz biliyoruz. Son yıllarda 178 vatandaşımızı çok zor şartlardan aldık ailelerine kavuşturduk. O andan daha mutlu olduğumuz bir an yok. Bazen haber gelir gecenin biri, işte Somali’de 3 TİKA mensubumuz saldırıya uğradı diye. Bazen haber gelir Kenya’da havaalanında kalmışlar diye tweetle ulaşırlar, bazen Afganistan’da kaçırıldılar diye. Onlar kurtarılıncaya kadar bizim gözümüze uyku girmez bu Dışişleri kadrosunun ve başta Başbakanımız olmak üzere gece-gündüz takip ederiz, ne oldu diye bakarız. Ama şunu ifade edeyim: Çölün ortasında saldırıya uğrayan ve yaralanan TİKA mensubunu özel helikopterle operasyonla Mogadişu’ya, oradan da ambülans uçakla Türkiye’e getirdik. Eskiden bir şehirden bir şehre hasta nakledilirken - ki ben Konya’da köyümüzden Konya’ya gidemediği için hayatını kaybeden bir annenin çocuğuyum, 4 yaşındayken annemi kaybettim - böyle bir Türkiye’den, bir haber geldiğinde bir saati geçmeyen bir sürede ambulans uçağının hareket ettiği, helikopterlerin hareket ettiği ve Somali’nin ortasından vatandaşımızın alınıp sağ ve salim olarak Ankara’ya getirildiği bir Türkiye var. Bu insana saygı, işte güçlü demokrasi niçin gerekli?

Bakın isim zikretmeyeyim, ama bazı ülkeler var ki yurt dışında veya içinde verdikleri mücadelede onlarca vatandaşını kaybetseler gündem olmayabilir. Bizde 1 kişi kaybolduğunda, her gün soruya muhatap oluyoruz. Doğrudur o sorular, çünkü bu makamda olanlar 1 kişiyle de 75 milyon gibi ilgilenmek zorundalar. Çünkü demokrasinin gereği budur. Otoriter rejimlerde 1 kişinin, 100 kişinin, 1000 kişinin kıymeti olmaz. Bakınız Suriye’de 150 bin insanını katletti bir sistem, hala ayakta kalıyorum iddiasında. Dün Suriye mülteci kampındaydık, 2 milyon Suriyeli mülteci halinde, ama hesap vermiyor. Varil bombaları, kimyasal silah kullanıldı, her şey kullanıldı. Çünkü demokrasi yok, demokrasinin olduğu yerde hesap verilebilirlik olur. Ve hesap verilecek makam ve merci de sadece ve sadece aziz millettir, başka kimseye hesap vermek durumunda değil yürütme erkinde olanlar. Tabii herhangi bir şekilde hukuki bir mesele varsa, o hukuki meseleyle ilgili de işte dün de Sayın Başbakanın vurguladığı gibi en yakınlarımızla ilgili olsa da her türlü hesaba açık olmanın vicdani huzurunu yaşamak durumundayız.

Bu özgüveni, kendi halkına duyduğu bu güveni ve kendi halkının kendisine duyduğu güveni hisseden devletler hamle gücü bulurlar. Yine insanımıza verdiğimiz kıymeti göstermek ve diplomasimizin bu anlamda demokrasimizle olan ilişkisini vurgulamak için Libya tahliyesini hatırlatmak isterim. 10 gün içinde 25 bin vatandaşımızı, Türkiye’nin 1,5 misli büyüklüğündeki bir ülkenin her bir köşesinden toplayıp 1 kişinin dahi burnu kanamadan ailelerin yanına getirmek güçlü ve kudretli bir devletin yapacağı iştir. O dönemde 65 farklı ülkeden 10 bin dünya vatandaşının da diyeyim, insanoğlu olarak kardeşlerimizi de aldık ve yerlerine gönderdik. Ruanda Dışişleri Bakanı Libya tahliyesi sonrasında beni bir toplantıda gördüğünde yanıma geldi, biz Türkiye’nin kudretini orada okuyan öğrencilerimizi nasıl çıkartacağız diye düşünürken Türk Hava Yolları’nın ve Türkiye’nin desteğiyle Ruanda’ya indiklerinde hissettik. İşte insanınıza değer verdiğinizde, dünyada da değer bulursunuz, değer görürsünüz. Birinci mesele, bu güçlü demokrasiyi hiçbir yıpranmaya izin vermeksizin sürdürmektir. İnsana değer veren demokratik anlayışı, insanı yaşat ki devlet yaşasın diyen kadim devlet anlayışıyla birleştirmektir. O kadim devlet anlayışını yeni bir vatandaşlık bilinciyle buluşturduğunuzda aynen bir insan bedenindeki atardamarlar gibi damarlara kan pompalanmaya başlar. Ve pompalanan o kan o insanı harekete geçirir. Aynen böyle, devletler de böyle harekete geçerler. Atıl durumdan aktif duruma bu şekilde geçilir.

Bunun ikinci ayağı dinamik ekonomi, bunu da yine en iyi Adanalılar anlar diye düşünüyorum. Çünkü dinamizm var ve ekonomi var. Bakınız kendi şahsi hayatlarımızdan düşünün, eğer borçluysak, eğer kendimize hayatımızı idame ettirecek bir miktar para cebimizde yoksa sokakta yürüyüşümüz değişir, başımız eğilir. Bakkala borçluysak, manava borçluysak eski mahalle kültürü içinde, başka yollar aramaya çalışırız ki onlarla karşılaşmayalım diye. Ama borcumuz yoksa ve aksine başkalarına borç vermişsek, onlara yardımcı olmuşsak başımız dik dolaşırız. Bu nasıl bireyler için böyleyse, devletler için de böyledir. Ben 2002-2003 yıllarında diplomasiyi Başbakan Başdanışmanı olarak Başbakanımıza katkıda bulunmak, o politikalara katkıda bulunmak için Başbakan Başdanışmanı olarak görevlendirildiğimde Başbakanımız tarafından, onun acısını o kadar çok hissetmiştim ki en kritik anlarda borcunuz hatırlatılır sizlere, en kritik anlarda. Bazen bu Kıbrıs görüşmelerinin en kritik anıdır, bazen Irak politikanızın en kritik günüdür, borcunuz hatırlatılır. Elhamdülillah artık borç hatırlatılacak bir ülke yok. Devlet borçları itibariyle 14 Mayıs 2013’te bütün IMF’ye borçlarını kapatmış bir ülke var. Ben Düyunu Umumiye binasında okudum İstanbul Lisesi’nde. O büyük duvarların nasıl bizi ezdiğini hala hissederim. İşte 2013 yılının eğer demokrasimizi ve ekonomimizi taçlandıran bir olayı varsa, 14 Mayıs 1950’de ilk çok partili seçimin yapıldığı günün yıldönümünde Türkiye’nin IMF borçlarını kapatmasıdır. Hangi siyasi görüşten olursanız olun bununla gurur duymalıyız. Ve aynı ay içinde de 5 milyar dolar IMF’ye kredi açabileceğimizle ilgili mutabakata vardık. İşte böyle bir ülkenin ayakta durması ve diplomasi geliştirmesi mümkün olur. Böyle bir ülke içinde de Adana gibi öncü şehirler gerçek değerlerini bulurlar. Burada son 10 yıl içinde gayrisafi milli hasılasının 4 misli, kişi başına düşen gayrisafi milli hasılasının 3,5-4 misli arttırmış bir ülkeden bahsediyorsak, o ülkenin her bir şehrinin kendisini yeniden bu anlamda bu yükselişe paralel olarak yeniden tanımlaması, bu yükseliş içinde nerede duracağının stratejisini geliştirmesi gerekir. Ama şunu ifade edeyim: Tabi Adanalıları teşviken söylüyorum, sakın bir eleştiri olarak almayın. Ancak, Türkiye’nin öncü şehirleri arasında bakıldığında 1950’lerdeki tarım sanayine geçiş sürecindeki ve o dönemde sanayileşmede yaptığı öncülüğe benzer bir öncülüğü Adana’dan yine beklemek hakkımız. Şu anda o performansı tam olarak göremediğimizi ifade etmek isterim. Adana’nın genel Türkiye içindeki ekonomik yeri bağlamında. Daha da güçlendirilmesi Sayın Bakanımızın öncülüğünde bütün yerel kurumlar, otoritelerle Adana’nın sadece Türkiye’nin değil bütün Akdeniz’in ve bütün Ortadoğu’nun en önemli ticaret, sanayi, tarım alanlarının biri haline dönüşmesi ve enerji tabi, enerji alanlarından biri haline dönüşmesi lazım.

Bakınız bölge planlaması itibariyle bakıldığında, bugün öğleden sonra da Mersin’de konuşacağım, bizim can damarımız olan Akdeniz’de üç ekonomik aktivitemiz var, can damarları gibi. Akdeniz’de üç vilayetimizi yan yana dizin Türk ekonomisinin hülasasını elde ederseniz. Antalya; turizm 12 milyondu biz iktidara geldiğimizde, 32 milyon, 34 milyon, şimdi inşallah Sayın Bakanımızın öncülüğünde bu 50 milyonlara kadar çıkacaktır. Mersin’de serbest ticaret alanı ve limanla birlikte büyük bir ticaret havzası. Adana, Ceyhan’la birlikte büyük bir enerji ve tarım havzası. Yani bir ülkenin eğer ekonomisi yeniden tanımlanacaksa bu dinamik ekonomide, Akdeniz hattı turizmin, ticaretin, tarımın ve enerjinin atardamarlarının olduğu bir yer. Birbirine entegre edildiklerinde büyük bir potansiyel. Tek başına Akdeniz’deki üç vilayetimiz, tabii bunu Hatay’ın yine sanayi ve ticaretteki konumunu da alın, tek başına üç vilayetimiz Türkiye’yi sürükleyen bir ekonomik performans gösterirler.

Nihayetinde arkadaşlar, Türkiye çok boyutlu bir coğrafyada olduğu için bir Asya ülkesidir, bir Avrupa ülkesidir, bir Balkan ülkesidir, bir Ortadoğu ülkesidir, Kafkas ülkesidir, ama belki de en önemlisi Türkiye bir Akdeniz ülkesidir. Bir Akdeniz stratejimiz olmak durumundadır, Akdeniz ekonomi stratejimiz, Akdeniz enerji stratejimiz. Akdeniz’in en uzun kıyılarına adaları dışarıda bırakırsak Türkiye sahiptir. Türkiye’nin bu anlamda Akdeniz’de etkinliğinin, Akdeniz içinde yükselmesinin belki de en fazla kendisini etkileyeceği ve bunu etkileyecek şehirlerin başında da Adana geliyor. Tarımıyla, bütün o büyük potansiyeliyle ve Akdeniz’le olan o tatlı buluşmasıyla başta söylediğim gibi. Biz isteriz ki Adana Toroslar’ın görkemini Akdeniz’in maviliğiyle buluşturan bir yeni dönemin öncü şehri olsun. Dünya ekonomisindeki payımız bundan sonra daha da artacak. Kim ne derse desin. Bir millet bir kere yürümeye başladı mı, o milletin ekonomik aktiviteleri anlamında damarlarına vücudunda kan daha hızlı akmaya başladı mı onu durdurmak mümkün değil. Yeter ki demokrasimiz ve millet iradesine dayalı siyasi istikrarımız devam etsin.

Son olarak buna dayalı, bununla bütünleşmiş demokrasiyle ve güçlü demokrasi ve dinamik ekonomiyle bütünleşmiş etkin diplomasi faaliyetlerimize geliyoruz.

Şimdi geriye doğru dönüp bakıldığında 2000’li yılların başlarında hayal gibi gelen birçok şeyin nasıl gerçekleştirildiğini hep beraber görüyoruz. Ben hatırlıyorum; 2005’te Afrika Yılı ilan ettiğimizde ve yeni bir Afrika açılımına başladığımızda bazıları dudak büktüler. 90’larda da başlamıştı, geçici bir hevestir dediler. Bazıları bunun üçüncü dünyacılıkla eleştirdiler. Sanki Türkiye NATO’dan çıkıp Afrika Birliği’ne girecek, sanki Türkiye Avrupa Birliği’ni terk edip üçüncü dünya ülkelerle beraber olacakmış gibi; bunu yazdılar. Şu anda dış politikamızı eleştiren yazarların birçoğu 2005’te Sayın Başbakanımızla Güney Afrika’ya gittiğimizde, şimdi isimleri tek tek gözümün önünden geçiyor, bu eksen kaymasıdır dediler, geçici bir heves dediler, idealizm dediler, romantizm dediler, hayalcilik dediler. Arkadaşlar, şu anda Afrika’yı öne aldım, çünkü Akdeniz Afrika kıtasının kuzey hattını oluşturur. Şu anda Afrika’da bir Türkiye efsanesi var, bir Türkiye efsanesi var. Somali’de yaptıklarımızla var, Nijerya’da yaptıklarımızla var, insani olarak yaptıklarımızla var, ekonomik aktivitemizle var, Afrika’da her bir ülkeye yayılmış Büyükelçilerimiz, 38 ülkeye ulaşan Türk Hava Yolları’yla var, TİKA’yla var ve bunu biz 8 yılda yaptık. Son 5 yıl içinde Afrika’da 23 Büyükelçilik açtık. Bu hem Hükümetimizin güçlü siyasi iradesini gösterir hem diplomatlarımızın bu iradeyle olan uyumunu ve çalışma şevkini gösterir. 23 Büyükelçilik açmak kolay değil her bir Büyükelçinin ne kadar uzun yılların tecrübesiyle yetiştiğini düşündüğünüzde. Açıldı her biri çalışıyor. Şimdi dün dahi 4 tane yeni Büyükelçilik Afrika’da açalım diye arkadaşlar teklif getirdi. Önümde benim her zaman bir harita olurdu Afrika açılımını takip için. Bir Afrika haritası, Büyükelçiliğimiz olan yerler kırmızıya boyanmış, geri yerler beyaz. 2009-2010’da bu haritaların çoğu yeri beyazdı noktasal Kuzey Afrika hariç noktasal kırmızı yerler vardı şimdi bütün bir harita kırmızı ay yıldızımın rengiyle boyandı bununla gurur duymalıyız. Ama bu ancak güçlü ekonomiyle olur güçlü demokrasiyle ve etkin bir ekonomik aktiviteyle olur. Özel sektörünüz güçlü değilse Büyükelçilik masraftır, Büyükelçilik açmak. Özel sektörünüz oraya gelecek, yatırım yapacaksa işte o zaman Büyükelçiliğin anlamı var. Vatandaşlarınız oraya gidecekse Büyükelçilik açarsınız yoksa diplomatlarımıza iş bulmak niyetinde değiliz Elhamdülillah onların yeteri kadar işi var Türk diplomatı olmak kolay değil. Bu bizim o irademizin, etkin diplomatik irademizin yansıması. Akdeniz Havzası’nda son dönemlerde yaşanan büyük tarihi dönüşümde bakınız bir sabah kalktığımızda Ankara’da sağımıza doğru döndüğümüzde Batı'ya doğru, Güney’e doğru, Kıble’ye doğru baktığınızda sağa doğru döndüğünüzde Batı'ya doğru Yunanistan’dan, İzlanda'ya kadar ekonomik kriz kuşağı vardı hala ekonomik kriz kuşağı burada devam ediyor biraz iyileşmeye rağmen. Doğu’ya döndüğünüzde bu sınır ta Afganistan’a kadar, buradan Fas’a kadar büyük bir devinim var, büyük bir hareketlilik var. Ama bunun ortasında bir ülke istikrarıyla, ekonomik kalkınmasıyla ve diplomasisiyle göz kamaştırıyor işte bundan rahatsız olanlar olabilir. Bunu içeri de eleştirenler, dışarıda bundan rahatsızlık duyanlar olabilir ama ne olursa olsun ama artık bu bir tarihi vakadır. Bu kervan yola çıkmıştır ve menziline ulaşacaktır. Menzili ne derseniz onu Büyükelçilerimiz çok iyi bilir Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün İstiklal Harbi’nde verdiği talimatın diplomasiye uyarlanmasıdır. Artık hattı diplomasi yoktur, sathı diplomasi vardır. O satıh ise bütün dünyadır.

Bizim için bayrağımızın dalgalanmadığı bir ülke kaldıkça, iş adamlarımızın vatandaşlarımızın gittiği yerlerde muhatap bulamadığı tek bir mekan kaldıkça menzile ulaşılmış sayılmaz. Kardeş halklar acı ve ıstırap içindeyken biz eğer o acı ve ıstıraba merhem olacak faaliyetleri yapamamışsak menzile ulaşmamışız demektir. Biz Ortadoğu’daki o büyük dönüşümde hep demokrasinin, insan onurunun ve mazlumun yanında olduk, olmaya da devam edeceğiz. Bakın gurur verici bir tabloydu dün Urfa’daydık Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri Sayın Antonio Guterres’le birlikte Irak Dışişleri Bakanı, Ürdün Uluslararası İlişkiler İş Birliği Bakanı, Lübnan ve Mısır’ın temsilcileriyle bir milletin organizma olma kabiliyetinin geldiği yeri gösteren bir tablo. 14 bin kişilik Harran’da bir şehir kurulmuş tıkır tıkır işleyen, tertemiz sokaklar ve mutlu insanlar, yüzleri gülen insanlar. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri döndü dedi ki, işimizi o kadar zorlaştırdınız ki siz Türkler, bundan sonra mültecilik standardı değişti. O derme çatma çadırlar, bataklık gibi olan yerlerde aç biilaç dolaşan insanlar yok ve insan onuruna o kadar şey ki bu gerçekten büyük onur duydum ve sizin de duymanızı isterim. Mülteciler için ilk kamp oluştuğunda gitmiştim yemekler veriliyordu herkes gelip yemek alıyordu. AFAD’ı tebrik ediyorum daha önce hayata geçirilmeyen bir uygulamaya geçmişler: Büyük marketler kurmuşlar ve her bir mülteciye kişi başına aylık 80 lira veriyor. Kaç kişi ise yapacağı yemek masrafını, kendi hazırlayacağı masrafı onlara veriyor, onlar da kendileri gidip marketten alışverişlerini yapıyorlar ve evde kendi yemeklerini pişiyorlar. Bu o kadar insan onuruna uygun bir uygulamadır. Dilenen birisi intibaı çıkıyor ortadan böyle sıra bekleyen, kuyruk bekleyen kişiler. Bizim uygulamamızda kendi ailesiyle oturup yemek yiyorlar. Antonio Guterres, bu uygulamayı şimdi diğer yerlerde yapabilmek için pilot uygulamalara geçtik dedi, işte bu. Sokakta yürürken bir küçük 8 yaşında bir çocuk ayrılmadı yanımdan babası şehit edilmiş. Tamam dedik Antonio Guterres’le birlikte senin konteynırına geleceğiz. Yürürken orada birkaç çocuğu daha sevdiğimiz de dediler ki içeri de bir bebek var, dün doğdu. Getirin dedik, nur gibi bebek adı da Nur. Şimdi Allah aşkına bizi takip ettiğimiz Suriye politikası dolayısıyla eleştirenlere soruyorum. Bu çocuklar, bu insanlar terörist mi, bu insanlar neden kaçtı? Özellikle Adana tarihi, kaderi hep Suriye’yle beraber olmuş Adanalılar, neden kaçtılar? Yani Beşar Esad’ın şey yaptığı gibi 2 milyon insan terörist mi yurt dışına giden? Niye insanlar evlerini, barklarını terk etsinler, niye o çocuk mülteci kampında doğsun? Elhamdülillah ki Türkiye’de, Harran’da doğdu bir Murad oldu. Ama ya Suriye içinde karanlık ve varil bombaları altında bu çocuk doğmuş olsaydı. Bunlar insan ve bunların hepsi 2 milyon mülteci hepsi rejimin saldırılarından kaçarak geldiler, terör saldırılarıyla veya başka sebeplerle değil. Tabii terörizme karşı en şiddetli mücadeleyi vereceğiz, veriyoruz da. Nerede olursa olsun terörü mazur gösteren herhangi bir tutuma tolerans göstermeyiz. Ama onu üreten bataklığı yok etmeden, onun üretilmesine sebep olan o gayri insani baskıları durdurmadan terörizme de çare bulmak mümkün değil.

Oradan çıktık hastaneyi ziyaret ettik yine dört Bakan. Bakınız 16-17 yaşlarında bir genç kız yine masum nur gibi hanım kızımız. Önce ayağını fark etmemiştik gördüğümüzde içimize derin bir hüzün düştü. Başında doktoru vardı dizinden aşağısı ampute edilmiş sağ bacağının. Ona rağmen mütebessim, bu doktor ağabeylere teşekkür ederim diyor, Türkiye’ye teşekkür ederim diyor. Yalnız bir ricam var acaba bir protez takılabilir mi diyor? Doktorumuz da dedi ki, protez zaten hazırlanıyor kısa zamanda takılacak inşallah. İşte devlet olmak bu… Bizim kudret elimiz bu kardeş halkların yanında olduğu zaman, onların kaderini paylaştığımız zaman biz insan olduğumuz ve insanı yaşat ki devlet yaşasın diye onurla hatırladığımız o nasihati yerine getirmiş oluruz. Ama bu zulme sessiz kaldığınızda, o zulmün mağdurlarına sahip çıkmadığınız da o zulmü yapanlar gibi tarihe geçersiniz. Elhamdülillah bizim tarihimizde böyle bir kara leke yok, geriye de böyle bir kara leke bırakmayacağız.

Geçen seneki Büyükelçiler Konferansımızın başlığı insani diplomasiydi. Evet, etkin diplomasi bir yürütme tanımlamasıdır ama onun özü insani diplomasidir. Burada mezhep tanımayız, dini ayırım tanımayız, etnik ayrım tanımayız. Bundan birkaç ay önce tsunami olduğunda Filipinler’de ilk oraya inen yardım uçağı da Türk uçağıydı, Filipin Dışişleri Bakanı teşekkür etti. Haiti’ye, dünyanın öbür köşesine inen uçakta yine Türk uçağıydı. Şimdi 99 depreminde şehirlerimizin irtibatlarının koptuğunu, devlet yetkililerinin deprem mahallerine gitmek için birkaç gün beklemek zorunda kaldığı günleri düşününüz, Allah bir daha o günleri göstermesin. Dünyanın neresinde olursa oraya ulaşabilen bir insani yardım organizasyonunu gerçekleştiren bir devleti düşününüz. Bizim insana olan saygımız her yerde kendini gösterir. Vize muafiyet anlaşmasını niye yaptık Avrupa Birliği’yle? İnşallah 3-3,5 sene sonra bütün Adanalılar, bütün diğer Türk vatandaşları gibi Avrupa’da serbestçe gezebilsinler diye. Kendi vatandaşımıza duyduğumuz saygıyı bölgedeki, Ortadoğu’daki, Balkanlar’daki, Kafkaslardaki bütün kardeş halklar için etnik ve mezhep farkına bakmaksınız kardeş halklar için arzu ederiz, gösteririz. İsteriz etkin diplomasiden de anladığımız budur. Avrupa Birliği’nde de etkin, Brüksel’de bir Avrupalı olarak, Semerkant’ta, Taşkent’te, Bişkek’te bir Asyalı Türk olarak, Brüksel’de bir Avrupalı Türk olarak, Saraybosna’da bir Rumelili Türk olarak, Ortadoğu’da, Musul’da, Kerkük’te Ortadoğulu bir Türk olarak konuşma becerisini gösteriyorsanız, konuşma hakkına sahipseniz etkin diplomasi uygulayabilirsiniz. Bizim için bu kimlikler parçalayıcı kimlikler değil, bütünleştirici kimliklerdir. Ve nihayetinde bütün bu Büyükelçiler Konferansının Adana’dan bir çağrısı mahiyetinde bir nihai son bir seslenişte bulunmak gerekirse şunu teyitten söyleyerek sözlerime son vermek istiyorum: Milletinden güç alan, bu gücü demokrasiyle taçlandıran insan haklarına dayalı bir demokrasinin yaşadığı bir ülkenin diplomatları, vatandaşları olarak dünyanın her yerinde onurla dolaşan, bırakın borç almayı dünyanın en çok en hızlı yükselen dördüncü donör ülkesi olarak yılda 2,5-3 milyar doları fakir halklara verebilen, mazlumlara iletebilen kendi tankını modernizasyon için başka ülkelere göndermeyi bir kenara bırakın, kendi tankını, kendi uçağını, kendi insansız hava aracını, kendi gemisini yapabilecek kudrette olan böyle bir ekonomik kalkınmanın sürüklediği bir büyük yükselişin parçası olan bir ülkenin diplomatları olarak dünyanın her yerinde bu aziz bayrağı dalgalandırmakta, bu aziz bayrağın getirdiği misyonu dünyanın her yerinde temsil etmekten daha büyük bir onur yoktur.

Biz Türkiye Cumhuriyeti devletini temsilen sahip olduğumuz o büyük kültürel mirası temsilen ve tabi Adana’da olduğumuz için başta söylediğim Adanalının özgüvenin temsilen dünyanın her yerinde başımız dik dolaşmaya, bu aziz bayrağı dalgalandırmaya devam edeceğiz. Bu aşkla, bu şevkle inşallah önümüzdeki yıl merkezlerinize gittiğinizde değerli Büyükelçiler Adana’yı hiç unutmayın, Adana’nın öncülüğünü, özgüvenini ve Adana’dan aldığınız bu misyonu da hep en büyük güç kaynağınız olarak kullanın.

Saygılar sunuyorum.