Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun “Arap Uyanışı ve Ortadoğu’da Barış: Müslüman ve Hristiyan Perspektifler” Konferansı Kapsamında Yaptıkları Konuşma, 7 Eylül 2012, İstanbul

Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı, semavi dinlerin değerli temsilcileri, öncüleri, önderleri;

Her şeyden önce hepinizi selamların en güzeliyle, biraz önce esma ülhüsnayla andığımız yüce Rabbimizin selamıyla ve barış selamıyla selamlıyorum ve hoş geldiniz diyorum. Esselamüaleyküm, ehlen ve sehlen.

Yine bu vesileyle hem Afyonkarahisar’da kaybettiğimiz şehitlerimiz için, hem de insanlık onuru adına, bütün hepimizin savunduğu değerler adına son 1,5-2 yılda bulundukları ülkelerde hayatını kaybeden bütün masumlar için, kadınlar, çocuklar, masum erkekler için Yüce Rabbimden rahmet niyaz ediyorum. Allah bu acıları bir daha bizlere göstermesin. Ege’de kaybettiğimiz mülteciler için de rahmet diliyorum. Onlar da bu insanlık birikiminin, birliğinin parçası. Ve bütün bu masumlar için siz semavi dinlerin öncülerinin bugün İstanbul’da, bu mekanda buluşmasını çok anlamlı buluyorum. Mekan anlamlı, başlangıç anlamlı. Çünkü ben konuşmamı planlarken kadim, modernite ve küreselleşme çerçevesinde, dini geleneklerin yeni vizyonu etrafında bir konuşma planlamıştım. Aslında tam da bu konunun konuşulması gereken yer işte bu mekandır. Yani İstanbul'dur. Kadim medeniyet birikiminin son büyük başkenti, bütün dini geleneklerin asırlarca yan yana yaşadığı, aynı sokakta yaşadığı o büyük kültür merkezidir İstanbul.

Hepiniz hoş geldiniz ve bu mekan, İstanbul sadece bizlere, Türklere, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına değil, bütün bu kadim medeniyetin temsilcilerine açıktır ve onların şehridir. Bu anlamda İstanbul sizin şehrinizdir ve ebediyete kadar da sizin şehriniz olmaya, bütün insanlığın şehri olmaya ve bütün insanlığa barış şehri olduğu mesajını iletmeye devam edecektir.

Ayrıca anlamlı bir başlangıç yaptık. Medeniyet birikiminin örnek şehirlerinden, Antakya’dan, ve 3 dini, 6 geleneği temsil eden, gördüğünüz gibi aslında harmoniyi, insanlık birikimini, ahengi, barışı ve hepimizin temsil ettiği kadim geleneği en iyi şekilde burada yansıtan “Antakya Medeniyetler Korosu”na da teşekkür ediyorum.

Konuşmama kadim,modernite ve küreselleşme çerçevesinde özellikle de Ortadoğu’daki son gelişmeler bağlamındaki misyonumuz çerçevesinde daha analitik bir giriş yapmayı planlıyordum. Ama “Medeniyetler Korosu”nu burada dinlerken böyle bir giriş yapmadan önce dört mekan ve dört şahsi tecrübem üzerine bazı intibalarımı paylaşmak istedim. Çünkü, bu dört mekan hepimizindir, bütün bu geleneklerin doğduğu dört önemli ruhi atmosferi de, metafizik atmosferi de temsil etmektedir.

Birincisi, Kudüs. Kudüs’e ilk sefer 1983’te 20’li yaşlarımın ilk dönemlerinde 24 yaşında gitmiştim. Ve gittiğim gece "böyle bir şehirde uyumak bana haram" diyerek Zeytin Dağına çıktım ve Zeytin Dağından şehrin büyük bir kısmını, Kudüs’ü seyrederek geçirdim. Daha sonra da Mescidi Aksa’da sabah namazını kıldım. O günler Ortadoğu’da Lübnan Savaşının bütün acılarının yaşandığı, dini ve etnik çatışmaların bugünkü gibi yoğun olarak yaşandığı günlerdi. Hepimizin yüreğinde acılar vardı. Beyrut ve birçok kadim şehir hep beraber yaşamış insanların şehri, etnik ve mezhebi temelde, dini temelde parçalanmıştı. O zaman Zeytin Dağından Kudüs’ü seyrederken bütün bir gece hiç bir zaman gözünüzü yormayacak şekilde o mukaddes şehre bakarken, o gecenin hiç bitmemesini istedim. Ve gözümün önünden Hazreti İbrahim geçti. Hepimizin temsil ettiği İbrahimi geleneğin kurucusu, muvahhid dinlerin o büyük temsilcisi geçti. Ve insanlık yolculuğunun bütün adımları bir anda gözümün önünde şekillendi. Mezopotamya’dan, Urfa’dan bir emir ve bir vaat için bu mukaddes şehre gelen Hazreti İbrahim. Daha sonra o büyük mabedi kuran Hazreti Süleyman, dünyaya adalet hakim olsun diye, mihri Süleyman için büyük yürüyüşlere çıkmış o büyük Peygamber. Ve Hazreti İsa, son gece Zeytin Dağından Kudüs’e doğru yürüyüşü. Bütün insanlık adına çile çekerken düşmanını seveceksin diye, bütün o insanlığın merhametini temsil eden Hazreti İsa’nın o unutulmaz yürüyüşü, Kudüs’e her gelişinizde hissedeceğiniz o yürüyüş. Ve o büyük yolculuk, Hazreti Muhammed Aleyhiselatü Vesselam’ın miraç ile bütün insanlık adına huzuru ilahiye çıktığı büyük yolculuğun mekanı, Mescidi Aksa. O mekanın başlangıç noktası, bitiş noktası, hepsi aklınıza gelir.

Miraç’ı anlamayan, Hazreti İsa’nın bütün o insanlık adına çektiği çileyi anlamayan, Hazreti Süleyman’ın adalet düzenini anlamayan, Hazreti İbrahim’in tevhit inancını anlamayan, bugünkü dünyayı da, insanlığı da, geleceği de anlayamaz. Kudüs bizim şehrimiz, aynen İstanbul’un sizin şehriniz olması gibi.Ve o gece bütün bir ruhumla insanlığın o temel yürüyüşlerine nüfuz ettiğimi hissettim.

Sonra 1988 yılı, bir müddet Kahire’de doktora tezim için bulunduğumda bir fırsat Tur-i Sina’ya çıktım. Bir akşam namazı sonrasında, uzun bir yürüyüşten sonra Tur-i Sina’da sabaha kadar, sabah güneş doğana kadar kaldım. Herhalde dünyada birçok önemli yerde güneşin doğuşunu seyrettim. Nemrut Dağında da, birçok yerde de. Ama Sina Dağında güneşin doğuşunu seyretmek, o güneşin ateşinin yükselmesine paralel olarak o yanan ateşin etrafındaki o 10 emri, aslında bütün semavi dinlerin ve doğal hukukun temeli olan 10 emri, yüreğinde hissetmek ayrı bir tecrübedir. Güneş doğarken, aslında Hazreti Musa’ya “öldürmeyeceksin” emrini de, bugün bütün Ortadoğu’da yankılanması gereken o emri veren Yüce Sesi de tekrar hatırladım. O 10 emri ya da düşmanı seveceksin diyen Hazreti İsa’nın yürüyüşündeki o merhamet ve şefkat dünyasına bugün her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

Sonra 1989, yaklaşık 6 ay sonra hep Kur’an-ı Kerim’de o büyük mekanları zikreden “Vet tini vez Zeytuni ve Tur-iSinine ve hazel beledil emin.” Rabbime dua ettim; bana zeytin, bana Tin ve Zeytun nasip olmuştu, Tur-i Sina nasip olmuştu. Ve hazel beledil emin’e, yani Mekke’ye, Medine’ye ilk ziyaretimde dedim ve ahdettim, bir gece Hira’da geçireceğim ve o gece Hira’ya çıktım. Yatsı namazından sabah namazına kadar Hira’da, o son büyük seslenişin olduğu ve sadece muhatabı olan Peygambere değil bütün insanlığa “İkra İkra” diye seslenen o yüce vahyi yüreğimde hissederek bir gece geçirdim.

Hayatımın bütün diğer zamanları terazinin bir kefesine konsa, bu mekanlarda geçirdiğim bir dakika terazinin diğer kefesindeki herşeyden daha ağır basar. Ruhumdaki, zihnimdeki etkisi bağlamında daha ağır basar. “İkra” derken, aslında hem vahyi oku anlamındadır, hem de insanı oku, doğayı oku ve kendini oku anlamındadır. Kendini bilmeyenin, kendini anlamayanın, dünyayı da, insanlığı da anlaması mümkün değildir. Onun için bütün o gece, daha sonra o vahiyle başlayan, o mübarek geceyle başlayan veda hutbesiyle biten o büyük yolculuğu adım adım zihnimde yoğunlaştırarak yaşadım ve o yolculuğun sonunda Veda Hutbesi’nde o Yüce Peygamber dedi ki; ne Arap’ın Acem’e, ne Acem’in Arap’a üstünlüğü vardır. Burada kastedilen iki etnik grup değildir. Arap ve Acem diye kastedilen Ademoğullarının hiçbirinin diğerine üstünlüğünün olmamasıdır. Üstünlük ancak takva iledir, ahlak iledir. Yoksa kandan, ırktan, ait olunan şehirden gelen bir üstünlüğü kimse iddia edemez. Biz kadim derken, bütün bu geleneği, bütün bu semavi geleneği zihninde, ruhunda, gönlünde, hayatında, tarihinde yaşayan bir büyük gelenekten bahsediyoruz.

Ve şimdi hüzünlü bir başka mekandan bahsedeceğim, yine bir tepe. 2003 yılında Şam’a ilk ziyaretimde, ki Şam bizim için Şam-ı şeriftir, mekanların kutsallarındandır, Kasyon Tepesi’ne çıktım. Hazreti Adem’in oğullarının ilk büyük sınavının yaşandığı rivayet edilen, Habil ile Kabil’in o ilk büyük imtihanın yaşandığı yerden, Kasyon tepesinden Şam’a ve hemen dibindeki Muhiddin-i Arabi’ye, bütün bir Şam’a baktığımda içime önce bir hüzün, sonra da büyük bir imtihan duygusu geldi. Rabbim dedim, bir daha Kabil’i ve yaşadığı imtihanı insanoğluna yaşatma. Bir daha Habil’ler görmesin bu dünya. Bundan iki ay önce Kasyon Tepesinden Şam’ın bombalandığı, topa tutulduğu haberi geldiğinde yüreğime büyük bir sızı düştü. İnsanlık tarihinin başladığı o mekan, o yüce mekan kana bulanmıştı. Aynen, Kabil’in Habil’i öldürmesiyle ilk kanın dökülmesinde olduğu gibi, Kasyon Tepesinden bu defa ironik bir şekilde Şam topa tutulurken bütün bir insanlık adına, bulunduğum görev gereği büyük bir vicdan azabı duyarak;“Nedir bu acziyet ki biz bugün Habil’in çocuklarının yeniden kan dökmesine engel olamıyoruz.” diye o geceyi uykusuz geçirdim.

Şimdi bizim imtihanımız nedir, değerli dostlar, semavi dinin büyük öncüleri, önderleri? Bu kadim geleneğimizden gelen merhameti, adaleti, şefkati ve bizim bütün bu gelenekle öğrendiğimiz o büyük öğretileri günlük hayatımıza, siyasetimize, iktisadımıza, sosyolojimize, psikolojimize egemen kılmak.

O zaman biraz daha tefekkür edip şu soruyu sormak gerekir: "Nedir bu kadimin ortak arayışında, bu büyük vahyi, gelenekleri yüreğinde hisseden? Öldürmeyeceksin, düşmanını dahi seveceksin, kimseden nefret etmeyeceksin, hiç kimseyi bir diğerine üstün görmeyeceksin." diye bütün bu ahlaki gelenekleri bize öğreten ve yüreğimizde bir tür insanlık inşa eden, zihnimizde ve yüreğimizde yer eden bu kadimi tekrar keşfetmemiz lazım. Kadim Süryani gelenek, kadim Hristiyan gelenek, kadim gelenek kast ediliyor. Aslında Osmanlı da kendini anlatırken ‘kanun’u kadim’ dedi. Yani, ilk başladığı nokta bilinmeyecek kadar insanlığın üzerinde ittifak ettiği kanunların tümünü kastediyordu. Bu ortak bir akıl demektir. İnsanoğlunun devşire devşire bugüne kadar getirdiği ortak akıl demektir. Bu, ortak bir metafizik demektir. Dünya sadece fizikten ibaret olan bir haz dünyası değil, metafizik sorumlulukları da bünyesinde barındıran bir sorumluluk dünyasıdır. Dünyanın bir ahlaki sınav dünyası olduğunu her an hatırlatan bir ortak metafizik anlayış demektir. Bir ortak akıl, ahlak demek, ortak değerlerimiz demektir. Her bir gelenek ve onunla paralel bütün bunların, yani ortak metafiziğin, ortak aklın, ortak ahlakın yansıdığı bir ortak mekan demektir. Ortak mekan şehir demektir. Bakınız, Medine, Şam, Kudüs, Bağdat, Kahire, Marakeş, İstanbul ve bütün bu mekanlar tarih boyunca aynen“Medeniyetler Korosunun” ahengi gibi, bütün bu gelenekleri bünyesinde barındırmıştır. Hepsinde Müslüman, Hristiyan, Sünni, Şii, Katolik, Ortodoks, Musevi bir arada yaşamıştır. Selam dendiği zaman hangi dilde olursa olsun aleyküm selam dendi ve selamı verene emniyet ve güven içindesin dendi. Şehirlerimizin adı dar’üleman oldu, darüsselam oldu. Hep emniyet ve selamı dillendirdi bizim kadim geleneğimiz. Onun için bazı kitaplar beni çok etkilemiştir.

Ortak akıl için bir misal vereyim. Seneler önce doktora tezim dolayısıyla İbn-i Rüşd’ün Eflatun’un ‘Devlet’ adlı eserine yazdığı şerhi İngilizceden okumuştum, çünkü Arapça aslı yoktu, kalmamıştı. İngilizceye de İbraniceden çevrilmişti. İbraniceye bunu aktaran da İbn-i Rüşd’ün, yani Müslüman bir alimin Musevi bir talebesiydi. İbn-i Rüşd’e ulaşan metin ise Arapça, ondan önceki metin ise Süryaniceydi, aslı ise Yunancaydı. Yunanca, Süryanice, Arapça, İbranice, İngilizce, bugüne kadar geldi. Ve o zaman o büyük felsefelerin, geleneklerin ortak akıl içinde yoğrula yoğrula birçok farklı dilde nasıl aynı anlama doğru koştuğunu hissedersiniz. Ortak metafizik deyince, Muhiddin Arabi’nin “vahdet içinde kesret, kesret içinde vahdet” anlayışı, aslında tam da insanoğlunun o çeşitliliğini yansıtır. Şam, ancak Zeynebiye’siyle, Muhiddin Arabi’siyle, Emevi Camiiyle Şam’dır. Şam’a tek bir zerre dokunduğu zaman, bütün bu geleneklere dokunur. Bağdat’ı Sünni Bağdat, Şii Bağdat diye bölemezsiniz, Şam’ı bölemezsiniz. Bağdat yan yana İmam Azam ile İmam Caferi Sadık’la, bütün o gelenekle İmam Kazım’la bir arada olduğu zaman Bağdat’tır.

Şimdi büyük bir sınavla karşı karşıyayız. Yine benim doğduğum şehrin büyük düşünürü, şairi, filozofu, mütefekkiri, alimi Mevlana Celaleddin Rumi, “Gel, ne olursan ol yine gel” diyor. Gel dediği yer bir merhamet dünyasıdır. Gel diye çağırdığı yerden aslında şunu demek istiyordu: "Bütün o nefsini, bütün o kötülükleri, içinde varsa geri kalmış olan, insanlığa yakışmayan bütün özellikleri terk ederek gel. Onları terk et ve yeni bir dünyaya gel." Şimdi biz aynı çağrıyı yapmak zorundayız, insanları yeni bir dünyaya çağıracağız. Ve bu çağırdığımız dünyada şunu diyeceğiz: “Kadim geleneğimizde insanları tektipleştirme, insanları ötekileştirme, insanları tek bir asabiyeye mahkum etme ve diğer asabiyelerin tümünü o mahkumiyet içinde dışlama yoktur. Hazreti Adem’de bir olan, bugün çeşitlenen ve birbirini tanıdıkça güzelleşen, tanıdıkça zenginleşen bu insanlık birikimi rengine, cinsine, ırkına bakmaksızın Allah indinde nasıl Hazreti Adem tek ise bir bütün olarak, bir umumi kimlik olarak tektir, o bölünemez.”

Peki, nasıl bu hale düştük? Ortadoğu, bütün bu kadim geleneğin doğduğu yer, bütün semavi dinlerin yeşerdiği, büyüdüğü, geliştiği ulu bir çınar olarak insanlığa bir sığınak olduğu bu büyük coğrafya neden bugün savaşların, etnik ve mezhebi çatışmaların, büyük kıyımların coğrafyası haline geldi? Bu soruyu soracağız. Nasıl kadim gelenek yüreğimizde büyüyorsa, bu soruları da hiç çekinmeden, hiç acımadan kendimize de, sahip olduğumuz, içinde bulunduğumuz bu tablodan sorumlu olanlara da, hepimize bir sorumluluk içinde sormamız gerekir. Nasıl olur da bütün büyük devlet geleneklerinin doğduğu İran’da, Mısır’da, Mezopotamya’da, Anadolu’da, bütün büyük devlet geleneklerinin doğduğu bu coğrafyada bugün köklü bir siyaset kültürü maalesef yok. Neden bütün bu merhamet dinlerinin doğduğu bu coğrafyada bugün şiddet ve öfke hakim? Neden Rabbimizin en büyük kaynakları bize bahşettiği, en zengin doğal kaynakların bulunduğu bu coğrafyada bugün büyük ve gelişmiş ekonomiler yok, halkına refah veren ekonomiler yok? Bunu soracağız. Ama bunu oryantalistçe sormayacağız. Dışarıdan bakarak sormayacağız, bunu içeriden bakarak soracağız. Aynaya bakarak soracağız, nefsimize sorarak soracağız. Bir Müslüman olarak, bir Hristiyan olarak, bir Sünni, bir Şii, bir Katolik, bir Ermeni, bir Ortodoks olarak, hangi kimlikle olursa olsun aynaya bakacağız, fakat aynada sadece kendimizi görmeyeceğiz, bütün bu geleneğin temsilcilerini göreceğiz. Aynı bugün burada bir arada olduğumuz gibi. Nedenlerden biri şudur: Kadimden moderniteye geçerken maalesef Avrupa’daki feodal beylikleri biraraya getirerek ulus devleti kuran ulusal kimlik süreci, bizde de doğal olarak belli kimlikler oluşturdu. Ama Avrupa’yı bütünleştiren bu kimlikler, bizi parçalamaya başladı. Ve yan yana yaşadığımız komşumuza yabancılaşmaya başladık. Etnik kimlikle yabancılaştık, dini kimlikle yabancılaştık, mezhebi kimlikle yabancılaştık.

Bu mukaddes şehirde, İstanbul’da, eskiden Ramazan olduğunda Müslümanlara hürmeten Hristiyanlar da onlarla birlikte kendileri oruç tutmasalar bile onların yanında oruç yememeye özen gösterirlerdi ki, diğer dinlere saygı gösterilsin. Müslümanlar Hristiyanların Paskalyalarını kutlarlardı birlikte. Şimdi sormamız gereken, son iki yüzyıldır gittikçe parçalanan, parçalandıkça daha küçük kimliklere inen ve İbn-i Haldun’un tabiriyle asabiyesi daralan bu coğrafyayı tekrar nasıl bütünleştireceğiz?

Biz ortak akıl derken bu dönemde parçalayan akıllar çıktı. Biz ortak insanlık kimliği, ortak medeniyet kimliği derken parçalayıcı kimlikler çıktı, dışlayıcı kimlikler ortaya çıkartıldı. Şehirlerimiz, her şeyi temsil eden şehirlerimiz birden baktık terk edilmiş, arındırılmış şehirler haline geldi. Eğer bir şehirde bir etnik ya da mezhebi ya da dini grup o şehri tümüyle kendine ait kılmak için başka bir dini, mezhebi ya da etnik grubu yok etmeye, tasfiye etmeye, o şehirden sürmeye çalışıyorsa, bilsin ki o grup Hak yolda değil cahiliyenin yolundadır. Çünkü hiçbir dini gelenek bir şehri bir etnik gruba, bir mezhebe mal edemez, tümüyle ona ait kılamaz. Başta Kudüs olmak üzere bütün bu şehirler bizim şehirlerimizdir. Hiçbir şehir şu veya bu dine ebediyen veya şu veya bu etnik mezhebe ebediyen başşehir olarak görülemez - başta Kudüs olmak üzere. Kudüs, insanlığın başşehridir, bir dinin mensuplarının değil. Ve yine o güzelim Bağdat, İslam medeniyetinin büyük şehri, ne Şii’dir, ne Sünni’dir, ne Keldani’dir, bizim medeniyetimizin şehridir. Ve Bağdat, o çeşitliliği Hicri 4. yüzyılda yaşamış olan Bağdat’ın 20. yüzyılda şu veya bu mezhep mensupları tarafından şu mahalle benim, bu mahalle benim diyorsa, onu diyenler önce İslam’ın anlayışını anlayamamış, Arap’ın Acem’e üstün olmayacağı anlayışını hıfzedememiş, fark edememiş gruplardır. Bağdat, ancak ve ancak dar-ül hikme olduğu zaman Bağdat’tır, yani hikmetin şehri olduğu zaman Bağdat’tır. İstanbul darüsselam olduğu zaman İstanbul’dur. Kudüs, barış başkenti olduğu zaman, darüsselam olduğu zaman Kudüs’tür.

Şimdi bütün bu ayrılıklar, uzun savaşlar, özellikle 1. Dünya Savaşıyla başlayan ve bugüne kadar gelen bölgemizdeki sürekli savaşlar, bizi parçalayan, bizi birbirinden ayıran savaşlara karşı ortak bir tavır alma ihtiyacımız var. Biz Arap uyanışı dediğimiz bölgesel uyanışa bakarken, bir mezhep, bir etnik grup, bir din görmedik. Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı burada Issam Bey burada. Tahrir Meydanına çıkanlar arasında Müslüman da vardı, Hristiyan da vardı. Daha mütedeyyin Müslüman da vardı, daha liberal Müslümanlar da vardı. Tunus’ta Abu Azizi kendini yakarken, aslında bir isyan içindeydi. Tunus, ki İbn-i Haldun’un, o büyük mütefekkirin memleketidir. Neydi bu isyan? Neden Abu Azizi kendini yaktı? Neden Tahrir Meydanında milyonlarca insan bütün baskıya rağmen ayağa kalktı? Neden Bingazi, o ihmal edilmiş, o terk edilmiş Bingazi bir anda ayağa kalktı? Neden Suriye’de bütün baskılara rağmen Dara’da, Hama’da, Humus’ta, Lazkiye’de, Deyrizor’da, Halep’te o genç insanlar, o kadınlar, o çocuklar ayağa kalktılar? İstedikleri tek şey vardı arkadaşlar. Burada bir dış komplo yok. İstedikleri tek şey vardı, insanlık onuru, ezilmeden yaşayacakları bir insanlık onuruna sahip olmak. Bugün Sayın Emin Cemayel ile görüşürken kendisi şöyle dedi: Suriye hapishanesinde bir yakını 37 yıldır hapishanedeymiş. Muhakeme edilmeden 37 yıl. Biz kendi vatandaşlarımızdan biliyoruz, birçoğu 18 yıl, 20 yıl biz müdahale edene kadar kaldılar, yani onların serbest bırakılması yönünde ısrarla talepte bulunana kadar.

Mısır için neyi istiyorsak, Tahrir’de yola çıkanlar için neyi istiyorsak, Bingazi için neyi istiyorsak, Şam için de, Halep için de onu istiyoruz. Birinin Sünni olması, diğerinin Alevi olması, Nusayri olması, Şii olması, Hristiyan olması bizim için hiç fark ifade etmez. Biz, Ortadoğu’nun o büyük kadim geleneğini savunuyoruz. Ve onun için insanlık onuru adına ayağa kalkan herkese saygı duyarız ve ben onları selamlıyorum. Onlar hepimiz için seslerini yükselttiler ve istediler ki bu arada oluşan duvarlar, sınırlar, küçük asabiyeler kalmasın. Neden Tunus’taki Abu Azizi ile bir anda Tahrir ruhu biraraya gelebildi? Neden Tahrir Yemen’de yankılandı, Yemen Suriye’de yankılandı? Sebebi bu. Filistin, zaten ayaktaydı insanlık onuru için 40 yıldır.

Burada moderniteden küreselleşmeye geçmenin izlerini de görüyoruz. Kadimi parçalayan modernite, kadimin bütün o ortak aklını, ortak mekanını, ortak kimliğini, ortak metafiziğini parçalayan modernite, bu toplumlar tarafından yeniden özümsenerek, yeniden yorumlanarak yeni şekliyle üretilmeye başlandı. Bu bölgenin insanları kadimi hatmederek, moderniteyi anlayarak küreselleşmeyle tanışıyorlar. Zor, sancılı bir tanışma. Ben küreselleşmeyi Hazreti Nuh’un gemisi olarak görüyorum. Eskiden insanlık parça parçaydı, yani Latin Amerika’daki bir olay, bir deprem, bir kriz bizi etkilemezdi, haberimiz dahi olmayabilirdi veya Avrupa’daki kriz Asya’dakini etkilemezdi. Şimdi lütfen zihninizde bir kez daha Hazreti Nuh’un gemisini düşünün; bir tufandan kaçan, insanlığın geleceğinin teminatı olan ve bütün doğanın, bütün hayvanatın da temsilen bulunduğu Nuh’un gemisi Cudi Dağına doğru giderken bir karaya oturmaya çalışıyordu, tarihin bir yerine oturmaya çalışıyordu. Şimdi buna benzer bir şekilde küreselleşmeyle birlikte bütün bir insanlık aslında bir gemide. Ya hep beraber bu gemiyle Cudi Dağına çıkacağız ve bir tarihe yürüyeceğiz ya da hep beraber gemiyle birlikte helak olacağız. Neden? Bakın iklim değişikliği, nükleer tehdit, klonlanma dahil insan neslini yeniden şekillendiren, insan doğasıyla oynanan yeni genetik gelişmeler; bütün bunları biraraya aldığınızda aslında belki de tarihte hiç olmadığı kadar kaderimiz ortaktır. Latin Amerika’da veya herhangi bir yerde bir ekonomik kriz olduğunda birden siz burada hissediyorsunuz. Alaska’da bir iklim değişikliği olduğunda burada yağmurlar azalıyor ya da çoğalıyor. Aslında bir tufanla karşı karşıyayız. Burada bizim bu tufan karşısında alacağımız tutum, bir gemi inşa etmek. Hepimizin selameten tarihe yürüyeceği bir gemi inşa etmek. Kadimi tekrar keşfederek, modernitenin olumlu unsurlarıyla bunu buluşturup küreselleşme gemisini tarihin doğru yerine, dağın sağlam bir yerine indireceğiz. Aynen küreselleşme nasıl bütün bir insanlığın geleceğini tek bir gemi, Hazreti Nuh’un gemisi metaforuyla hepimizi bir gemi içine almışsa, bugün Ortadoğu’da da hepimiz bir geminin içindeyiz. Hepimiz Nuh’un gemisinin içindeyiz. Ya beraberce bu tufandan çıkacağız ya da beraberce tarihin o acımasız çarklarında büyük felaketlerle karşı karşıya kalacağız.

Önümüzde iki yol var. Ya kadimin o güçlü geleneğini sizlerin de öncülüğüyle, sizlerin de desteğiyle hep beraber keşfedip ortak aklımızı, ortak metafiziğimizi, ortak ahlakımızı, ortak şehrimizi yeniden inşa edeceğiz ve insanlığın küreselleşme karşısındaki bütün o bunalımlarına çözüm bulacak şekilde bölgemizde yeni bir büyük uyanışın öncüsü olacağız ya da bunu yapmak yerine ortak aklın yerine parçacı akılları, ortak kimliğin yerine yeni asabiyeleri gündeme getireceğiz. Bir kere kimlikleri bölerseniz sonu yoktur. Dinleri mezhep diye bölersiniz, mezhepleri alt mezhep diye, etnisiteleri, ırkları etnik şeyler deyip gittikçe bölünür. Bütün bu bölünen kimliklerle şehirlerimizi, o güzelim Bağdat’ımızı, o güzelim Kudüs’ümüzü, o mukaddes Şam’ı Şerif’i sokak sokak parçalara böleceğiz, aynen Lübnan’da bir dönemde Müslüman mahalle, Hristiyan mahalle dendiği gibi şu bölge şu mezhebe, şu bölge şu gruba ait gibi iç çatışmaların arasında büyük bir bocalama yaşayacağız.

Bizim size çağrımız şu, birbirimize çağrımız da şu: Gelin birinci alternatifi hayata geçirelim. Sizlerin öncülüğüyle gelin kadimin o güzel değerlerini, ortak aklını, ortak mekanını, ortak metafiziğini, ortak ahlakını yeniden inşa edelim. Kimliklerimizi bütünleştirelim, parçalamayalım. Şehirlerimizi bütünleştirelim,parçalamayalım, aklımızı bütünleştirelim. Bugün değerli Diyanet İşleri Başkanımızın atıfta bulunduğu makasıd-ı hamseyi, 10 Emir’i hayata geçirelim. Canı, malı, nesli, aklı ve dini mukaddes ilan edelim, bunlara dokunanları dışlayalım. Bunlara kıyanları; insan aklını, insan canını, malını, nefsini ve dinini yok sayanlara karşı ortak bir akıl oluşturalım. Biz onun için Türkiye Cumhuriyeti olarak Tunus’ta Abu Azizi kendini yaktığında stratejik ve ahlaki bir karar aldık. Bu onur savaşında sıradan Ortadoğu insanının onurlu mücadelesinin yanında yer aldık ve yer almaya devam edeceğiz.

Bu bölgeyi bölmek isteyenlere, bu bölgede yeni soğuk savaş çıkarmak isteyenlere karşı bu bölgenin ortak kimliğini, bizim şehirlerimizde tecessüm eden kimliğini hayata geçireceğiz. Kim insan canına kıyıyorsa ona karşı çıkacağız, kim zulmediyorsa ona karşı çıkacağız. İşte şimdi burada şunu hepimizin teyiden bir kere daha hatırlaması lazım: Bu topluluk aynen Nuh’un gemisindeki gibi bir ortak kadere doğru yürüyor. Kimse kimsenin hamisi değil. Bazı çevreler Türkiye için şunları söylüyor: Türkiye Suriye’de Sünnileri destekliyor. Şu devlet, şu ülke Hristiyanların hamisi, şunlar Şiilerin hamisi gibi çalışıyor.

Çok açık ve net söylüyorum; Türkiye Ortadoğu’da mazlumların hamisidir. Mazlum kimse, sadece onun hamisidir. Biz Ortadoğu’ya baktığımızda Sünni, Şii, Müslümanlar, Hristiyan görmeyiz, o kadim geleneğin yaşayan unsurlarını görürüz. Ve yine şunu söylüyorum: Hiç kimse de bu bölgedeki herhangi bir grubu kendisine himayeye muhtaç olduğu grup olarak takdim edemez, gösteremez ve kendisini hami tayin edemez. Bu bölgenin kaderi, bu bölgenin insanları tarafından çizilir.Hristiyanı, Müslümanı, Sünnisi, Şiisi, Alevisi, Nusayrisi, Dürzisi, bütün mezhepleri. Katoliki, Ortodoksu, Süryanisi, Keldanisi, bütün Ortadoğu’nun sahibi, bütün bu bölgenin sahibi biziz, hep beraber biziz. Kimse kimseye bir husus empoze etmeden bu mücadeleyi yürüteceğiz. Biz Mısır’da Tahrir Meydanı’nın yanında dururken, Tahrir Meydanı’ndaki gençlerden kimin Hristiyan, kimin Müslüman olduğuna bakmadık. Tahrir Meydanı’nın, Tahrir felsefesinin, Tahrir ruhunun arkasında durduk. Suriye’ye baktığımızda da kimin Sünni, kimin Şii, kimin Hristiyan, kimin Müslüman, kimin Alevi olduğuna bakmıyoruz. Bütünüyle Suriye halkının yanındayız.

Şimdi özellikle bu toplantı vesilesiyle aslında yapmak istediğimiz, hep beraber burada bir tür ahitleşmedir. Din adamları, siyasetçiler, devlet adamları, aydınlar, müzisyenler olarak şunu söylemeliyiz: Biz ortak kaderimiz için beraberce çalışacağız, bölünmemize izin vermeyeceğiz. Ortak bir vizyonla bölgemizi tekrar inşa edeceğiz. Ve aynen geçmişte olduğu gibi, nasıl bütün büyük metafizik düşüncelerin merkezi Kudüs olmuşsa, İbrahimi geleneğin, büyük felsefelerin doğuş merkezi dar’ül hikme olan Bağdat olmuşsa, Endülüs’e giden ışığın merkezi Şam olmuşsa, bütün insanlığı eşit kılan o büyük vahyin merkezi Mekke ve Medine olmuşsa, son kadim düzenin merkezi İstanbul olmuşsa, yine diyoruz ki; insanlığın geleceğini de inşa edecek olan bu şehirlerdir. Çünkü insanlık bu şehirlerde kuruldu ve geleceği de bu şehirlerde inşa edilecek.

Geçen sene Ramazan ayında Saraybosna’daydım. Bizim bu şehir geleneğimizin yansıması olan Saraybosna’da Diyanet İşleri Başkanımızla birlikte idik. Nasıl bugün Kasyon Tepesinden Şam bombalanıyorsa, 90’lı yıllarda da çevredeki dağlardan Saraybosna bombalanıyordu. Caminin, kilisenin, sinagogun yan yana olduğu Saraybosna zordaydı. Nasıl bugün Dara’da insanlar katlediliyorsa, o dönemde Srebrenitsa’da da katlediliyordu. Orada Ramazan Bayramı vesilesiyle yine böyle güzel bir koro ilahisinden sonra benim konuşma yapmam istendi. Türkçe konuşmam Boşnakçaya çevrildi. Bir yer geldi ve şunu söyledim, bunu gönlümden gelerek söyledim: "Bütün insanlığın oluşturduğu bütün medeniyet birikimi yok edilse ve geriye sadece Saraybosna kalsa, insanlık Saraybosna üzerinden yeniden inşa edilir. Çünkü insanlığın vicdanı, insanlığın merhameti bu şehrin ruhundadır. " Daha Boşnakçaya çevrilmeden binlerce kişi stadyumda ayağa kalkarak alkışlarla bu sözü destekledi. Bir Boşnak öğrencim daha sonra "Boşnaklar ne zaman Türkçe öğrendi. Daha sizin sözünüz tercüme edilmeden desteklediler" diye sordu. Dedim ki, "Ben dilden kulağa konuşuyor olsaydım tercümeye ihtiyaç vardı. Gönülden gönüle konuşanlar için tercümeye ihtiyaç yoktur."

Bizim semavi geleneğimiz, bütün bu dinlerin geleneği, gönülden gönüle konuşanların geleneğidir. Gelin gönülden gönüle konuşanları konuşalım. Gelin bu gönülleri yok etmeye çalışanlara karşı tek bir safta, tek bir mekanda buluşalım ve gür bir sesle haykıralım: Biz bu bölgeyi tekrar inşa edeceğiz, bu büyük geleneği tekrar ihya edeceğiz. Şehirlerimizi barış şehirleri, merhamet şehirleri kılacağız, toplumlarımızı dışlanmayan, her dile, her etnisiteye, her renge, her mezhebe saygı duyulan toplumlar kılacağız. Nasıl insanlık ve bütün diğer bölgeler, bütün ahlaki öğretileri bizim bölgemizden öğrenmişse, bizim şehirlerimizden öğrenmişse, küreselleşmenin getirdiği bütün bunalımlara karşı da bizim şehirlerimiz, bizim metafiziğimiz, bizim dünyamız ışık tutacak.

Ben bu toplantının böyle bir çağrıya vesile olmasını diliyorum. Hepinize saygılar sunuyorum. Allah’a emanet olun. Fiemanillah. SelamünAleyküm.