DIŞİŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU (Konya) – Çok teşekkür ederim.
Sayın Başkan, Plan ve Bütçe Komisyonunun değerli üyeleri, değerli milletvekilleri; Bakanlığımın 2013 mali yılı bütçesi tasarısının Komisyonunuza sunulması vesilesiyle huzurlarınızda bulunuyorum, saygılarımı sunuyorum.
Aslında, her bütçe dönemi bütün politikalarla ilgili olduğu gibi dış politikamız için de güzel bir muhasebe imkânı, değerlendirme imkânı sunmaktadır. Komisyonunuzda geçen sene ve daha önceki senelerde yaptığımız sunuşlarda da dış politikamızın bir süreklilik içinde hangi hedeflere yöneldiği konusunda kapsamlı değerlendirme yapma imkânı bulmuştum. Tabii, yıllık olarak bu değerlendirmeleri yapıyoruz ama tarih yıllık akmıyor. Tarih, büyük bir ivmeyle, soğuk savaş sonrası dönemde, dinamik bir süreçte, özellikle Türkiye’yi çevreleyen bölgelerde hızla akıyor ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bütün bu merkezlerdeki, bütün bu bölgelerdeki merkezî konumu dolayısıyla bu tarihi akışın ritmini yakalamak, bu tarihi akışın içinde, arkasında değil, içinde olmak, bu tarihi akışı arkasından kovalamak, yakalamaya çalışmak değil, tarihi akışın içinde o süreci yöneterek tarihi akışın aktörü konumunda olmak bir zarurettir. Bizim tarihimiz ve coğrafyamız böyle bir zarureti yerine getiren devletlerin yükseldiğini, bu zaruretin gerekliliklerini yapmayanların ise bir düşüş içine girdiklerini gösterir. Dolayısıyla, dış politikamızın esası tarihin hızlı aktığı bu dönemde, özellikle de Avrupa’da ve Orta Doğu’da büyük bir hızla aktığı bu yıllarda bu hızlı akışın ritmini tutmak, bu ritme uygun bir şekilde dinamik bir dış politika takip etmek ve bütün bu bölgesel ve küresel süreçlerin yönlendirici aktörü olmaktır. Temel hedefimiz bu.
Peki, o zaman bu tarih nasıl akıyor? Uluslararası sistem nereye doğru eviriliyor ve Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetinin dış politikası bu evrilen uluslararası sistemi nasıl görüyor, nasıl politikalar geliştiriyor? Bu sistematik içinde sizlere takdimimi sunmak istiyorum.
Soğuk savaş statik bir dönemdi, hepimiz biliyoruz. Aktörlerin ne yapacakları belliydi, hiyerarşide nerede durdukları belliydi; nereye doğru, hangi politikaları takip edecekleri de az veya çok tahmin edilebilirdi. Soğuk savaş sonrası dinamik bir yapıya geçildi. Artık, ülkelerin hiyerarşileri değişti, ülkelerin statüleri ve konumları her bir olay içinde kendi içinde değerlendirilmeye başlandı ve bu büyük imkânlarla, büyük fırsatlarla büyük riskleri aynı anda beraberinde getirdi. Böyle bir dönemde, büyük imkânların ve büyük risklerin aynı anda oluştuğu dönemde tutarlı bir strateji takip eden ülkeler mesafe alıyor, güç temerküz ediyor ama bir telaş içinde, reaktif politika takip edenler ya da sanki soğuk savaş devam ediyormuş gibi “Bırakalım, herkes önce kararlarını versinler, büyük aktörler kararlarını versinler, diğer aktörler kararlarını versinler, biz de bu kararlardan birine tutunalım.” tarzında bir politika takip edenlerse bir müddet sonra o büyük aktörlerin belirlediği oyunun sıradan piyonları hâline geliyorlar. Bizim dış politikamızda hiçbir zaman bu olmadı, olmayacak.
Peki, nedir bu sistematik değişim? Bunu, hepimizin Kocaeli depreminden sonra çok rahat psikolojik olarak algıladığı deprem analojisiyle anlatmaya çalışayım.
Soğuk savaş sonrasında üç büyük deprem yaşandı.
Birinci deprem: Ön işaretleri Glasnost’la başlayan Berlin duvarıyla pekişen ama esas depremin sarsıntısının en yoğun hissedildiği 1991 yılında yaşanan jeopolitik depremdi. 1991’de, Sovyetlerin çöküşüyle bütün soğuk savaş yapıları Avrasya’da ve Doğu Avrupa’da çöktü. Yepyeni bir jeopolitik doğdu. O Rimland teorileri, Spykman’ın teorileri, bütün bunlar geçmişte kaldı. Bunun üzerine geleceğim, bu jeopolitik deprem esnasında Doğu Avrupa’da, Balkanlarda demokrasi ve çoğulcu toplumların oluşması çabaları içine girildi. Birçok bağımsız devlet ortaya çıktı, özgürlük temel kavram olarak öne çıktı ve Balkanlarda büyük bir değişim yaşandı. Zhivkovlar, Milosevicler tarihin akışında kayboldular, yeni aktörlerle Doğu Avrupa’da yeni bir yapı ortaya çıktı ve Avrupa bütünleşti. Orta Asya’da bizi ilgilendiren Türki coğrafyada, Kafkaslarda yeni devletler doğdu. Büyük imkânlar çıktı Türkiye’nin önüne, büyük riskler de çıktı. Hepimiz, o zaman Bosna Savaşı’yla, Kosova Savaşı’yla –ben bir akademisyen olarak, bir çoğumuz başka vasıflarla- bir şekilde onu anlamaya çalıştık. Bunun üzerine geleceğim, Türkiye’nin bu dönemdeki politikası…
İkinci büyük sistemik deprem: On yıl sonra 2001 yılında yaşandı, 11 Eylülle yaşandı ve bir anda “özgürlük” söylemi yerini “güvenlik” söylemine terk etti, dış tehdit algısı bu kez Sovyet ve benzeri soğuk savaş tehditlerinin yerine kültür, bazen de din odaklı şekilde İslam dünyasına yönelen, Afganistan ve Irak’ta kapsamlı operasyonların gerçekleştiği bir ikinci dönem yaşandı, güvenlik odaklı. Bir tür küresel sıkıyönetim dönemi neredeyse yaşanmaya başlandı. Bu havaalanlarındaki tutumlardan dış politikaya kadar sirayet etti. 2008’de küresel ekonomik krizle başlayan ama esas gerçek şokunu yine on yıl sonra -2001’den on yıl sonra- 2011’de Avrupa’daki büyük kriz ve Orta Doğu’daki büyük demokratik değişim, siyasal kriz ve demokratik değişim dalgasıyla devam ettiren bir depremle karşılaştık. Ben bu depremi “ekonomi politik” deprem olarak niteliyorum yani hem ekonomik yapıları hem siyasi yapıları derinden etkileyen bir deprem. Şimdi, biz bu depremin artçı şoklarını yaşıyoruz, yaşamaya da devam edeceğiz. Aynen, 1991’de Sovyetlerin çöküşünün artçı şokunun 1993’de Bosna Savaşı, 1999’da Kosova Savaşı ve arada Karabağ’la ilgili Kafkaslarda Abhazya ve diğer konularda yaşanan küçük ölçekli ve büyük ölçekli çatışmalar gibi.
Bazı şeyler vardır ki, tarih akarken o tarih kendi doğası içinde seyreder ve kaçınılmaz bir hâle gelir. Biz, bu son depremin yine aynen 90’lı yılların başındakine benzer şekilde toplumların iradeleriyle kaçınılmaz bir şekilde soğuk savaş yapılarının dağılması dönemi olarak görüyoruz. Orta Doğu’da yaşananlara detaylı geleceğim, Suriye’ye de geleceğim ama bu analojide şunun fark edilmesini istiyorum: Bugün Suriye’de çöken yapılar mezhep ya da dini özellikleri dolayısıyla çökmüyorlar, etnik özellikleri dolayısıyla da çökmüyorlar. Soğuk savaş döneminden kalan yapılar olduğu için çöküyorlar. Soğuk savaş 90’lı yıllarda Balkanlarda bitti, ama daha 2010’lu yıllarda Orta Doğu’da yeni bitiyor. Bütün o arkaik yapılar dağılacak. Şimdi, bu dağılma süreci birçok fırsatları da, riskleri de beraberinde getiriyor. Hiçbirimiz, hiçbir zaman bunun kolay bir süreç olduğunu, olacağını iddia etmedik, ama tarihin o akışına uyum göstermeyen yapıların bir sarsıntı geçireceğini hepimiz görüyoruz.
Şimdi, Türkiye olarak biz bunlara nasıl tepki verdik? 91’deki jeopolitik deprem döneminden -on yıl- 2001’e kadar olan döneme baktığımızda Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri o dönemde çok ciddi çabalarla, gayretlerle bu döneme intibak etmeye çalıştı. Bosna Savaşı’nda, Kosova’da haklı ve doğru bir şekilde tarihi ve kültürel bağlarının gereği olan sorumlulukları yerine getirmeye gayret etti. O dönemin hükümetleri, bu anlamda dış politikada, özellikle Balkanlarda takip edilen politika itibarıyla, o günün imkânları içinde elinden geleni yapmaya çalıştı fakat on yılı bir bütün olarak ele aldığınızda, o on yılda o kadar çok koalisyonlar kuruldu ve düştü, o kadar çok ekonomik krizler yaşandı ki Türkiye güç temerküz edemedi. Yaygın ve kapsamlı bir terör tehdidiyle bir arada geldiğinde, güvenlik ağırlıklı… Yani dünya, Doğu Avrupa demokratikleşirken Türkiye 90’lı yıllarda daha çok güvenlik ağırlıklı, daha kontrole yönelik bir yapı içinde seyretti ve nitekim sonucuna baktığımızda –çok çarpıcı bir misalle- güç temerküz edememesinin… Çok detaya girmeyeceğim bugüne gelebilmek için ama anlaşılması bakımından önemli Orta Doğu’daki değişime bakış tarzımızın ve Avrupa’daki değişime. 1991 yılında, Türkiye’nin gayri safi millî hasılası 2.500 dolar civarındaydı, bu depremin… Diyelim, ikinci deprem öncesinde 2001 yılına geldiğimizde gayri safi millî hasılamız 2.800-2.900-3.000 dolar civarlarında seyretti. Yani on yılda, aynı dönemde Doğu Avrupa’da ve Avrupa’daki ülkeler kişi başına düşen gayri safi millî hasılasını birkaç misli artırırken bizim yerinde saydı. 94 krizi, 99 krizi, 2001 krizi, kurulan birçok hükûmetler, istikrarsızlıklar, 28 Şubat süreci, tepkiler, sosyal hareketlilik vesaire ama biz o on yılı maalesef, imkânlarını yeterince değerlendiremediğimiz, risklerini ise üstlenmek zorunda kaldığımız bir dönem olarak geçirdik. Biz iktidara geldiğimizde, AK PARTİ İktidarı olarak 2002 yılında, bu kez dünyada tersine bir trend başlamıştı. Özgürlük dalgaları yerine, demokratikleşme yerine güvenlik odaklı politikalar.
Biz ise ne yaptık? Son on yılda, ben çok iddialı bir şekilde şunu söyleyebileceğimiz kanaatindeyim: Türkiye son on yılda büyük bir güç temerküz etti ve bu güç temerküzünün üç tane önemli sacayağı vardır. Bir restorasyon dönemi yaşadık. Bu üç önemli sacayağının birincisi demokrasidir, demokrasinin güçlenmesidir ve bazılarına, muhalefet partilerimizin de desteğiyle büyük reform paketlerine öncülük edildi, uygulandı. Anayasa Komisyonunda, şimdi bu daha da taçlandırılmaya çalışılıyor ama on yıl içinde Türkiye sivil iktidarın nihai hesap verir konumda olduğu, gücünü gösterdiği, demokrasinin, demokratik özgürlük alanının genişlediği bu konuda yaşanan birçok sıkıntıların aşıldığı bir on yıl yaşadı. Bir demokratikleşme en önemli… Çünkü milletle bütünleşmemiş bir devletin milletin gücünü harekete geçirecek bir dış politika takip etmesi mümkün değil.
İkincisi: Ekonomik restorasyon. İç siyasi restorasyon mutlaka ekonomik restorasyonla takviye edilmeliydi çünkü ne kadar güçlü bir şekilde iktidara gelirseniz gelin eğer ekonomik restorasyonu yapamamışsanız, ekonominiz halkınızın dinamik genç nüfusunu besleyemez hâlde ise o demokrasi de sürdürülebilir olmaz, dış politika da onurlu ve başı dik bir dış politika hâline dönüşemez, yardım alan bir ülke dış politikasında o yardımı her zaman gözetmek durumunda kalır, IMF’ye borçlu bir ülke o IMF masasında oturan aktörlerin ne diyeceklerini her zaman göz önüne alır. Biz, İktidarımızın ilk yıllarında, 2003’te bunu çok yaşadık. Borçlu bir ülkenin dış politika alanı dardır. On yıl içinde Türk ekonomisi -birinci depreme kıyasen söylüyorum- 2.500’den 2.800’e, 2.900’e on yılda gelmişti 1991’den 2001’e, 2002’den 2012’ye geldiğimizde 3 binli rakamlardan 11 bine kadar çıktı, PPP paritesiyle 15 bin dolara çıktı kişi başına düşen millî gelirimiz. Millî gelirimiz 3,5 misli arttı, IMF’ye borcumuz neredeyse kalmadı. Son olarak, dün değerlendirme kuruluşunun verdiği değerlendirme notuyla BBB eksiye geçişle birlikte on dokuz yıl sonra, 1994’ten bu yana ilk defa tekrar yatırım yapılabilir ülke statüsü kazandık. Bu ekonomik restorasyon gerçekleşiveriyor.
Şimdi, dış politika restorasyonu nedir? Dış politika restorasyonu yaparken içeride yaptığınız siyasi restorasyona uyumlu, o siyasi değerlerle uyumlu, o siyasi değerleri dünyanın her yerinde savunan ama aynı zamanda deprem yaşanan bölgelerdeki ilişkilerinizi restore ettiğiniz, iç içe geçtiğiniz, onlarla, çevre bölgelerle bütünleştiğiniz ve ekonominizin önünü açmanızla ekonomiye katkı sağladığınız, ekonomik imkânlarınızla da kendi gücünüze katkı yaptığınız bir dış politika anlayışı.
Çarpıcı birkaç misalle zikredeyim: Şimdi, biz iktidara geldiğimizde, 2002 yılında Türk dış ticareti büyük ölçüde Avrupa Birliğiyle bağımlıydı, biz öyle bir çeşitlendirme yaptık ki -biraz sonra bunun rakamlarını size arz edeceğim- Avrupa’da kriz başladığında komşu ülkelerle olan ticaretimiz yüzde 8’den yüzde 32’ye çıktığı için o krizi absorbe edebildik, hâlâ şimdi bizim kriz absorbe edebilmemizin en önemli faktörlerinden biri ihracatımızdaki artıştır. Çevre bölgelerde, komşu ülkelerde sıkıntı başladığında Afrika’ya açıldık, Latin Amerika’ya açıldık. Afrika’nın -ki Afrika politikamız üzerinde duracağım- dış ticaretimizdeki payı yüzde 12’ye çıktı. Siz gelen dalgaları eğer hisseder ve önden o dalgaları karşılayacak, göğüsleyecek bir dış politikayla ilgi alanlarınızı çeşitlendirir, mekanizmalarınızı artırırsanız gelebilecek ekonomik şokları da kontrol altına alabilirsiniz, ekonominiz geliştikçe de dış politika çıtanızı yükseltirsiniz.
Ama bir restorasyon, büyük bir restorasyon yaşandı. Dış politika restorasyonu diğer iki restorasyonla birlikte gelişir, gelişti. Şimdi, gelelim bu restorasyonun ana unsurlarına, biraz daha detaya girerek gelelim. Burada önemli olan etik ve rasyonel, hani çok gündeme getirildiği için kısaca burada da değinmek isterim idealist politikalar ya da realist dış politikalar, evet, biz, biraz önce söylediğim gibi, 1990’lı yıllarda Bosna’da, Kosova’da, Bulgaristan’da, Doğu Avrupa’da savunduğumuz değerleri bugün de Orta Doğu’da savunmak durumundayız, bunlar değer ağırlıklıdır, bizim dış politikamız bu coğrafyada, bu tarihî mekânla, tarihdaşlarımızla olan ilişkiler bağlamında idealist bir boyut taşır, değer boyutu taşır. Değer boyutu taşımayan bir dış politika güç ağırlıklı olur ve gücü haklı görmeye başlar. Biz, hiçbir zaman değer ağırlıklı dış politikadan, akil dış politikadan vazgeçemeyeceğiz ama aynı zamanda realist bir dış politika takip edeceğiz, ikisini birleştireceğiz, ikisini bir arada geliştireceğiz.
Şu çok sık vurgulandı: Bizim ortaya koyduğumuz dış politika hedefleri acaba çok mu hayalperest ya da idealist, bunu bir vesileyle daha önce arz etmiştim ama dış politikadaki reel, ideal uyumunu göstermek bakımından yine bir benzetmeyle bunu arz etmek istiyorum. Bu benim akademik hayatta da öğrencilerime söylediğim bir benzetme. Ben bunu bir tür barfiks egzersizi gibi görüyorum, eğer siz vücudunuzu geliştirmek isterseniz barfiksi boyunuzun biraz üstüne koyacaksınız, çok üzerine koymayacaksınız, o zaman anlam taşımaz, ulaşamazsınız, boyunuza koyarsanız hiçbir zaman gelişemez, aşağı koyarsanız ise kambur olursunuz. Yıllarca Türk dış politikası bazı komşu ülkelerin ölçeğine ayarlı olduğu için yani Yunanistan’a ölçekli, onunla sürekli yarışır görüldüğü için maalesef bizim bu konuda potansiyeli tümüyle harekete geçirmemize imkân tanımamıştı ama çok yukarıya da koymadık. Dikkat ediniz, Afrika’da son üç yıl içinde 22 büyükelçilik açtık, bunu bir 2003’te açamazdık, o zaman hayalperestlik olurdu ama son üç yıl içinde açtık çünkü o anda dış politika kapasiteniz yükseldikçe hedefinizi daha yukarı çıkarmak zorundasınız. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine 2009-2010 için aday olduk, 2005-2006 için değil ama şimdi 2015-2016 için aday olduk, gerçekleştirdikçe kapasiteniz gelişir ve hedefi daha yukarıya çekersiniz.
Şimdi, gelelim bu ana restorasyonun ana odaklarına, Mevlüt Bey’in biraz önce başladığı husustan başlamak üzere. Önce restorasyonu komşu ülkeler ve çevre bölgelerle yaptık. Bakın, nasıl bir yol takip ettik? Komşu ülkelerle yoğunlaştırılmış bir siyasi diyalog mekanizması kurduk, yüksek düzeyli stratejik işbirliği konseyleri; daha önce herhangi bir şekilde Türkiye'nin kullanmadığı bir yöntemdi. Yüksek düzeyli stratejik işbirliği konseyleriyle bütün komşu ülkelerle ve komşu olmamakla birlikte bizimle özel ilişkiye sahip Kazakistan gibi ülkelerin hepsiyle bu mekanizmayı kurduk. Bu şu demektir: Başka müzakerelerde günlerce, belki haftalarca sürecek yolun bir oturumda liderlerin eş başkanlığında yapılan ortak kabine toplantıları benzeri en önemli bakanların bulunduğu bir oturumda kararları almak ve yürürlüğe koymak. Şu anda bütün çevre ülkelerle bu mekanizmamız var. Son olarak Eylül ayında Ukrayna’yla bunu gerçekleştirdik ve çok sayıda anlaşmayı imzaladık, daha sonra Ekim ayında Azerbaycan’la gerçekleştirdik, bütün bu ülkelerle ikili ilişkilere geleceğim. Bunlarin hepsi komşu ülkedir, 13 komşu ülkemiz var bizim. Bir veya iki ülkede olan kriz komşu ülkeler paradigmasını çökertmez. Bu 13 komşu ülkeyle de tek tek bakıldığında ilişkilerimizde geldiğimiz nokta açıktır. Yine, Ekim ayında Azerbaycan ve Kazakistan’la yaptık, iki hafta sonra Kasım ayında Mısır’a gideceğiz Mısır’la yapacağız. 12 Bakanla Mısır’a gideceğiz Sayın Başbakanımızla birlikte, bu mekanizmayı orada da tekrar harekete geçireceğiz. Aralık ayında Rusya’yla yapacağız Sayın Putin’in ziyareti vesilesiyle, Ocak ayında da Yunanistan’la yapacağız. Bunlar hepsi bizim komşu ülke ve bunların hepsiyle her yıl liderlerin eş başkanlığında ortak bakanlar kurulu toplantıları bir gelenek hâline geldi, bunların hepsi komşu.
Yine, karşılıklı ekonomik bağımlılık kurduk. Bunu nasıl yaptık? STA’lar, yüksek düzeyli stratejik iş birliği konseyi kurmanın iki tane ön şartını koyduk; bir, vizelerin kaldırılması; iki, serbest ticaret anlaşmaları imzalanması. Bütün bu ülkelerle vizeler kaldırılırdı, bütün bu ülkelerle serbest ticaret anlaşmaları akdedildi.
Bakın, size çarpıcı bir tabloyu burada göstermek istiyorum, komşu ülkelerle ilişkilerimizin ekonomik boyutu bağlamında nereden nereye geldiğimiz hakkında.
Bu, komşu ülkelerle ilgili ticaretimiz 2002’den 2012’ye. 13 milyardan 86 milyara çıktı.
Bu da komşu ülkelerle 2002’den 2011’e -yani şu anda kriz olduğu iddia edildiği dönemi de kastederek söylüyorum- gelen rakamlar. Mesela, İran’la ilişkilerimizin problemli olduğu iddia edildi. Evet, Suriye konusunda farklı düşünüyoruz ve bunu da konuşarak, tartışarak yürütüyoruz, hiçbir zaman da karşıtlık içinde yürütmüyoruz.
Bakın, İran’la 2002’de dış ticaretimiz 1,2 milyar dolardı, geçen sene 16 milyar dolar, şimdi 25 milyar dolar, 2015’e kadar 50 milyar dolara çıkarma hedefindeyiz, 1,2 milyar dolardan 25 milyar dolara. Rusya’yla 6 milyar dolardan 30 milyar dolara çıktı, 2015’e kadar 50 milyar dolar, 2020’ye kadar 100 milyar dolar hedefimiz var.
Tablo gösteriyor, şu mavi çizgiler 2002 düzeyi, kırmızı çizgiler diğerleri.
Yunanistan’la bizim bir doğal gaz alışverişimiz yok ama Yunanistan’la ticaretimiz 6 misli arttı. Benzer şekilde Bulgaristan’la, bütün komşu ülkelerle. Azerbaycan’la 7 misli arttı. Şimdi bu nasıl artıyor? Çünkü ortak siyasi mekanizmalarla karar alıyorsunuz, özel sektörünüzü ve bütün sektörleri harekete geçirerek ekonomik karşılıklı bağımlılık oluşturuyorsunuz ve buradan komşu ülke halkları istifade ediyor. Sonra kültürel ve sosyal etkileşime ağırlık verdik. Geçmişte gerilim alanı gibi görülen konular şimdi dostluk köprüleri hâline dönüştü. Benim hiçbir dış ziyaretim yok ki herhangi bir ülkeyi ziyaret ettiğimde oradaki kültürel ve tarihî bağlarla bize bağlı olan tarihdaşlarımızın bulunduğu bir bölgeye gitmemiş olayım ve gittiğimizde de bu tarz bir gerilim yaşamış olayım, böyle bir şey yok. Yunanistan’a gittiğimizde Batı Trakya’ya, Bulgaristan’a gittiğimizde Filibe’ye, Kırcaali’ye, Irak’a gittiğimizde Kerkük’e, Ukrayna’ya gittiğimizde Kırım’a, Moldova’ya gittiğimizde ilk defa Gagavuz Yeri’ne, Gürcistan’a gittiğimizde Batum’a, daha uzak bölgelere, 2 kez Çin’e gittim ikisinde de Uygur Bölgesi’ne gittim. Biz bunları bir dostluk köprüsü olarak telakki ettik ve buralardaki tek bir taş vakıf eseri bile heba edilmesin, zarar görmesin diye gece gündüz çalışıyoruz. Bütün bu vakıf eserlerini ihya ediyoruz çünkü bu bizim ortak tarihimizin parçaları.
“Rusya’yla vizeler kalkacak.” diye beş sene önce konuşulmuş olsaydı birçok kişi ihtimal vermezdi, vizelerin Rusya’yla kalktığı toplantıdaki basın toplantısı öncesinde birçok gazeteci bunun imkânsız olduğunu söylüyordu ama Rusya’yla vizeler kalktı. Azerbaycan’la TANAP Projesi’ne imza attık. Bu, asrın projelerinden biridir TANAP Projesi. Türkiye'nin enerji denklemini, Avrasya’nın enerji denklemini toptan değiştirecek ve Türkiye ile Azerbaycan arasındaki ilişkileri olağanüstü düzeylere çıkaracak bir projedir. Benzer büyük projeleri Yunanistan’la, Azerbaycan’la, Ukrayna’yla, Kazakistan’la sağladık. Kazakistan’la beş yıl içinde dış ticaretimiz 5 misli arttı. Şu andaki dış taahhüt işlerimizin toplam yüzde 25’i Türkmenistan’la yapılıyor. Sadece bununla yetinmedik, bütün bu çevre bölgelerde Karadeniz Ekonomik İş Birliğinin Dönem Başkanıyız şu anda, Ekonomik İş Birliği Teşkilatının Dönem Başkanlığını yeni devrettik ve en önemlisi Orta Asya’da yirmi yıl önceki jeopolitik deprem döneminde kurulması gereken ama kurulmamış olan, ihmal edilmiş olan Türk Konseyini kurduk, Orta Asya’daki bütün kültür mirasımıza sahip çıktık, çıkıyoruz. Dolayısıyla komşu ülkeler stratejimiz bu anlamda gerçek bir başarı hâline dönüşmüştür ve şu anda sadece Suriye’yle yaşanan kriz -ki onun üzerine geleceğim- bizden kaynaklanan bir kriz değil, bundan dolayı Türkiye Cumhuriyeti hükûmetlerini, Türkiye’yi mesul görmek ve sanki “Türkiye'nin komşu ülkeler paradigması çöktü.” diye düşünmek herhâlde çok adil bir yaklaşım olmaz. Peki, çevre bölgeleri niçin böyle konsolide ediyoruz, niçin ilişkilerimizi restore ediyoruz? Çünkü Türkiye inşallah 2023 yılında ilk 10 ekonomi arasına girmek istiyor. Diğer 10 ekonominin, diğer 10 olabilecek 9 ülkeye baktığınızda hepsi kıta ölçekli ülkelerdir, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği içindeki ülkeler, Avrupa Birliği kıtası içinde, Çin, Hindistan, Kanada, Brezilya; Türkiye bu ülkelerle karşılaştırıldığında coğrafi ölçeği en küçük ülkedir Japonya’yla birlikte. Bu coğrafi ölçeği büyütmenin yegâne yolu serbest ticaret anlaşmaları ve vize anlaşmalarıyla insanımızın hareket alanını genişletmektir. Bizim, çevre ülkeleri ve çevre bölgeleri konsolide ederek, insanımıza bu bölgeleri açarak, mümkün olduğunca bu bölgelerde kendi iç entegrasyonunu ve karşılıklı bağımlılığı artırarak yol alma stratejimizin ana esası dinamik Türk işverenini, dinamik Türk insanını bütün bu bölgelerde seyrüsefer hâlinde tutmaktır.
Peki, bununla yetindik mi? Sadece komşu bölgelerle ilgilenenler bölgesel güç olabilirler ama dünyanın diğer her bir köşesiyle ilgilenenler ise küresel güç olma potansiyelini dünyaya gösterirler. Onun için, Bakanlık görevini aldığım gün Bakanlık mensuplarıma yaptığım konuşmada şunu söyledim: “Hattı diplomasi yoktur, sathı diplomasi vardır, satıh ise bütün dünyadır.” Ve şu anda dünyanın her köşesinde diplomatik faaliyet yürüten, dünyadaki bütün bölgesel örgütlere, hiçbir bölgesel örgüt gösteremezsiniz ki biz ya üye olmamış olalım ya ortaklık anlaşması yapmamış olalım ya diyalog ortağı olmamış olalım. Pasifik Adaları Forumundan Latin Amerika, Karayip Adaları Forumuna, Şanghay İşbirliği Örgütünden ASEAN’a, Afrika Birliği Örgütünden Körfez İşbirliği Konseyine kadar bütün bölgesel mekanizmalar içinde varız.
İhmal edilen bölgeleri tespit ettik. Nerelerdi? Afrika, Latin Amerika, Doğu Asya. Bakın, oralarda neler yapıldı? Afrika’da dış ticaret hacmimiz 742 milyondan 7,5 milyar dolara çıktı Güney Sahra Afrikası’nda. Bütün Afrika’da 17 milyar dolara çıktı dış ticaret hacmimiz.
Dış politika stratejisi ile dış ticaret politikası da dış kültür politikası da entegre bir politika olarak yürüyor. Evet, hepimiz dolaşıyoruz, hep beraber ama her hedefi birlikte paylaşarak. Şu anda “Hedefimiz Afrika.” diyoruz, orada büyükelçilikler açıyoruz, Ekonomi Bakanımız iş adamları heyetleriyle gidiyor, TİKA oralarda büyük kampanyalar başlatıyor, Kültür ve Turizm Bakanımız oralarda ofisler açıyor, gidiyor çünkü biz bir bütün olarak, tek bir organ olarak hareket ediyoruz, organik bir yapı olarak hareket ediyoruz. O sebeple işte 90’lı yıllardaki koalisyon hükûmetlerinden farklı bir sonuç elde ettik. O sebeple tek bir dille konuşuyoruz her yerde ve netice alıyoruz.
Bakın, şu ana kadar geçen üç yıl içinde büyükelçilik sayısını 12’den 34’e çıkardık.
Onu da arkadaşlar, tekrar bir gösterelim.
2002 Türkiyesi’nin Afrika politikasında seksen yedi yılda geldiği Afrika’daki temsil durumumuz buydu. 2012’de temsil durumumuz -ekranda da göstereyim - temsil durumumuz şu.
Şimdi, bütün bu ülkelerde temsil kabiliyetimizi artırdık, şu anda Afrika’da en çok temsil edilen 5 ülke arasına giriyoruz. Bu Afrika ülkelerinin tümü de Türkiye’de büyükelçilik açıyor, 15 büyükelçilik açtı Afrika ülkeleri son dönemde, 19 tanesi de yeni büyükelçilik açacak, artık Afrika ülkelerinin bütün çevre bölgelerdeki gözü kulağı Ankara’da olacak.
Ayrıca, bazı Afrika sorunlarına, doğrudan ilgili sorunlara bizim devreye girmemiz talepleri söz konusuydu, Somali de bunun bir örneğidir. Somali konusuna biraz daha gireceğim. Eritre ile Etiyopya arasında, Sudan ile Güney Sudan arasında ihtilaflarda doğrudan barışçıl katkıda bulunduk. Somali konusu hem insani boyutuyla önemlidir çünkü Sayın Başbakanımızla 2011’de Somali’ye gittiğimizde Somali umudunu kaybetmiş bir ülkeydi, “İnsanlık bizi terk etmiş.” denilen bir ülkeydi, hiçbir uçağın inmediği bir ülkeydi, hiçbir büyükelçinin olmadığı bir ülkeydi, şimdi ise gururla ve iftiharla söylüyorum ve bütün Somalililer biliyor ki bu Türkiye'nin özel ilgisi sayesinde olmuştur, bütün dünya Türkiye'nin ilgisinden sonra harekete geçmiştir, Somali’deki tek büyükelçilik Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliğidir “full fledged” bütün kapasiteyle çalışan, iki veya üç ülkenin -Cibuti, Etiyopta’nın- büyükelçilikleri var ama çok daha dar kapasiteli. Şu anda Somali’de 80 dönüm üzerine Afrika’nın en büyük büyükelçiliklerinden birini kuruyoruz. Somali’ye uçan tek havayolları, Somali’yi dünyaya bağlayan tek uçuş Türk Hava Yollarının İstanbul-Mogadişu uçuşudur. Bir uluslararası toplantıda diasporaya seslenen bir dışişleri bakanı yapacaklarını zikrettiğinde diaspora liderlerinden birisi kalkıyor ve şunu söylüyor: “Sizler söz veriyorsunuz, toplantı yapıyorsunuz, Türk kardeşlerimiz ise gelip bizimle kaderimizi paylaşıyorlar ve bir sene içinde ne söz verdilerse hepsini yaptılar.” Şu anda Somali’de seçilmiş bir cumhurbaşkanı var, inşallah gelecek hafta da seçilmiş yeni hükûmeti ilk ziyaret eden Dışişleri Bakanı olarak Somali’ye ziyarette bulunacağım. Neden Somali önemli? Sadece Somali olduğu için değil, tarihî bağlarımız var, ta 16’ncı yüzyıla kadar giden oraya irtibatlarımız var, donanmalarımız var, Seydi Ali Reis’in ta Somali güneylerine kadar indiğini biliyoruz ama onun ötesinde Afrika Boynuzu ile Yemen’in bulunduğu Aden Körfezi gelecekte dünyanın en stratejik alanlarından biri olacak ve şu anda dünya ticaretinin yüzde 60’ı neredeyse bu alanda seyrediyor. Biz orada var olacağız çünkü dünyaya baktığımızda şöyle bakıyoruz: Haritaya bakıyoruz, evet şu bölge, bu bölgede bulunmamız lazım, her yerinde bulunmamız lazım. Cibuti’ye de şimdi büyükelçilik açtık son olarak, muhtemelen önümüzdeki dönemde Eritre’ye de açacağız çünkü o havza Orta Doğu ile Afrika’yı birbirine bağlayan, Hint Okyanusu ile Kızıldeniz’i ve Akdeniz’i birbirine bağlayan dünyanın en stratejik kuşağı, oradaki mevcudiyetimizi artırıyoruz, artırmaya devam edeceğiz. İnsani boyutuyla da stratejik boyutuyla da bu bizim için kaçınılmaz bir hedeftir.
Afrika’daki bahsedilen eksik yerleri de tamamlayacağız çünkü ta en başından biz şunu söylüyorduk: 19’uncu yüzyıl Avrupa yüzyılıydı, 20’nci yüzyılda Amerika ve Atlantik öne çıktı, 21’inci yüzyılın ilk yarısında Asya öne çıkıyor, 21’inci yüzyılın ikinci yarısında Afrika’nın bütün potansiyeliyle ve büyük kaynaklarıyla dünya stratejisini, dünya ekonomi ve politiğini belirleyen en önemli kıtalardan biri olacağını biliyoruz. Biz 21’inci yüzyılın ikinci yarısını şimdiden planlıyoruz, her bir Afrika ülkesinde al bayrak dalgalanacak. Bunun hiçbir tartışılır tarafı yok. Bunu ilk zikrettiğimizde hayal dediler, bu kadar kısa sürede nasıl gerçekleşebilir? Gerçekleşti. Verdiğimiz talimat çok açıktır -onu sonunda zikredeceğim Bakanlık bütçemizle ilgili- kuracağımız büyükelçilikler o ülkenin en görkemli, herkesin baktığında “Evet, bu ülke bütün dünyada söz söyleyecek ülkedir.” intibaını verecek büyükelçilikler olacak. Bununla yetinmedik, Asya, Doğu Asya bizim hep gündemimizdeydi ama büyük bir açılım politikası takip edilmemişti. Çin’le ilişkilerimiz öylesine gelişti ki bu sene Türkiye’de Çin yılıydı, gelecek sene de Çin’de Türkiye yılı. Defaatlerce seyahatler yaptık, Çin’le ilişkilerimiz stratejik ortaklık düzeyine yükseltildi, daha da geliştireceğiz. Hindistan’la özel ilişkiler kuruyoruz. Endonezya’yla… Yeni bir Asya stratejisi geliştirdik ve merkezine Afganistan’ı koyduk, Heart of Asia Stratejisi, “Asya’nın Kalbi” toplantılarını başlattık, Afganistan-Pakistan-Türkiye üçlü mekanizmalı, arkasından da geçen sene aralık ayında devreye soktuğumuz İstanbul Süreci ile Afganistan’ın bütün komşularını İstanbul’dan sonra Kabil’de de bir araya getirdik haziran ayında ve şu anda Afganistan konusunda -ki Afganistan İkbal’in tabiriyle Asya’nın kalbidir- en iddialı ülkelerden biri hâline geldik. Afganistan konusunda iddialı olmak Güney Asya’yla Orta Asya’yı bağlayan koridorda iddialı olmak demek. Gazne Devleti’nden başlamak üzere bütün büyük devletler Hayber Geçidi’nden geçerek Güney Asya’da büyük devletler kurdular. Biz onun için bütün bu bölgeyi yeniden bir masaya yatırdık ve yepyeni bir anlayışla yaklaştık. Baktık nerelerde eksiklik var? Myanmar’da ve Sri Lanka’da büyükelçilik açtık. Şu anda Asya’da büyükelçiliğimizin olmadığı yerler çok nadirdir, onları da kapatacağız. Laos ve Kamboçya üzerine çalışıyoruz. Sri Lanka ve Myanmar’da açtık. Bakınız, daha biz Myanmar’da büyükelçilik açmaya karar verdiğimiz ve büyükelçimizi mart ayında gönderdiğimizde Arakan’da olaylar olmamıştı ama Myanmar’ın potansiyelini biliyorduk, oradaki demokratik değişim çabalarını da biliyorduk, yakından takip ediyorduk. İki sene önce Myanmar Dışişleri Bakanıyla New York’ta yaptığım görüşmede dedim ki: “Myanmar Asya’nın önemli ülkelerinden biridir ve en kısa zamanda sizde büyükelçilik açacağız çünkü Myanmar bize yabancı bir ülke değil.” Oraya gitmemiz dolayısıyla eleştirenlere ben şunu hatırlatıyorum: 15 bin dedemiz, Irak’tan, Filistin’den, Kanal Harekâtı’ndan gelen, esir olarak Myanmar’a getirilen 15 bin dedemizin teri, kanı o topraklarda.
Yine verdiğim bir talimat var: “Geçmişte bir tek Türk’ün bile seyahat ettiği, bulunduğu bir yer varsa oraya sahip çıkılacak.” Şimdi, büyükelçimiz giderken talimat vermiştik “Şehitlikleri bulup tespit edeceksiniz…” 5 bin şehidimizin orada olduğunu biliyoruz. Bir kısmı geri döndü, bir kısmı terk etti ama 5 bin şehidin… Tek tek şehitlikleri tespit ettik. Ben 9 Ağustosta Myanmar’a gittigimde Devlet Başkanına özel ricada bulundum “Bunlar ortak mirasımızdır.” diye ve gerekli izinleri aldık. Bizzat da mezar taşları kırılmış ve oradaki Hint Müslümanları -burada yüce Meclisimizin Komisyonunda onları takdirle ifade ediyorum- gördüğümde ağlayarak bize sarılan Myanmar’daki Müslümanlar bir caminin köşesinde bunları muhafaza etmişlerdi, üzerinde Türk şehitlerinin isimleri yazan taşları. O taşları geri dikiyoruz ve bütün bu alanı -şu anda izinler çıktı- oradaki bir nişanımız olarak koyacağız.
Yine, Arakan’daki insani duruma da aynen Somali’de olduğu gibi ilgi gösterdik, bunu gururla, iftiharla söylüyorum. Arakan’a gitme izni alan dünyada ilk devlet adamı, dış yetkili diyeyim, sadece Dışişleri Bakanı değil… Son altmış-yetmiş yıl içinde Arakan’a kimse gitmedi. Bize bu izin verildi. Niçin verildi? Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetinin orada bizzat gözlem yapmasının ve oradaki insanlara hitap etmesinin, oraya insani yardım götürmesinin ne kadar önemli olduğunu ve Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetinin bu konuda dünyada ne kadar ağırlığının olduğunu en iyi Myanmar Hükûmeti biliyordu.
Asya stratejimizi geliştireceğiz. Şöyle bir denkleme hiçbir zaman girmeyeceğiz arkadaşlar: Bir tarafta NATO, onun karşısında Şanghay İşbirliği Örgütü gelişiyor, biz NATO tarafındayız. NATO’yla ilişkilerimiz ne kadar derinleşiyorsa ve ne kadar çok katkı yapıyorsak, Afganistan dâhil, aynı anda bu katkıyı yaparken NATO üyesi olup da Şanghay İşbirliği Örgütüne stratejik ortak olan tek ülke de biziz. Bu da şunu gösteriyor: Bizi bir denklemin içine kimse hapsedemez. Şanghay İşbirliği Örgütünde de olacağız, ASEAN’da da olacağız, NATO’daki geleneksel mevcudiyetimizi de güçlendirerek sürdüreceğiz.
Latin Amerika uzak bir diyardı. Latin Amerika’dan son dönemde gelenleri, cumhurbaşkanları, dışişleri bakanlarını takip ediyorsanız ne kadar yakınlaştığımızı görürsünüz. Latin Amerika’da 3 büyükelçilik açtık; Peru, Kolombiya, Ekvador, son iki yıl içinde. Her birinin, Kolombiya ve Ekvador’un devlet başkanları geldi, Peru ile de temas hâlindeyiz, Türkiye’ye ziyaretleri yaptılar. Önümüzdeki dönemde Panama ve Dominik cumhuriyetlerinde de açıyoruz. Yine, aynen Aden ve Afrika Boynuzu gibi Orta Amerika’da büyük bir potansiyel gelişmekte olduğunu görüyoruz, oraya bunu yapacağız. Kostarika Dışişleri Bakanı gelmişti, onlar da talep ettiler büyükelçilik açılmasını. 830 milyon dolardan 6 milyar dolara çıkardık Latin Amerika’yla ticareti. Brezilya-Türkiye iş birliği -İran’daki nükleer anlaşmanın da ötesinde, o da dâhil- dünyada örnek gösterilen, kıtalar arası olmakla birlikte örnek gösterilen bir iş birliği hâline dönüştü.
Şimdi, böyle bir güç kazanınca, böyle bir konsolidasyonu hem çevrenizde hem de bütün dünyada gerçekleştirdiğiniz zaman küresel güçlerle ilişkileriniz de ona göre tanımlanıyor. Bugün Türk-Amerikan ilişkileri, evet, tarihindeki en yoğun, en dinamik niteliğini taşıyor çünkü küresel bir güç olan Amerika Birleşik Devletleri, küresel bir güç olan Avrupa Birliği, küresel bir güç olan Rusya ve Çin önlerindeki dış politika gündemlerini koyduklarında bu gündemin hemen hemen tümünde Türkiye’nin ağırlığını hissediyorlar. Somali’den Bosna’ya, Orta Asya, Kırgızistan’dan Fas’a kadar bütün bu coğrafyalarda, Etiyopya’dan Myanmar’a kadar bütün bu gündemde Türkiye’nin ağırlığı var. Türk-Amerikan ilişkilerindeki yeni mantık budur. Biz sadece Kore’nin nostaljik edebiyatı üzerine Türk-Amerikan ilişkilerini geliştiremeyiz. Türk-Amerikan ilişkilerinin yeni doğası, yükselen ve gittikçe küresel ağırlığı artan bir ülkeyle ittifak ilişkisi içinde olan bir küresel gücün yeni, dinamik ilişki biçimidir. Birçok alanda iş birliğimiz bu anlamda artıyor. Görüş ayrılığımız olduğunda da aynen İran nükleer programında olduğu gibi bunu açıkça da gösteriyoruz. Türk dış politikası hiçbir ülkenin ikincil bir gündemi olmamıştır. Bu stratejik perspektif içinde gittikçe ağırlığımız artıyor. Üçüncü konsolidasyonu uluslararası örgütlerde ve çok taraflı yapılardaki küresel ağırlığımızı artırdık. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeliğimiz 2009-2010’da tamamlandı, bu sene 2015’e aday olduk, inşallah 2015-2016’yı da alacağız. Medeniyetler İttifakından sonra arabulucular girişimini Finlandiya’yla başlattık. Şimdi, Birleşmiş Milletlerde Brezilya ve İsveç’le birlikte din ve nefret söylemiyle ilgili bir ortak girişim geliştiriyoruz. Birleşmiş Milletlerin her zemininde varız, oradaki diplomatik mevcudiyetimizi de artırıyoruz.
G-20 içinde en aktif ülkelerden biriyiz ve 2015’de aynı anda hem Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeliğini inşallah, hem de G-20 Dönem Başkanlığını uhdesine alan küresel bir güç görünümü kazanmış bir Türkiye hedefliyoruz. Terörle Mücadele Küresel Forumunun Eş Başkanlığını yapıyoruz, Nükleer Silahsızlanma Forumunun üyesiyiz, en az gelişmiş ülkelerin koordinatör ülkesiyiz, on yıl için, dünyanın adaleti anlamında en az gelişmiş ülkelerin bütün meselelerine Türkiye sahip çıkacak, 47 ülke, bunların hepsiyle ilgili sorunlarla bizzat ilgileniyoruz. Bu sene OECD Dönem Başkanlığı yapıyoruz, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Dönem Başkanlığı yapıyoruz, Asya’da Güven Artırıcı İşbirliği Forumunun Dönem Başkanlığını yapıyoruz ve bütün -biraz önce söylediğim gibi- bölgesel örgütlerle de ilişkilerimizi derinleştiriyoruz. D-8 ve Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO) gibi yapılarda da ağırlıklı olarak gündemimizi belirliyoruz.
Şimdi, böyle bir perspektifle baktığımızda önümüzdeki vizyonumuz şudur: Türkiye daha önceki ilk deprem, jeopolitik depremin, risklerini üstlenmiş, avantajlarını yeteri kadar değerlendirememişti. Güvenlik depreminin risklerini minimize ettik, avantajlarını maksimize ettik ve güç temerküz ettik. Önümüzdeki dönem de ekonomik politik depremde, ekonomik kapasitesini artıran, politik istikrarını sürdüren, bölgesel ve küresel gündemi belirleyen bir ülke konumunu kazanmak istiyoruz. Bu çerçevede iki büyük dönüşüm önem taşıyor.
Bu iki dönüşümü ayük önem taşıyor. Birisi, Avrupa’daki dönüşüm, Avrupa Birliği büyük bir dinamik seyir içinde, bunu doğru anlamamız lazım. İkincisi de Orta Doğu’daki dönüşüm. İkisinin kesişim noktası ise Akdeniz Havzası’dır.
Akdeniz’in kuzeyinde ekonomik kriz var, güneyinde siyasal kriz var. Akdeniz, Avrupa medeniyetiyle İslam medeniyetinin buluştuğu, İslam medeniyetinin zirveye ulaştığı, Roma’dan sonra zirveyi yaşadığı, Endülüs’le, sonra da Rönesans’ın, Avrupa medeniyet alanına geliştiği bölge, bizim bölgemiz. Biz, buradaki bütün bu kültürel, siyasi, ekonomik değişim sürecinin en önemli aktörü olmak durumundayız. Onun için Avrupa’daki her toplantıyı, Avrupa Birliğinin geleceği ile ilgili alınan her kararı yakından takip ediyoruz. Avrupa’da finansal sistem ile kamu maliye politikaları arasındaki uyumsuzluk dolayısıyla çıkan o sektörel bazlı bir krizin, önce ekonomik krize, sonra sosyal istihdam krizine, siyasal krize dönüştüğ stratek olarak Avrupa’yı gittikçe göreceli açıdan zayıflattığı bir dönemden geçiyoruz. İngiltere ve İsveç’tbirçok görüşmelerde şunu da fark ediyoruz ki: Kamu maliye politikalarıyla, finansal sistem, eurozone içinde derinleşerek gelişmesi için Avrupa’nın gittikçe ortak devlet mantığına gitmesi lazım, ortak ekonomik politikalar çerçevesinde ama birçok Avrupa Birliği ülkesi de aksine merkezkaç şeyiyle Avrupa’nın daha esnek bir yapıya kavuşmasını istiyor. Bu dinamik bir seyir, burada Avrupa tarihinin 21. Yüzyıldaki konumu birkaç sene içinde belirlenecek. Türkiye, Avrupa Birliği hedefini hiçbir zaman göz ardı etmedi. Türkiye olmadan Avrupa tarihi yazılamaz, Türkiye olmadan Avrupa’nın geleceği de belirlenemez. Biz Avrupa’nın merkezindeyiz yani “Türkiye Avrupa’ya sırtını dönüp doğuya ya da başka yerlere bakıyor.” diye düşünenlerin önce biraz tarih okuması, sonra biraz gelecek perspektifi geliştirmesi lazım. Biz, bu tarihin bir parçasıyız, hep parçası olmaya da devam edeceğiz.
Orta Doğu’daki değişim... Biraz önce aslında zikrettim, Orta Doğu’daki değişim gecikmiş bir değişimdir. Aslında Tunus’ta, Cezayir’de, Libya’da, Mısır’da bu sürecin aynen bu soğuk savaş yapılarının değişim sürecinin 90’lı yıllarda, Balkanlarda yaşandığı gibi yaşanması lazımdı ama olmadı. Çünkü o zaman, küresel güçler statüko lehine bir tavır koydular ve şu anda iktidara gelen birçok lider sürgünde yaşadı o dönemde,Tunus’taki Raşit Gannuşi gibi, sürgüne gittiler. Gecikmiş bir dönemdi, otokratik, eski Marksist, arkaik yapıların kavmiyetçilikle kesiştiği bir Baas ideolojisinin değişik versiyonları şeklinde yapılar yeni dünya anlayışına gittikçe gelişen teknolojiye ve genç neslin taleplerine cevap veremez hâle geldi. Bu değişim süreci başladığında biz ilkesel bir tutum takındık. Bunun üç boyutu var değerli arkadaşlar: Bir, insani boyut: Biz bu bölgedeki mezhep, din, etnisite ayrımı gözetmeksizin her bir insanla ortak bir tarihi paylaştığımızın ve ortak bir kaderi paylaştığımızın bilinci içinde hareket ettik, ediyoruz.
İkincisi, siyasi değer boyutu. Türkiye gibi demokratik bir ülke, demokrasi için ayağa kalkmış, demokrasi talepleri ile harekete geçmiş kitlelere kayıtsız kalıp Türkiye’de değiştirmeye çalıştığı siyasi kültürü veya insan odaklı siyaset anlayışını ikame etmeye çalıştığı insan hakları siyaset anlayışına aykırı davranamazdı. Siyasi değerler bağlamında Avrupa Konseyindeki, Avrupa Birliğindeki modern değerlerle, geleneksel kültürümüzden gelen değerler, her ikisi de Orta Doğu’daki değişimde halkların yanında yer almamızı zaruret hâline getirmişti.
Üçüncüsü de stratejik boyut. Siz, olayların bugünkü resmiyle hareket edemezsiniz yani bugün bir resim çekeyim ve o resim içinde bir yere koyayım. Hayır, bir süreç analizi yapmak zorundayız yani olayların, resimlerin arka arkaya seyrini takip ederek, onlarca, yüzlerce, binlerce resmi, zaman silsilesi içinde bir sürece sokarak, o süreci anlamak durumundayız. Bizim yaptığımız süreç analizi de şudur: Nasıl Miloseviç, Jivkov dönemi Balkanlarda kapanmışsa Kaddafi, Mübarek, Esed dönemi de kapanacaktır Orta Doğu’da. Baştan beri bu ilkktatrtrar)?bundan hareket ettik. Burada da hiçbir mezhep veya etnik fark gözetmedik, Mübarek Sünniydi. Sayın Başbakanımız, Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmayla açık bir şekilde Mübarek’e gitmesinin gerektiğini söyledi. Bütün bu şeyde perspektifimiz şuydu: Burada, Orta Doğu’da, gelecek, Orta Doğu halklarının elinde olmalıdır ve Orta Doğu halkları buna birlikte karar verecekler. Yüzyılı Sykes-Picot Bölünmesi de dönemini tamamlıyor, soğuk savaş yıllarının statik iki kutuplu bölünmesi de.
Yeni anlayışların bölgeye egemen olması lazım. Ağdaki sınırlara saygı gösteren, o sınırları, uluslararası hukuki sınırlar olarak hiçbir şekilde değiştirme düşüncesi veya parçalama düşüncesi olmayan ama aynen Avrupa’da olduğu gibi o sınırları anlamsız kılarak Orta Doğu halklarını buluşturan bir anlayışın takipçisiyiz. Ancak böyle Orta Doğu’da barış sağlanır. Halep’le Antep arasında tabii ki sınır olacak ama herkes rahat seyrüsefer edecek. İskenderiye ile Mersin arasında, Boğaz’ın iki yakasında seyreder gibi feribotlar seyredecek. Musul’la Diyarbakır, Kerkük’le Konya arasında insanlar aynı şekilde gidip gelecek. Erbil’le bu anlamda Mardin buluşacak. Bunlardan hiç de tereddüt etmemek, hiç çekinmemek lazım. Bu bölge, bu coğrafya suni sınırlardan çok çekti ama hiçbir şekilde Türkiye, bölgede var olan sınırların değişmesi suretiyle, yeni sınırlar ihdas etmek suretiyle, yeni çatışma alanları çıkarılmasına izin vermeyecek. Biz, yeni duvarlar örecek yeni sınırların peşinde değiliz, eski duvarları kaldıracak yeni siyasi anlayışların peşindeyiz.
Bakın, geçen sene ben size burada takdimimi yaparken deseydim ki: “Bir sene içinde, yani bu yeni dönemin işaretlerini görmek bakımından, Mısır’da, Fas’ta, Tunus’ta, Libya’da seçilmiş yönetimler iş başına gelecek.” demiş olsaydım, birçoğunuz muhtemelen bunu bir hayalperestlik olarak görürdü. Evet geçen sene, ben burada, Bütçe Plan Komisyonunda takdimimi yaparken bütün bu ülkelerde geçişin nasıl seyredeceği şüphe götürüyordu. Ondan önceki sene takdimimi yaparken birçok kişi bu değişimin yaşanacağına ihtimal vermiyordu. Bir sene içinde Orta Doğu halkları onurlu ve başarılı bir geçiş süreci kat etmiştir. Buna saygı duymamız lazım, onların iradesine saygı duymamız lazım. Bakınız, Mısır’da ilk defa seçilmiş bir Cumhurbaşkanı var ve göreve geldikten sonra daha önceki askerî konseyi de değiştirerek sivil otoritenin hâkimiyetini teslim etmiş bir Cumhurbaşkanı var. Bizim bu yeni dönem Mısır’la kuracağımız ilişkiler Orta Doğu’nun bel kemiğini oluşturacak ilişkilerdir. Onun için Mısır Cumhurbaşkanı Sayın Mursi Türkiye’yi ziyaret ettiklerinde, biz de, birlikte karar alındı, inşallah önümüzdeki hafta Mısır Dışişleri Bakanı, bu cuma Türkiye’de olacak bütün bakanlık yetkilileriyle, değişik bakanlıkların yetkilileriyle birlikte bir koordinasyon toplantısı yapacağız, iki hafta sonra da, 12 bakan arkadaşımızla birlikte, Sayın Başbakanımız, Mısır’da Yüksek Düzey Stratejik Konsey Toplantısı yapacağız.
…..
Mısır’la 2 milyar dolarlık kredi anlaşmasıyla Mısır’ın reformuna, Mısır ekonomisinin yeni şartlara intibakına katkı sağlayacağız. Tunus’ta yeni bir yönetim iş başına geldi, yine bütün yönleriyle Tunus’la, Libya’yla, Fas’la ilişkilerimiz en yoğun niteliği kazandı.
Şimdi, bu büyük dönüşüm süreci yaşanırken kriz yaşanan bölge olarak Suriye, en başından itibaren bizim de çok büyük zorluklarla karşılaşacak bir değişim süreci olduğunu gördüğümüz bir dost ve komşu ülkeydi. Onun için dikkat ediniz, şu çok sık söyleniyor, sanki Türkiye Suriye konusunda elinden geleni yapmamış gibi bir intiba oluşturulmaya çalışılıyor. Bin Ali Tunus’u terk ettiğinde bir günde Türkiye net tutum aldı. Bir ay içinde Mübarek ile ilgili net tutum aldık. Kaddafi ile üç-dört ay “Acaba Kaddafi’yi barışçıl bir geçiş sürecine ikna edebilir miyiz?” diye çalıştık. Suriye yönetimiyle dokuz ay gece ve gündüz çaba sarf ettik. Çünkü iki ilke benimsemiştik: Bir, demokratik değişim taleplerinin yanında yer alacağız. İki, bu değişim sürecinin barışçıl olması için diplomasinin bütün araçlarını kullanacağız. Ama öyle bir noktaya geldik ki biz diplomasinin bütün araçlarını kullandık.
Bakın, ikili angajmanla Suriye’yle dokuz ay çaba sarf ettik. Sayın Başbakanımız gitti, ben gittim defaatlerce ve Suriye yönetimini, barışçıl bir geçiş süreci için ikna etmeye çalıştık. Arap ligiyle bölgesel angajman yaptık, birlikte çalıştık. Daha sonra Türkiye, Mısır, İran- Türkiye, Rusya, İran ve diğer birçok bölgesel ve güçlü mekanizmalar kurup Suriye yönetimine etkide bulunmaya çalıştık. Birleşmiş Milletler sistemi içinde Annan’ın Cenevre Mutabakatına en büyük katkıyı Türkiye sağladı. Brahimi ile defaatlerce konuştuk ve sürekli temas hâlindeyiz ama kendi komşu ülkelerinin bu talepleri, bölge ülkelerinin talepleri, küresel toplumun taleplerine rağmen ama en önemlisi kendi halkının taleplerine rağmen, kendi şehirlerini hava bombardımanına tutan bir yönetimle benzer düzeyde ilişki sürdürmenin şansı olmaz. Bir tercih yapmak zorunda kaldığınızda –ki bütün görüşmelerimizde hep bunu Esed’e söyledik- bizi kendi halkınla tercih yapmak zorunda bırakma. Dışarıdan bir müdahale olduğunda geçmişte hep yanında olduk, yine olursa yine yanındayız ama kendi halkına bu yöntemleri uygularsan Türkiye halkın yanında yer alır. Çünkü liderler, kişiler geçicidir, halklar bakidir.
….
Diğer ülkelerle ilgili olduğu gibi Suriye’yle ilgili de politikamızın üç ilkesine hep sadık kalacağız. Birincisi, insani boyuttur. Suriye halkını, hangi etnik kökenden, hangi mezhebi kökenden gelirse gelsin, ister Müslüman ister Hıristiyan ister Sünni ister Nusayri ister Dürzi ister Arap ister Türkmen ister Kürt olsun, hiçbir ayrım gözetmeden bizim kardeşlerimizdir, hiçbir ayrım gözetmeden. Kim, hangi gerekçeyle, hangi baskıdan kaçarak gelmiş olursa olsun, insani boyut gereği onlara kucağımızı açacağız, onlarla acımızı paylaşacağız. Bizim devlet geleneğimiz bunu gerektirir. Geçmişte Bosna’da zulüm olduğunda Boşnaklara, Kosova’da zulüm olduğunda Arnavutlara ve oradaki soydaşlarımıza, Irak’ta zulüm olduğunda Kürt kardeşlerimize ve dünyanın neresinde bir zulüm olduğunda bize gelene evimizi açtığımız gibi bunu yapacağız. Bu, mülteciler politikamızın esasıdır.
İkinci boyut, Siyasi değerler boyutu. Biz, değerlerimiz neyi gerektiriyorsa onu yapacağız. Demokratik talepler için birisi bir talepte… Hiç kimseyi demokratik talepler dışında “Ayağa kalkın” diye teşvik etmeyiz. O her ülkenin kendi iç meselesidir ama bir halk topluca, demokratik hakları için ayağa kalkmışsa, biz aynen 90’lı yıllarda Miloseviç’in ve Jivkov’un karşısında, Çavuşesku’sunun karşısında Balkan halklarının yanında olduğumuz gibi şimdi de Kaddafi’nin, Mübarek’in, Esed’in karşısında Orta Doğu halklarının yanındayız, bu açıktır.
Stratejik olarak da bölgedeki genel trendi takip ederek inşallah yeni ortaya çıkmakta olan Orta Doğu bölgesinin herkesle eşit haklara sahip, hiç kimseye hiçbir şey empoze etmeyen ama herkesle ortak kader anlayışı içinde yeni bir Orta Doğu’yu şekillendiren bir politikayı takip edeceğiz.
Son olarak Sayın Başkanım, Bakanlığımızla ilgili, Bakanlığımızın yapılanmasıyla ilgili özellikle şunu vurgulamak istiyorum: Böylesi yoğun bir dış politika gündemini yürütmek sorumluluğu büyük bir onurdur. Bu aziz milleti dünyanın her yerinden takip etmek, temsil etmek ve bu bayrağı dalgalandırmak bütün büyükelçilerimiz, bütün Dışişleri Bakanlığı mensupları için büyük onurdur ve büyük bir fedakarlık içinde çalışıyoruz. Bu dış politika gündemi içinde -sadece kıyas için söylüyorum- bizim toplam meslek ve diğer memurlar, 6 bin civarında memurla hizmet ediyoruz. Sayıyı artırmaya çalışıyoruz çünkü yeni büyükelçiliklere talepler artıyor. Almanya aynı görevi 12 bin 400 kişiyle, Fransa 15 bin, İngiltere 17 bin kişiyle yapıyor. Bu açıdan bütün Bakanlık mensuplarımız büyük bir özveriyle çalışıyor.
Bir husus daha… İnsan unsurumuzu geliştirirken su çarpıcı misali de vermek istiyorum, çünkü bugün bazı ifadeleri de okudum, genç diplomatlarımızın en iyi düzeyde eğitim almaları için her türlü fedakarlığı yapıyoruz. Bizim Diplomasi Akademisini yeniden yapılandırdık ve yeni diplomatlarımıza şu şartı getirdik: “İngilizce veya Fransızca bilmenin dışında mutlaka komşu ülkelerden birinin dilini bileceksiniz.” Her biri mutlaka bir dil daha öğreniyor. İki, mutlaka küresel ölçekte konuşulan bir başka dili daha öğrenecek bir diplomat kurumumuz olacak yani Çince, Hintçe ve İspanyolca gibi. Dolayısıyla, yeni nesil Türk diplomatlarının sadece eski sömürge döneminden kalan İngiliz ve Fransız ekolüne dayalı ikili bir bölünmeyi değil küresel trendi takip edecek ölçüde bir donanımla, bir birikimle yetiştirilmelerini istiyoruz. Hemen görev vermiyoruz, her birine yüksek lisans ve doktora yapmalarını telkin ediyoruz, akademik geçmişinin bağlamında da tek tek birçoğunun doktora tezlerini takip ediyorum. İstiyoruz ki yeni dönem diplomatlarımız, bu donanıma gelsinler, Diplomasi Akademisini uluslararası bir niteliğe kavuşturacağız ve çevre ülkelerin diplomatlarının da burada yetişmesini sağlayacağız. Geçen sene 67 ülkeden diplomata eğitim verdik, 67 ülkeden. Şimdi, daha uzun dönemli olarak yüksek lisans tezi veya bir diploma verecek şekilde komşu ülkeler, özellikle de demokrasileri yeni gelişen ülkelerin diplomatlarını Türkiye’de eğitmeye kararlıyız, Orta Asya cumhuriyetleri de dâhil. Şimdi, böyle bir yapılanma içinde insan unsurunu geliştirirken, büyükelçiliklerimizin yapısını da geliştiriyoruz.
Sizinle onurla paylaşmak istediğim son önemli adımımız, Berlin Büyükelçiliğimizin yapılmasıdır. İnşallah değişik vesilelerle sizler, Berlin’e gideceksiniz ve Büyükelçiliğimizi göreceksiniz. Üç-dört sene önce biz Almanya’ya gittiğimiz de hep şeyden şikâyet edilirdi, başkonsolosluklarımızın metruk yerlerde veya sokak içinde olması vesaire. Berlin Büyükelçimiz yüz sene önce, 1918’de İbrahim Hakkı Paşanın aldığı arsa üzerinde, o arsayı iki misli genişleterek Berlin’deki en büyük, en güzel estetiğe sahip büyükelçiliklerden birini kurduk, Türk mimarisinin de esintilerini taşıyan. Abu Dabi’de örnek bir mimariyle bir yeni büyükelçilik kurduk. Şimdi, Somali’de büyük bir büyükelçilik inşa ediyoruz. Afrika’daki bütün büyükelçiliklerimizi ve şu anda kullanmakta olduğumuz büyükelçilikleri yenileştiriyoruz. Yunanistan’da –gidenler bilir- zor görev yürüttüğümüz bir binamız vardı, hemen karşısındaki binayı da satın aldık ve Atina’nın merkezinde çok geniş imkâna sahip bir büyükelçilik altyapımız oldu. Bunu şunun için arz ediyorum: Başta söylediğim gibi demokrasisi güçlü, ekonomik restorasyonu sıhhatli bir şekilde yürüyen bir ülkenin, dış politika restorasyonu da sağlam temeller içinde geleceğe yürütecek.
Bu çerçevede, beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyorum ve 2013 yılı bütçemizi, 1 Milyar 614 milyon 984 bin Türk lirası olarak Komisyonunuzun onayına sunmuş olduğumuz bu bütçemizi olumlu oylarınızla tasdik edeceğinizi ümit ediyorum, saygılar sunuyorum, teşekkür ederim.