Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Yurtdışı Vatandaşlar Danışma Kurulu Toplantısında Yaptıkları Konuşma, 17.06.2013, Ankara

Sayın Başbakan Yardımcım,
Sayın Avrupa Birliği Bakanımız,
Yurtdışı Vatandaşlar Danışma Kurulu’nun değerli üyeleri,

Her şeyden önce tekrar hoş geldiniz diyorum. Sabah Sayın Başbakanımızın konuşması öncesinde kısaca görüşlerimi arz etmiştim. Onları biraz daha açmak istiyorum müsaade ederseniz. Bu toplantılar hem bir muhasebe imkanı verir, hem ortak vizyonumuzu tekrar gözden geçirirken, uygulamada karşı karşıya kaldığımız meseleleri ele almamıza imkan verir.

Sabahleyin çok kısa bir cümle zikretmiştim. Bazı milletler hareketli milletlerdir; tarihlerini hareket ederek yazarlar. Bazı milletler daha statik coğrafyalarda statik mekanlarda olur. Bizim tarihimize bakıldığında, en geniş kapsamıyla milletimizin hareket halinde tarih yazdığını görürüz. Aslında Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar tabiri, bu Kurum kurulurken o zamanki Devlet Bakanımız Sayın Faruk Çelik’le oturup ismi en iyi nasıl olabilir diye düşündüğümüzde, birçok formülasyon üzerinde durmuştuk. Dikkat edin, orada bir tabir daha var: akraba topluluklar. Bir millet ve o milletin etrafından halelenmiş birçok milletler, birçok topluluklar, kaderini onlarla birlikte görmüş topluluklar... Eğer sabit bir yerde olmuş olsaydık, muhtemelen sadece vatandaşlardan bahsedecektik. Ama hareket eden bir millet, tarihi hareket ederek yazan bir millet, kendi vatandaşlarını tarih içinde modern bir devletin vatandaşları olarak bugüne taşımış bir millet, aynı zamanda birçok akraba toplulukla, birçok dost toplulukla iç içe geçer, kader birliği yapar.

Ben üç kez büyük bir yürüyüş içinde olduğumuzu düşünürüm tarihte. Birincisi, 9’uncu, 10’uncu yüzyıldan başlayarak Buhara’dan, Semerkand’dan, Maveraünnehir’den kopup, İran içinden, Mezopotamya’dan, Anadolu’dan ta orta Avrupa içlerine, Macaristan’a kadar, Orta Afrika içlerine Timbuktu’ya kadar -ki oralarda da eserlerimizle tarihimizin bir parçası yatıyor- bir büyük yürüyüş... O yürüyüş içinde birçok kavim, bugünkü anlamda ulus veya kavim anlamında sınırlandırılmamış bir millet olgusu içinde kaynaştığı, bütünleştiği bir kadim medeniyet kurdu. Geçen ay Kazakistan’da Hoca Ahmet Yesevi’nin Türbesini ziyaret ettiğimizde Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanımız da oradaydı. Onun çilehanesinde tefekkür ettiğimizde, bir anda gözümde Hacı Bayramı Veli, Akşemseddin, Hacı Bektaşi Veli ve tabii ta Macaristan’da Gülbaba canlanmıştı. Ve emin olunuz Hoca Ahmet Yesevi’nin mekânında aldığımız koku, Hacı Bayramı Veli’nin mekânında, burada Ankara’da aldığımız kokuyla, Hacı Bektaşi Veli’nin mekanında, Mevlana Celaleddini Rumi’nin mekanında ve nihayet Gülbaba Türbesinde aldığımız koku aynı kokudur. Bu sadece misk kokusu değil, insanlığa belli değerleri yansıtmak üzere bir kültür, bir felsefe dokuyan, bir köprü, medeniyet birikiminin ilham kokusu. Bu büyük yürüyüş, büyük şehirlerin kurulmasına öncülük etti. Saraybosna’yı, Üsküp’ü bugünkü kadim şehirler olarak veya diğer birçok yerlerindeki şehirlerde bıraktığımız izlerle hala gururla onu anıyoruz.

İkinci yürüyüşümüz defansif bir yürüyüştü. Balkan Savaşlarından başlayıp İstiklal Harbinin sonuna kadar… Sabahki video sunumunda Yemen Şehitliğinden bahsedildi. Ben nereye gidersem gideyim mutlaka şehitlikleri ziyaret ederim, birçok Bakan arkadaşımızın, Başbakanımızın yaptığı gibi. Yemen Şehitliği de bunlardan biridir. O şehitler içinde hemen hemen bütün bir bahsettiğim deminki coğrafyanın bütün beldelerinden gelenler var. Şimdi, diyelim bir Üsküplü için çok uzak bir diyar olan Yemen, o zaman savunulması gereken bir vatan toprağı olarak telakki edilmiş. Myanmar’a Büyükelçimizi gönderirken verdiğimiz iki talimattan biri, Myanmar’a Dünya Savaşında tutsak edilerek götürülen ve orada şehit düşen, orada kalan 6 bin şehidimizin şehitliklerini tespit edip onlara uğrunda şehit düştükleri iki emaneti yani, Kur’an-ı Azimüşşan’ı ve al bayrağı götürmeleri olmuştur.

Bu aynı zamanda biraz önce zikrettiğimiz akraba topluluklarla aramızdaki derin bağı bugünlere taşıyan bir büyük savunma, bir büyük değer müdafaasıydı. Bugün bizden medet uman, bizden destek bekleyen birçok millet, dost ve akraba topluluklar, aslında İstiklal Harbimize ellerinde kalan son altını, hanımlarının son yüzüğünü de gönderen milletlerdi; Afganistan, Hint Müslümanları, Arakanlılar, Afrika içlerinden halklar. Evet, Anadolu’da eğer bizim medet ve ümitle baktığımız bu topraklarda bir düşüş olursa hepimiz etkileniriz, hepimiz bu kaderi paylaşırız düşüncesiyle ellerindeki son değerlerini, son kıymetlerini gönderen birçok akraba toplulukların bugüne yansıyan ilişkileri o zamanki zeminde oluştu. Onları rahmet ve minnetle anıyoruz. Dış politikamızı geliştirirken her zaman o tarihi arka planda, bizi tarihte yalnız bırakmamış olanları bugün de biz de yalnız bırakmama idealini her zaman taşıdık, taşımaya devam edeceğiz.

Üçüncü büyük yürüyüşümüz, ilginçtir bugün tam da sizlerin bir Danışma Kurulu Heyeti olarak neredeyse üç neslin birikimini buraya taşıdığınız yürüyüştür. 1960’larda başlayan, Anadolu’nun içlerinden, her bir kasabadan, köyden, Kulu’dan, Emirdağ’dan, Giresun’dan, Sivas’tan, her bir yerden… Bu sefer ekonomik bir yürüyüş, rızk aramak, helal ve alın teriyle ailelerine rızk temin etmek üzere temiz Anadolu insanının Avrupa şehirlerine, fabrikalarına yürüyüşü. Maden ocaklarında çekilen çileler… Çok erken yaşlarda zor şartlarda çalıştığı için vefat eden amcalarımız, dedelerimiz. Bu da bir yürüyüştü. Ve bugün o yürüyüşün mirası, düşünün, üç nesil geçmiş kabul edilebilir, ama nihayetinde 50-60 senelik miras 6 milyon vatandaşımızın yurt dışında bulunuyor olmasıdır.

Bu, tarihte bir seferinde egemen olmadığımız ülkelerde en fazla vatandaşımızın bulunmasıdır. Genelde biz egemen olarak başka milletlerle kaynaştık. İlk defa tarihte egemen olmadan, yani devletin sahibi olmadığımız yerlerde başka milletlerle kaynaşma tecrübesi yaşıyoruz. Ve çok zor şartlarda… Biraz önce Avrupa Birliği Bakanımız ne güzel ifade etti: işçi bekliyorduk insan geldi. Mekanik gibi görünen bir ilişkiydi başta. Gelsinler, çalışsınlar, kazansınlar, memleketlerine göndersinler. İşleri bittiğinde, yani Avrupa’da insan gücüne ihtiyaç kalmadığında memleketlerine dönsünler diye bakılan kitle, her zaman olduğu gibi -onun için geçmiş tarihten misal verdim, hareket eder ama gittiği yere de kendi kimliğini, kendi varlığını taşır. Yine tarihte olduğu gibi, geri dönmek üzere değil gittikleri topraklardaki insanlarla kaynaşmak ve orada kendi kültürlerini yaşamak üzere kalan bir büyük kitle oluştu, her yerde. Onlarla da her gittiğimizde buluşuyoruz. Onların haklarını, hukuklarını korumak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin onurudur. Vatandaşlarının hukuklarını koruyamayan bir devletin kendi topraklarında egemenlik iddiası zaafa uğrar. Egemenlik, hem kendi toprakları üzerinde güç kullanma iradesidir ve nihayetinde sadece ve sadece millete dayanması gerekir. Ama aynı zamanda toprakları dışında bulunan her bir vatandaşını takip etme, onların başına bir iş geldiğinde onlara yardımcı olma, koruma ve kollamadır.

Bana Dışişleri Bakanlığı görevi esnasında en büyük haz veren hususlardan biri -ki çok sık yaşıyoruz, birçoğu gazete haberlerine sadece küçük bir haber gibi düşüyor, bizim için bazen yıllar süren bir takibin neticesinde oluyor: şu veya bu şekilde kaçırılan, kaybedilen vatandaşlarımızın kurtarılması çalışmalarıdır. Sertaç isimli bir kardeşimizi bundan birkaç ay önce 1,5 sene gittiği ve bulunduğu yeri adım adım takip ederek sonunda kurtardığımızda Manisa’daydık, bir şükür namazı kıldık. Ailesine aman söylemeyin, yavaş yavaş çaba sarf edeceğiz, kurtaracağız diyoruz. Onların hissettiği, kamuoyunun bilmediği bir süreç 1,5 yıl devam eder ama sonunda şunu gösterdik: Türkiye Cumhuriyeti Devleti her bir vatandaşını bulunduğu yerde koruma kudretine sahiptir. Bu bizim asli görevimiz. Bu görevi ifade etmek için hiçbir engel tanımayız. Bu görevi ifa ederken kendi ailemize, çocuklarımıza, eşimize, kardeşimize sahip çıkıyormuş gibi her bir vatandaşımıza sahip çıkarız. Bundan emin olunuz. Elhamdülillah geçmişteki hükümetler de mutlaka bu iradeye sahiptiler. Ama şunu söyleyeyim: Nihayet bu iradeyi takviye eden şey kudrettir. Bugün bunu yapabilecek kudrette bir altyapıya sahibiz. Aslında yaşadığımız süreçler -ki biraz sonra üzerinde duracağım, bu gücün ve kudretin test edilme çabasıdır. Bunu test etmeye kimsenin gücü yetmeyecek.

Biraz önce zikrettim, bu yürüyüş içinde bir iç halka olarak vatandaşlar var. Onların çocukları, torunları.. Nerede olurlarsa olsunlar Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan vatandaşların sahip olduğu haklara ve devletin şefkat ve kudret eline her zaman muhatap olacaklardır. Hiçbir şekilde bundan şek ve şüphe edilemez. Bir de ikinci bir halka var. Ben bunu tarihdaşlar olarak tanımlıyorum, tarihdaşlar. Yani, belki modern vatandaşlık kimliğiyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bir vatandaşlık kimliğiyle bağlı olmayan, ama kültürel kimlik itibariyle kendisini Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve bu milletle bir şekilde aynileştiren çok geniş bir dost halkası. Son 10 yıl içinde takip ettiğimiz dış politika, bu dost halkasının daha görünür olmasını mümkün kıldı. Eskiden susan veya eskiden en azından gönülden seven tarihdaşlar şimdi sahneye çıkıyorlar, öne çıkıyorlar ve sahip çıkıyorlar. İşte birkaç gün önce Saraybosna’da, Üsküp’te bütün Balkanlar’ın Başbakanımıza sahip çıkma iradesi gibi. Sahip çıkıyorlar çünkü biliyorlar ki eğer Anadolu’daki devlet kudretliyse onlar da bulundukları yerlerde emin olacak. Eğer onların başına bir şey gelirse biliyorlar ki Anadolu’daki o kadim medeniyetin son büyük istiklal mücadelesini veren bu milletin bu devleti onların sıkıntılarında, başları daha sağa veya sola dönmeden onların yanında olacaklar. Hamd olsun ki ister Pakistan’da deprem veya sel olsun, ister Somali’de açlık olsun, ister Bağdat’ta, Erbil’de, Kerkük’te bir terör saldırısında yaralanan kardeşlerimizi getirmek olsun, ister Srebrenitsa’ya dönmek isteyen kardeşlerimize yardım olsun, isterse Timbuktu’daki tarihi mirası koruma konusunda olsun, her konuda o tarihdaşların çağrılarına cevap verebilecek bir devlet ve bu devletin geliştirdiği bir stratejik anlayış var. Kimse bunun önünü kesemeyecek, kimse şu veya bu gerekçeyle Türkiye’yi sadece yakın çevresi veya kendi problemleri, iç problemleriyle tekrar sınırlı düşünen bir ülke haline getiremeyecek.

Şimdi sizden beklentimiz şu, bunun onun için zikrediyorum: Vatandaşlar olarak örgütlenirken bu tarihdaşlar halkasını da bu örgütlenmeye katın. Onları ihmal etmeyin, onlar bu topraklara sizin kadar eminim bir hasretle, sadakatle, İstanbul dediklerinde gözleri yaşaran insanlardır. Onlarla halkaları genişletin, çünkü biz de genişletiyoruz. Şimdi ben nereye gitsem vatandaşlarımızla toplanıyorum diaspora olarak. Tabii bu zaten asli görevimiz. Ama daha önce hiç olmayıp şimdi olan bir vaka, Somaliler de benden mutlaka buluşma istiyorlar. Helsinki’ye gittik, 30 bine yakın Somalili var. Finlandiya’da Somalili olduğunu düşünmezsiniz ama Somalililer Finlandiya Hükümetine başvurarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti Dışişleri Bakanıyla görüşmek istiyoruz diye randevu talebinde bulundular. Ve konuşmamızdaki sıcaklık, kendi vatandaşlarımızla konuşmamızdaki sıcaklığın aynısıydı. Bu bizim gücümüzdür. Sizlerden de vatandaş danışma toplantıları içinde mutlaka tarihdaşlarımızla bağlarımızı da ele almanızı rica edeceğim.

Bir başka halka daha var: bir de gönüldaşlar var. Yani, yeni açtığımız alanlarda, geçmiş tarihi ortak zemini olmasa bile şimdi Afrika’da, Orta Afrika’da, Güney Afrika’da milletler, devletler Türkiye’ye öylesine büyük bir gıptayla, özlemle bakıyorlar ki… Latin Amerika’da, yeni açılım yaptığımız yerlerde yeni keşfettiğimiz o geniş dostluk halkaları var. Onlara da elimizi uzatmamız gerekiyor.

Ve nihayet bulunduğumuz ülkenin vatandaşlarına, komşularımıza Türkiye’nin dostları olarak yaklaşmamız lazım. Yani, dost kılınması gereken yakınlarımız, komşularımız olarak bakmak lazım. Irkçılar olabilir, size nefretle bakan bazı kesimler olabilir. Siz o nefretle bakanlara Mevlana üslubuyla bakmak durumundasınız. Onların ırkçılıklarına veya şiddetlerine aynı şiddetle karşılık vermeyiz biz. Biz onlara Hazreti Mevlana’nın, Hoca Ahmet Yesevi’nin, Hacı Bektaşi Veli’nin, bütün bu büyüklerin üslubuyla yaklaşırız. Dost kazanmak üzere bir yola çıktık. O bakımdan da sizlerin her birinizin bulunduğunuz ülkelerde daha çok Türkiye dostu edinmeniz, daha çok insanı Türkiye dostu yapmanız, onları bu ülkeye ister turist, ister kültür elçisi olarak göndermeniz bize en büyük destektir. Lütfen bu konuda da bize yardımcı olun, sizin yardımlarınıza her zaman ihtiyacımız var.

Bütün bu halkaları ve genel çerçeveyi çizdikten sonra 6 zeminde vatandaşlarımızla ilgili perspektifimizi paylaşmak istiyorum. Birincisi psikolojik zemin. Psikolojik zemin önemlidir. Aslında biraz önce zikrettiğim hususlar buna bir girizgâh mahiyetindeydi. Psikolojik zemin, aramızdaki ilişkiler meselelerimize bakışımızdaki psikolojik ortamın, psikolojik ilişkinin temel kavramı değerli arkadaşlar, değerli kardeşlerim; özgüvendir. Sabahleyin Sayın Başbakanımız da vurguladı. Özgüven, bir milleti ayakta tutan en önemli psikolojik güçtür. Hele hele bizim milletimizin özgüven sahibi olduğunda nelere muktedir olabildiğini Çanakkale Savaşında, umutsuz birçok anlarda ve son 10 yıl içinde bütün dünya şahit oldu. Allah muhafaza özgüvenimizi kaybettiğimizde nelerle karşılaşabileceğimizi, nasıl bir felaket senaryosu çıktığını gördük. Her siyasi sorunu aşarız, her kültürel meseleye çözüm buluruz, her ekonomik krizi aşarız. Yeter ki özgüvenimiz kuvvetli olsun. Yeter ki kendimize, ait olduğumuz millete, mensubiyet hissettiğimiz medeniyete ve vatandaşı olmaktan gurur duyduğumuz devlete güvenimiz sarsılmasın. Son üç hafta içinde yaşananların eğer tek bir hedefi varsa, bu özgüveni sarsmaktır.

Son 10 yıl içinde yaşanan devrimleri, sizler gururla bütün bulunduğunuz ülkelerde takip ettiniz. Ekonomik alanda ne kadar büyük devrim yaşandı. Milli gelirimiz 4 misli arttı, IMF’e borçlarımız silindi. Biraz önce Avrupa Birliği Bakanımızın zikrettiği gibi, iki ihalede 1985’teki milli gelirimiz kadar kazanç üretebilecek ihaleler yaptık, olağanüstü. Ulaştırmada 6 bin kilometre olan çift yola 16 bin kilometre ekledik. Sağlıkta devrim yaptık. Tarımda dünyanın yedinci büyük ülkesiyiz. Dış politikada, sadece dış politika temsili bağlamında büyükelçilik sayımız 94’ten 124’e, toplam dış temsilciliğimiz 163’ten 213’e çıktı. Şu anda dünyada en fazla dış temsilciliği olan dokuzuncu ülkeyiz. Yani, Cumhuriyetimizin 100. yıl hedeflerinin ilk 10’a girmesini gerçekleştirdik. İnşallah önümüzdeki iki yıl içinde açacaklarımızla sayı 231’i bulduğunda, dünyada en fazla dış temsilciliğe sahip beşinci ya da altıncı ülke olacağız, diğer ülkelerin konumuna göre. Yani, bir P-5 olacak, bir de biz olacağız. Bu da bizim gücümüz.

Bütün bu devrimlerin arkasında, bu devrim mahiyetinde 10 yılda gerçekleştirilenlerin arkasında tek bir sır kelime aranıyorsa arkadaşlar, o da özgüvendir. Özgüven devrimidir. Psikolojik bir devrim yaşadı toplumumuz. Kurumlarımız, vatandaşlarımız ölçek büyüttüler. İş adamlarımız ölçek büyüttü. Akademik kurumlarımız ölçek büyüttü. Şimdi birileri bu özgüveni sarsmak istiyorsa, biz topluca 76 milyon ve dışarıdaki bütün vatandaşlarımızla birlikte hayır diyeceğiz. Bir kere bu milletin damarlarına bu özgüven aşısı yapılmışsa hiçbir güç onu durduramaz. Hiçbir güç bu özgüvenimizi kaybetmemize yol açacak şekilde bir psikolojik harekât yapamaz. Mayıs ayı bu anlamda her alanda zirve yaşadığımız bir aydı -ki bunu çok zikrettik- inşallah önümüzdeki dönemleri bu zirveleri tekrar tekrar yaşayarak geçeceğiz.

Bu açıdan Türkiye’nin başarıları sizin başarılarınızdır, sizin özgüveninizi takviye eder. Ama sizin başarılarınız da Türkiye’nin özgüvenini takviye eder. Yeni başarı hikayelerine ihtiyacımız var. Kişisel düzeyde, toplumsal düzeyde, yurtdışında yaşayan kardeşlerimizin yeni başarı hikayelerini ortaya koyması lazım. Bana Dışişleri Bakanı olarak sorsanız: size verilmiş en büyük ödül nedir? Birçok güzel şeyler söylenebilir, ama temsil ettiğimiz ülke adına, millet adına ve Hükümetimiz adına bana en büyük iltifatı bir Kululu kardeşim yapmıştı. İki sene önce Kulu’da bulunurken, uzun yıllar önce 70’li yıllarda İsveç’e gitmiş bir kardeşimiz yolda beni çevirdi ve aynen şöyle dedi: Sayın Bakanım, bunu Başbakanımıza da iletin: Sayın Başbakanımıza, sizlere teşekkür borçluyuz, dedi. 70’li, 80’li yıllarda, ilk gittiğimiz dönemlerde, 90’lı yıllarda İsveç’te hangi toplumsal meclise girsek, sosyal bir çevreye girsek Türk olduğumuzu saklamaya çalışırdık. Kimse bize Türkiye üzerine sormasa da felaket haberleri vermek zorunda kalmasak diye gizlenmeye çalışırdık. Ama son 10 yıl içinde bu tür çevrelere girdiğimizde hiç kimse bir şey sormadığında dahi gözlerinin içine bakıyoruz ve ah keşke bir sorsalar da Türk’üz diye haykırsak diyoruz, dedi. İşte verilmiş en büyük hediye bu bana.

Şimdi sizlerde bu özgüven oldukça, güçlü bir mensubiyet ve kimlik bağını bu topraklarla sürdürdükçe, bilin ki bizler de burada kendimizde daha özgüven hissedeceğiz ve buradaki her başarı da sizin özgüveninizi takviye edecek. Lütfen döndüğünüzde hangi ülkelerde olursanız olun şu mesajı iletin: Ne olursa olsun ve nasıl yansıtılırsa yansıtılsın, hiç kimse bu milletin 10 yıl içinde ulaştığı özgüveni yıkamayacaktır. Bu özgüvenle çok daha büyük başarı hikayelerine hazır olun ve bu başarı hikayelerini birlikte yazmaya da hazır olun. Bu mesajı ilettin gittiğiniz yerlere.

İkincisi, kültürel zemin. Kültürel zemin son derece önemli. İnsanlar ve insanlık onuru kültürel kimlikle ve aidiyetle, mensubiyetle ayakta durabilir. Her birimiz insan olarak insanlık aleminin bir parçasıyız. Ama aynı zamanda da aidiyet hissettiğimiz bir kültürün, bir medeniyet havzasının, bir milletin parçasıyız. Bir topluluğa sen bu kültürel kimliğini unut dediğinde, aslında sen onurundan taviz ver demiş oluyorsunuz. Entegrasyonla asimilasyon arasındaki fark da budur. Entegrasyon onurlu bir iletişimdir. Entegrasyon iki kesim, iki toplum, bir toplum veya bir ülke arasında nihai kertede onurlu insanların yaptıkları iradi bir tercihtir. O toplumun parçası olma iradesini kabullenmektir. Asimilasyon ise, bir insanın kimliğini, nasıl kolumuzu, bacağımızı, gözümüzü ayırdığınızda biyolojik kimliğiniz kalmaz, kültürel aidiyetinizi parçaladığınızda, o kimlik ortadan kalktığında da ruhi bir varlık olarak onurlu bir insan kimliğini kaybetmeye başlarız. Bir insana dönüp, sen dilini, dinini, örfünü, adetini unut dediğinizde, aslında kimliğini ve insanlık onurunu unut demiş olursunuz. Biz egemen olduğumuz asırlar boyunca hiçbir millete bu anlamda bir unutma psikoloji yaşatmadık. Yaşatmamak aslında o uzun devlet geleneğimizin bir parçasıdır. Her yerde bunlara saygı duymak durumundayız. Gittiğimiz yerlerde de, ister Almanya olsun, ister Fransa, ister Avustralya, ister Amerika, Kanada, öncelikle bizim mensubiyetimizin, kültürel aidiyetimizin ayrılmaz parçaları olan Türkçemizi, dinimizi, adetlerimizi, örflerimizi koruyacağız. Kim bunu korumak bu topluma entegre olmaya engeldir diyorsa, bir insanlık suçu işliyordur. Bu topluma entegre olmanız için -aslında kastedilen asimilasyondur- dilinizi, dininizi, kültürünüzü unutun dedikleri andan itibaren bir tür kültürel asimilasyon faaliyeti başlamış demektir.

Bizim üzerimize düşen görev, üçüncü ve dördüncü neslin artık gelmeye başladığı yurtdışı vatandaşlarımızın kültürel kimliklerini koruyacak her türlü tedbiri almaktır. Sizler alanda bulunan öncüler olarak, bizler bu hedefin uygulayıcısı Hükümet ve kurumlar olarak birlikte bunu nasıl güçlendireceksek, bu kimlik muhafazasını nasıl sağlayacaksak bunu temin edeceğiz. Buradaki kritik kelime de değerli kardeşlerim, içselleştirmedir. Nasıl birincisi özgüvense, ikincisi içselleştirme. Biz bu kimlikten bahsederken kendi aramızda ayrıştırılmış kimliklerden bahsetmiyoruz. Türk, Kürt, Alevi, Sünni demiyoruz. Bütün bu unsurlarıyla Türkiye ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kimliği ayrılmaz bir parçadır. O açıdan, bulunduğunuz yerlerde vatandaşlarımızla kim ayrım yapıyorsa, kim ait olduğu geçmiş etnik, mezhebi, kültürel kimlikler dolayısıyla bir ayrımcılığa yöneliyorsa bunu engellememiz lazım. Tabii farklılıklar olacak. Yaşayan, gelişen organik yapılarda her zaman değişim de olur, farklılıklar da yaşanır. Ama bu farklılıkları bir çatışma unsuru olarak görmeyeceğiz, değerlendirmeyeceğiz. Başkalarının aramızda ekmeye çalışabileceği bazı ayrılık tohumlarına izin vermeyeceğiz. Mutlaka ve mutlaka hepimiz bu anlamda ortak bir bakışla hem kendi ortak kültürel parametrelerimizi koruyacağız, hem bulunduğumuz ülkenin kültürel yapılarına intibak edeceğiz. Onlardan kopmayacağız, o kültürel yapının içinde yer alacağız.

Beni en fazla sevindiren, bugün 47 ülkede 1.335 Türk bilim adamı var ve bunların yüzde 75’i Yale, Harvard gibi çok önemli üniversitelerde. Yani, artık gidenler sadece maden ocaklarında çalışmaya gitmiyorlar. Aksine o ülkenin kültürel kurumlarının, üniversitelerin öncüsü bilim adamları var. Aramızda da var, alanda da var, onları da harekete geçireceğiz. Onların ürettiği başarı hikayelerinden, kültürel kimliğinden onur duyan, ama bulunduğu ülkenin kültürel kimliğine de entegre olabilen, onunla iletişime geçebilen, kapalı gettovari yapılarda kalmayan, kültürü korumak için artık Almanca öğrenmeyi reddeden anlayış değil, kültürü korumak için ve kültürünü başkalarına anlatabilmek için bir Alman kadar Almanca konuşan yeni bir anlayış lazım. Ama bir Alman kadar Almanca konuşurken, bir Konyalı, Kayserili, Sivaslı, Erzurumlu, İzmirli kadar da Türkçe konuşamazsa, işte o zaman alarm zilleri çalıyor demektir.

Bu kültürel zeminde en önemli tehdit unsuru yabancı düşmanlığıdır. Yabancı düşmanlığı ve son dönemde artan ırkçı aşırı sağ akımlar bizim için önemli bir tehdit odağıdır ve buna karşı hepimizin bir çaba içinde olması lazım. Geçen sene, 2011 Aralık ayında Almanya’ya ırkçı cinayetler dolayısıyla ziyaret gerçekleştirmiştim. Bir ülkeye yaptığım en uzun ziyaret olmuştu. 5-6 gün kaldım. Genelde biz aynı günde 3-4 ülkeye gitmek durumunda kalırız. Özellikle böyle bir takvimlendirme yapmıştım. Şehir şehir bütün şehit edilen, katledilen kardeşlerimizin aileleriyle konuştum, hepsinin hikayesini eşimle birlikte tek tek dinledim. Babaların hikayeleri, eşlerin hikayeleri, çocukların hikayeleri… Kimisi babasını, kimisi eşini, kimisi kardeşini kaybetmişti. Ve beni hayrete düşüren, daha sonra Alman İçişleri Bakanıyla yaptığım görüşmede de dile getirdiğim bir husustu. Bu ailelerin o acılı günlerinde 10 yıl boyunca Alman polisi her türlü ihtimali düşünmüştü. Her birinde aynı hikayeleri dinlediğim için hayretler içinde kalmıştım. Babayı sorguluyorlar cinayetten birkaç saat sonra, oğlunu sen mi öldürdün diye. Hanımını sorguluyorlar; senin bir dostun mu vardı da kocanı sen mi öldürttün diye, daha eşinin acısını yaşamakta olan bir hanıma düşünün hem ahlaki bir iftira, hem de o acıya saygısızlık. Kardeşe soruyorlar, abini sen mi öldürdün ya da babaya soruyorlar oğlunu sen mi öldürdün diye. Öyle bir oryantalist zihniyet ki bu, bunu Alman yetkililere en üst düzeyde ifade etmiştim: beni bu acıları yaşayan herkesi dinlemiş birisi olarak yaralayan husus, Alman polisinin Türklerle ilgili her şeyi düşünmesi. Türklerin eşini, babasını, oğlunu rahatlıkla öldürebilecek bir millet olma ihtimalini düşünmesi, ama Almanların içinden ırkçı bir örgüt çıkma ihtimalini göz önüne almaması. Bu hukuki hataları düzeltebilirsiniz, ama zihniyet hatasını düzeltmek kolay değil. Bu oryantalist bir zihniyet. Onun için Büyükelçimize ve bütün yetkililere talimat verdim, adım adım takip edeceksiniz. Bu davanın hiçbirisi boş kalmayacak. Hatta Türk olduğu düşünülerek öldürülen Yunanlının eşini de davet ettim. Sizin davanız bizim davamızdır dedim. Ve bütün bunları söyledikten sonra, merak etmeyin İslami teröristlerle mücadele ettiğimiz gibi onlarla da mücadele edeceğiz dediğinde muhatabım şöyle demiştim: Demek ki hiçbir şey anlatamamışız. Bu kadar acıyla ve yüreği sızlayarak ben geliyorum ve hiçbir zaman Alman terörist demiyorum, Hristiyan terörist demiyorum ve hiçbir etnik ve mezhebi tanımlama yapmıyorum. Ama siz olmamış bir şeyi İslam’la özdeşleştiriyorsunuz.

Arkadaşlar, bunu şunun için söyledim: Günlük bir olaya transfer etmek anlamında değil. Son dönemde bir Dışişleri Bakanı olarak infial etmemin sebebi, aynı zihniyetin son olaylarda gözüküyor olmasıdır. Yani, Paris sokakları, varoşları 2005’te yanarken ve bütün Paris’te hayat durmuşken -o günlerde Türkiye’de hiçbir olay yok- Avrupa Parlamentosu toplanıp kaygı ifade etmiyorsa, Avrupalı yetkililer birtakım açıklamalarda bulunmuyorsa, ya da 1 Haziran günü, yani tam da bizim güvenlik güçlerimizin Taksim’den çekilerek bazı illegal örgütlerin dahi orada gösteri yapmasına imkan tanıdığı hoşgörü gösterdiği saatlerde, günlerde Frankfurt’ta “Bloccupy” Gösterilerinde biber gazı ve tazyikli su kullanılıp bazıları yüzleri kapatıldı diye 9 saat enterne edildi göstericilerin ve bu sebeple kimse kaygı beyan etmemişken; ya da İngiltere’de iki sene önce yapılan gösterilerde, bizim bazı kahraman vatandaşlarımızın can kurtardığı gösterilerde, bütün Londra’da hayat durmuşken hiç kimse kaygı ifade etmiyorsa, bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin demokratik ve hukuk devleti olma niteliği konusunda da kimse kaygı ifade edemez, hadleri değil. Demokratik toplumlarda bu tipik işte biraz önce zikrettiğim oryantalist, bizde olursa güvenlik güçleri nasıl davranacağını bilir, çünkü, gelişmiş demokrasileri yerleştirmiş üstün bir kesimiz. Ama yok başka bir ülkede olursa, orada zinhar ne olacağı belli olmaz. Kimse Türkiye’nin geleceğinden kaygı duymasın. Türkiye ayağındaki prangaları kırdı arkadaşlar, bir daha da hiçbir pranganın bu ayağa geçirilmesine izin vermeyeceğiz, hangi gerekçeyle olursa olsun.

Çözüm süreciyle bir prangayı kırdık. Bir başka pranga getiririz ve Türklerin yürüyüşünün hızını keseriz diye düşünenler bizi tanımamışlar. Biz yola çıktık mı arkamızda milleti, önümüzde tarihi, gönlümüzde de Rabbimizin takdirini düşünürüz, başka da bir şey düşünmeyiz.

Bu yabancı düşmanlığı bir zihniyet problemidir. Bu zihniyet problemini aşmadıkça da bu toplumların başkalarını gerçek anlamda entegre etmesi çok zor. Onlara yardımcı olacağız. Entegrasyonun nasıl olabileceğini, İstanbul’da bir sokakta havranın, sinagogun, farklı mezheplerdeki sinagogların, kiliselerin, caminin nasıl asırlar boyu yaşadığını anlatacağız. Öğrenmeye ihtiyaçları var. Entegrasyon nedir dendiğinde bunu anlatabilecek bir kültürel geçmişiz var hamd olsun. Ama kültürel aidiyetimizden emin olurken, bu zihniyet problemleriyle mücadele ederken hiçbir zaman insanlığın temel değerlerinden, evrensel değerlerinden de taviz vermeyeceğiz. Nasıl Türkiye Cumhuriyeti Devleti ne olursa olsun demokratik haklardan ve insan haklarından taviz vermeyecekse, her biriniz bulunduğunuz yerlerde vatandaşlarımızın hukuku anlamında da, orada yaşayan diğer o ülke vatandaşlarının hukuku anlamında da insan hakları sözcüsü olacaksınız. Ancak o zaman biz sadece kendi haklarımızı değil, başka insanların haklarını da savunduğumuzda gerçek anlamda bir etkide bulunabiliriz.

Üçüncü zemin sosyolojik zemindir. Bakınız yine o örnekten hareketle söyleyeyim: o Neonazi cinayetlerini dinlediğimde eğer bu ırkçı yaklaşım üzmüşse, bir başka şey daha üzdü. Hemen hemen bütün vatandaşlarımızın söylediği şey şuydu: özellikle birkaç vatandaşımızın -şimdi kendilerini tanımlayarak açıklamak istemem ama, bazı hanım kardeşlerimizin kahredici şekilde söylediği şu söz benim hala yüreğimde bir sızıdır: Evet Almanların böyle davranmalarına nihayet katlanmıştık, ama Almanlar bizim eşimizi, babamızı, eroin veya dönerci, işte kaçakçılık yapıyor suçlamaları üzerine etrafımızdaki bütün Türklerin bizi yalnız bırakmalarını hiç unutamıyoruz, dediler. Bir suçlama olabilir, ama bu suçlama delillendirilinceye kadar biz onu bir nihai suç olarak göremeyiz. Bir anda yalnızlaştığımızı hissettik, bütün dostlar çevremizden uzaklaştı, dediler.

Arkadaşlar, belki de yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın sahip olması gereken en önemli özellik sosyal dayanışma bilincinin en üst düzeye çıkartılmasıdır. Başarıları paylaşalım, acıları paylaşalım, hata bile yapsalar vatandaşlarımızı, dostlarımızı, akrabalarımızı o hatadan döndürmeye çalışalım. Ama zinhar terk etmeyelim. Hiçbir insan umutsuz vaka değildir. Suçlu bile olsa hapishanede onları ziyaret edelim. Onların hallerini görelim, dinleyelim. Genç nesilden birçok böyle hapishaneye düşmüş olanların olduğunu biliyoruz. Hele hele böyle bir suçu olmamış acı yaşayan o kardeşlerimize benzer durumlarda sakın ola ki mesafe koymayalım. Yeni bir sosyal networking geliyor. Bunu söylerken sadece size değil, onları o günlerde bu kadar yakın takip etmemiş olan Büyükelçim ve Başkonsoloslarımıza da söyledim. Ve topladım hepsine şunu söyledim: Bundan sonra bir tek vatandaşımızın gözünden bir tek damla gözyaşı dökülürse ya da herhangi bir yerinden bir tek damla kan damlarsa yere, bunu önce benim Başkonsolosum ve Büyükelçim görecek. Başkası görmeden o görecek, başkası o gözyaşını silmeden bizim Başkonsoloslarımız görevlilerimiz silecek. Başkası o kanun hesabının veya suçlamasını yapmadan biz bunu yapacağız.

Onun içindir ki o tecrübeden sonra değerli arkadaşlar, o tecrübelerden sonra döndük Adalet Bakanlığımızla birlikte bir çalışma yaptık ve Adalet Bakanlığıyla Dışişleri Bakanlığımızın imzaladığı protokolle bütün önemli başkent merkezlerine hukuk danışmanları gönderdik. Şu anda her bir başkonsoloslukta, önemli merkezlerde bir hukuk danışmanı var. Her an işleyen bir hukuki danışma süreci başlattık. Hiçbir vatandaşımız avukat bulamamak ya da hakkıyla savunulmamak dolayısıyla mağdur olmayacak. Onların hukukunun takipçisi biziz. O kardeşlerimize de, o Neonazi cinayetlerinde yakınlarını kaybedenlere de söyledik; bütün mahkeme masrafları, her şey dahil olmak üzere neye ihtiyacınız varsa her zaman yanınızdayız.

Hatırlıyorsunuz, o mahkemeye girebilmek için dahi ne kadar büyük çabalar sarf ettik. Şimdi düşünün, insanın burada hukuk devleti kavramı etrafında yine tepki göstermemesi mümkün değil. Dediler ki bize, herkes sıraya girip mahkemeye girecek. Milletvekillerimiz, Alman mahkemelerine saygı gereği sabahın erken vakitlerinde gittiler herhangi bir vatandaş gibi sıraya girdiler, o mahkemeye girebilmek için, onu elde etmek için de büyük mücadele sarf ettik. Ama şimdi Avrupalı milletvekili gelip olağanüstü şartlardaki bir yere ben istediğim zaman girerim derse, Almanya ne kadar hukuk devletiyse Türkiye de o kadar hukuk devletidir. Bu kurallara uyun. Bizim İnsan Hakları Komitesi üyelerimiz, yani Türkiye Büyük Millet Meclisindeki üyelerimiz giderken sıraya girecekler ve hukuk devleti kurallarına uyacaklar. Onlar geldiklerinde her yere girebilecekler. Biz misafir olarak onları her yere, evimizin başköşelerine oturtur, başımızın tacı yaparız. Ama müfettiş edasıyla gelirlerse, hukuk devleti kurallarına uyarlar. Bize eleştiri yapacaklarsa bunu da paylaşırız. Hiçbir demokrasi mutlak anlamda mükemmel değildir. Onu da daha ileri aşamaya getiririz. Ama kendi ülkelerinde karşı çıkmadıkları uygulamalara bizde karşı çıkarlarsa, işte o zaman bizim de onlara bu soruyu sorma hakkımız doğar. Herkes özgürlükleri, hukuk devleti kurallarını aynı ölçüde saygıyla uygulamak durumundadır.

Dördüncü zemin, ekonomik zemindir. Biraz önce zikrettim; 50’li, 60’lı yıllarda başlayan o büyük yürüyüş, rızk temin etmek üzere yola çıkan amcalarımızın, dedelerimizin, kiminin yaşlarına göre benden tabii çok daha genç arkadaşlarımız var burada, özellikle hanımlar, mutlaka dedelerimiz dememiz lazım onlar için, ama onlar zor şartlarında evlerine, Anadolu’ya, köylerine rızk gönderdiler. Ama şimdi değişti. Yeni bir ekonomik girişimci elit var bütün dünyada. Yeni bir ekonomik girişimci elit doğuyor. Bakın 1987 yılında Türk işletme sayısı 25 binmiş Almanya’da. Buralarda 87 bin kişi çalışıyormuş, ciroları 10 milyar Avro’ymuş. Bugün işletme sayısı 80 bin, işletmelerde istihdam edilenlerin sayısı 380 bin, yıllık ciro 40 milyar Avro.

Bu, Almanya’da olduğu gibi bütün dünyada da bu şekildedir. Afrika’da yeni bir Türk diasporası doğuyor: öğretmenler, iş adamları, öğrencilerle. Biz son iki yıl içinde Afrika’da 22 adet yeni büyükelçilik açıp, sayıyı 12’den 34’e çıkarttığımızda birçok yerden eleştiriler geldi, buna ihtiyaç var mı diye. Bazıları da merakla takip ettiler. Avrupa’dan önemli bir muhatabım ne yapmak istiyorsunuz Afrika’da bu kadar büyükelçilik açarken, diye sordu. Dedim ki, aramızdaki fark şu: Sizler bulundukları merkezlerden kar etmeye çalışan, işlerini oradan yürüten, doymuş bir burjuvaziye sahipsiniz. Ama bizim girişimcimiz yeni ve dinamik, genç bir girişimci. Gidip oralarda o insanlarla hemhal olarak, kaynaşarak, onlarla birlikte ekonomik aktivite yapacaklar. Onlar nereye giderse biz de oraya büyükelçilik açacağız. Onlar nereye giderse biz oraya Türk Hava Yolları’nın seferlerini başlatacağız. Onlar nereye giderlerse biz o ülkenin gönlünü kazandırmak için oraya TİKA’yı açacağız. Onlar nereye giderlerse kademeli bir şekilde Yunus Emre Kültür Merkezleri de açılacak. Bu bir düzen içinde yürümüştür. Kervan yolda düzülmüyor artık. Kervan Ankara’da düzülüyor, yola çıkılıyor, sonuçları yolda alınıyor. Emin olun, bundan belki 10 sene sonra böyle bir toplantı yaptığımızda muhtemelen Afrika’daki yüzbinlerce vatandaşımızdan bahsedeceğiz.

Bir tek örnek vereyim: Etiyopya’da 2005 yılında bir tek Türk firması vardı ve 50 milyon dolarlık bir yatırımı vardı. Geçen birkaç ay önce gittiğimde Etiyopya’da son rakamları aldım, 341 Türk şirketi var ve 3 milyar dolar yatırımı var. Etiyopya Başbakanı -ki Dışişleri Bakanı olarak eski arkadaşımdır, özellikle rica etti: burada tamamıyla Türk kuruluşlardan oluşan bir Türk endüstri bölgesi kuralım, diye. Düşünün orada acaba ne kadar daha Türk olacak. Kemal Bey, onlara hazırlanmak lazım. Şimdiden Svahili, Havsa dillerini daha da öğretmekte fayda var. Bunu şunun için zikrediyorum: Artık ekonomik olarak çalışmak ve sadece karın doyurmak için bir Türk diasporası yok. Orada bulunan ülkelerin insanlarına da istihdam sağlayan büyük bir girişimci zümresi var. Bunu daha takviye etmemiz lazım.

Burada tek bir soruna dikkatinizi çekmek isterim. Büyükelçimiz bana zikrettiği için bunun özellikle üzerinde durmakta fayda var. Sayın Başbakan Yardımcımız, hatta diğer Başbakan Yardımcımız Sayın Babacan’la da belki ele almak lazım. Almanya’da ve Avrupa’daki birçok aile şirketinin ikinci neslinin, üçüncü neslinin o şirketi devam ettirememesi dolayısıyla kapanması ve bu yolla ortaya çıkan kayıplar meselesi önemli bir konudur. Yani bir lokanta kurmuş veya küçük bir işletme gibi, ama oğlu okumuş profesör olmuş. Benim babam da esnaftı. Ben akademik hayatı tercih ettim. Bir müddet sonra babamın dükkanı kapandı. Onların kapanmamasını veya kolektif bir şekilde çalıştırılmasını teminen ne yapılabilir, bunu düşünmek lazım. Çünkü sizin Almanya’daki, Avrupa’daki, dünyadaki her bir kuruş yatırımınız Türkiye için en büyük destektir.

Beşinci alan siyasal zemin. Buradaki temel kavram siyasal katılım. Artık biz bulunduğumuz ülkeleri geçici görmüyoruz. Sizlerin mevcudiyeti bunu gösteriyor. Bulunduğunuz ülkeleri yabancı da görmüyorsunuz, çünkü çocuklarınızın veya vatandaşlarımızın, üçüncü neslin çocuklarının hayatları orada geçti. O zaman Türkiye’nin kaderiyle ilgilendiğiniz gibi o ülkenin kaderiyle ilgileneceksiniz. O ülkenin kaderiyle ilgilenmek ne demek? O ülkenin siyasetine katılmak demek. Burada da temel meselenin çiftçe vatandaşlık olduğunu biliyorum. Çifte vatandaşlık için her türlü çabayı gösteriyoruz.

Vize konusu zaten devlet politikasıdır. Son yıllarda vize politikasında ne kadar büyük bir mesafe aldığımız konusuna girmeye bile ihtiyaç hissetmiyorum artık. İnşallah uzun olmayan bir zamanda Avrupa Birliği’yle de vizeleri kaldıracağız, bundan eminiz. Son görüşmelerde biraz daha ilerleme sağladık. Kararlı tutumuzla geri kabul anlaşmasıyla vize arasında kurduğumuz denklem çalışmaya başladı. İnşallah bunu da sağlayacağız.

Bazen Alman kanallarını izliyorum. Orada etkin bir şeklide görüş beyan edebilen bir Türk entelektüel gördüğümde, milletvekillerimizi gördüğümüzde göğsümüz kabarıyor. Önümüzdeki dönemde kritik bir seçim yine Almanya’da var, ve birçok yerde... Sizin haklarınızı bulunduğunuz ülkelerde ve Türkiye’nin o ülkeyle olan ilişkilerini kimler en iyi şekilde koruyacaksa adaylara desteğinizi ona göre tayin edeceksiniz. Bazıları bu hesabı yapıyorsa biz de bu hesabı yapmak durumundayız. Siyasal katılım konusunda sadece oy veren değil, onları orada etkin bir şekilde siyaseti yöneten, yönlendiren öncüler olmanız da büyük önem taşıyor.

Orada siyasal katılım gibi, burada da siyasal katılım önemlidir. Sabahleyin Sayın Başbakanımız da zikretti. Geçmiş hataları biraz da affettirecek şekilde, önümüzdeki dönemde yapılacak seçimlerde vatandaşlarımıza bulundukları yerlerde oy kullandırmalarını temin etmek üzerimize bir vecibedir. Bunun için gerekli kararlar alındı. Dışişleri Bakanlığımız olarak bütün büyükelçilikleri, başkonsoloslukları seferber edeceğiz. Yurtdışı Türkler Başkanlığımız olarak da bütün bu altyapı çalışmalarını yapıyoruz. Şunu söyleyebilirsiniz gittiğiniz zaman: nihayetinde seçim Türkiye’de objektif ve tarafsız bir şekilde yürütülür ve Yüksek Seçim Kurulu uhdesindedir. Ama Hükümetimiz nihai kertede vatandaşlarımızın bu hakkını bulundukları yerlerde kullanabilmeleri için her türlü tedbiri aldı ve bu tedbirlerin uygulanması yönünde hiç kimsenin tereddüdü olmasın. Son dönemde bu konudaki ilerlemeyi de takdir ediyorum.

Ekim 2007 anayasa değişikliği referandumunda gümrükte kullanılan oy sayısı 25.103 idi. Toplam yurtdışı seçmen sayısı bilinmiyordu o zaman. Şimdi o dönemde yürütülen hazırlıklarla Eylül 2010’da anayasa değişikliği halk oylamasında 196.299 kişi oy kullandı. Toplam yurtdışı seçmen sayısı 2.556.335; katılım oranı yüzde 7,6. İnşallah gümrük dışındaki alanlarda kullandırdığımızda bu oran yüzde 70’i aşacak. Haziran 2011’de 129 bin vatandaşımız oy kullanmış. Toplam seçmen 2.568.979’muş. Şimdi bu kayıtların hepsi tamamlandı. İsteriz ki önümüzdeki dönemde inşallah bütün vatandaşlarımız bu vatandaşlık haklarından istifade edebilsinler.

Son olarak da şunu zikretmek istiyorum: uluslararası etki. Psikolojik zemin var, kültürel zemin var, sosyolojik zemin var, ekonomik zemin var, siyasal zemin var, bir de uluslararası zemin var. En baştaki sözümü hatırlatarak devam ediyorum. Biz tarihte hareket ederek devletler kurmuş, şehirler kurmuş, medeniyetler kurmuş bir geleneğe sahibiz. Şundan emin olunuz: Türkiye Cumhuriyeti Devleti bir modern süreç içinde 1923’te kuruldu. Şimdi küreselleşme yaşıyoruz. Moderniteden küreselleşmeye geçerken belki de en devinimli, en güçlü kültürel altyapıya sahip, en dinamik ekonomik altyapıya sahip ve en önemlisi de bunları değerlendirebilecek en geniş tabanlı insan kaynağına sahip ülkelerden biri Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Onun için 10 yıl içinde büyük bir mesafe kat ettik.

Türkiye’nin bu başarısı hikayesinin sırrı nedir diye İngiltere’de bana sorulduğunda, şöyle bir cevap vermiştim, bunu samimiyetle sizlerle de paylaşmak istiyorum: Biz bu 10 yıl içinde yeni petrol kaynakları bulmadık, doğal gaz kaynakları da bulmadık. Birileri, ya Türkiye’yi çok seviyoruz deyip bize milyarlarca dolar da vermedi, yüz milyarlarca dolar Avrupa’da bugünlerde yapılmadığı gibi, bir sömürge geçmişimiz de yoktu sermaye birikimi sağlayan. Biz bir tek şey keşfettik, ne doğal gaz, ne petrol. Biz insanımızdaki cevheri keşfettik. Ve o cevheri bir kez harekete geçirdiğimizde nasıl netice alınabileceğini de gördük. Bu cevher harekete geçti. Bu cevheri harekete geçiren güç demokrasidir. Ne olursa olsun demokrasiden ve demokrasi yoluyla millet egemenliğine dayanan siyasal iktidarlardan vazgeçilemez. İnsan cevherini harekete geçiren demokrasidir, özgürlüklerdir. Özgürlükler esastır. Bu cevheri harekete geçirmesiyle ortaya çıkan doğru ekonomik politikalardır ve nihayet uluslararası alanda iddialı, altını çizerek söylüyorum, tekrar tekrar söylüyorum, iddialı bir dış politika vizyonudur. Bu iddiamızdan geri adım atmayacağız. Ekonomik dinamizmimizi kaybetmeyeceğiz. Özgürlüklerimize hiçbir şekilde sınırlama getirmeden, hiçbir şekilde insan hakları boyutunu ihmal etmeden daha da geliştirecek bu insan cevherimizi en üst düzeye getireceğiz ve kullanacağız, değerlendireceğiz bu insan cevherini.

Nihayet, bu anlamda hem Dışişleri Bakanlığı kadrolarımızı genişlettik yurt dışındaki insan cevherimizi harekete geçirmek için, hem mekan genişlemeleri yaptık. Birçoğunuzun belki bu salonda olanlar Başbakanımızla geçen sene Berlin Büyükelçiliğimizi açtığımızda nasıl bir gurur yaşadığınızı gördüm. Bunu da Başbakanımızın talimatı, Hükümet talimatı olarak bütün büyükelçiliklere gönderdik. Artık hiçbir büyükelçiliğimiz, vatandaşlarımız gördüğünde burası benim diye gurur duymayacağı niteliklerde olmayacak. Önünden geçerken, üzerinde al bayrak olan her bir büyükelçilik bulunduğu başkentin ya da şehrin en itibarlı binası, mekanı olacak. Bütün bu imkanları değerlendirerek, bunları zenginleştirerek uluslararası görünürlüğümüzü arttıracağız.

Bizim sizden burada beklentimiz, Türkiye’nin bu uluslararası itibarı konusunda son 10 yılda elde ettiği başarıyı ve bundan sonra aktif bir şekilde yürüteceği politikalarla bütün dünyada sadece bölgesel meselelerle ilgilenen bir ülke değil, küresel alanda insanlığın bütün meselleriyle ilgilenen bir ülke olma vasfını koruması yönünde desteğinizi esirgememeniz. Her yerde başınız dik olsun, vakur bir şekilde yolunda emin bir tarzda yürüyen bir ülkenin, bir milletin parçasısınız; bunu hiç unutmayınız. Bizim de sizden tek talep ettiğimiz şey, bu başı dik duruşunuzu muhafaza etmeniz ve bu tarihi yürüyüşte Anadolu’daki kardeşlerinizle bağınızı hiç yitirmemeniz, oradaki yeni nesillere de bu bağı sürekli hatırlatmanız.

Gideceğiniz ülkelerdeki vatandaşlarımıza, kardeşlerimize, tarihdaşlarımıza, gönüldaşlarımıza bizden selam edin. Allah yolunuzu hayırlı eylesin, toplantınızı mübarek eylesin, hayırlara vesile kılsın.