Sayın Yükseköğretim Kurulu Başkanımız,
Yükseköğretim Kurulunun değerli üyeleri,
Değerli rektörlerimiz,
Çok değerli meslektaşlarım,
Hepinizi ben de saygıyla muhabbetle selamlıyorum. Tabii meslektaşlarım dememe de müsaade edin. Burada Türkiye’yi dışa açacak, bu kadar önemli bir projenin ilk adımını atmak amacıyla bir dışişleri bakanı olarak bulunmaktan gurur duyuyorum. Aynı zamanda bir akademisyen olarak gerçekten heyecan verici bir sürecin başlıyor olmasından büyük bir onur duyuyorum.
Her başlangıç güzeldir. Her protokol yeni vizyonları beraberinde getirir. Ama herhalde en anlamlı başlangıçlar, kişinin değişik misyonlarının biraraya getirilmesi bakımından özel önem taşıyan başlangıçlardır. Bu anlamda şimdiye kadar birçok uluslararası ve ulusal nitelikte anlaşmaya imza attık. Ama bugün burada bu imzaya atarken hem Dışişleri Dakanı olarak hem de gönlüm hep üniversitelerle kalmış hep ders zamanlarında kalmış, her gittiği yerde öğrencilerini görmek arzusu içinde olan bir mütevazi öğretim üyesi olarak da bu misyondan büyük bir onur duyuyorum. Böyle bir imkanı sağladığınız için teşekkür ediyorum.
Mevlana Değişim Programı ismi ile de güzel, hedefiyle de hepimizi onurlandıran büyük bir proje. Bu isim üzerinde üzerinde biraz duracağım. Ancak müsaade ederseniz - zaten teknik düzeyde bilgi gerek sunuşta gerek Sayın Başkanımızın açılış konuşmasında verildi - öncelikle ben bu programdan ne anlıyorum; ne bekliyorum; bir öğretim üyesi olarak öncelikle neyi hedeflememiz gerekiyor, bu konulardaki kanaatlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Üniversiteler, üniversite geleneği, insanlığın ilk oluşum süreçlerinden bugüne kadar bilgi aktarımının en üst kurumları olagelmişlerdir ve bakıldığında üç temel hedefe yönelmişlerdir her dönemde. Birincisi insanlığın evrensel birikimini yeni nesillere aktarmaktır. İnsanlığa bir kayıt koymadan, herhangi bir kısıtlama getirmeden, bütün insanlığın bilgi birikimini aktarmaktır. Nerede ve ne zaman olmuş olursa olsun, eğitim kurumları ve özelde de yükseköğretim kurumları evrensel bilgi birikimini gelecek nesillerini aktarmakla ve her bir öğrenciden bilgili, erdemli, ahlaklı, onurlu bir insan yetiştirmekle kendilerini sorumlu kılmışlardır ve bunun sınırı yoktur.
İster bir İngiliz üniversitesi olsun, ister Brezilya ya da Güney Afrika üniversitesi olsun, ister bir Türk üniversitesi olsun, öncelikle önüne gelen ham malzemeyi, zihni öylesine bir şekilde yoğurmakla sorumludur - ki o zihin bir müddet sonra aynı hazreti Mevlana’nın felsefesinde olduğu gibi bütün insanları kapsar hale gelsin. Kısıtlayan, fikirlerine sınır koyan, şunları düşüneceksin şunları zinhar düşünmeyeceksin diyen bir kurum her şey olabilir ama kesinlikle üniversite olamaz. Şu kültüre açık olacaksın ama şu kültürlere kendini kapatacaksın diyen bir kurum, herşey olabilir, dogmatik bir bilgi örgütlenmesi olabilir ama kesinlikle üniversite olamaz. Biz üniversitelerimizi evrensel birikime, insanlığın ilk duygularından bugüne kadar gelen evrensel birikimin bütün unsurlarına açık zihinler yetiştirmek üzere inşa etmek zorundayız. Hele bugün küreselleşme döneminin yaşandığı bir yüzyılda bu daha da büyük önem taşıyor. Kısıtlama, sınırlama, birtakım ufukları daraltma hiçbir üniversite genelinde olmaz, olursa da yaşayamaz.
İkincisi; yani bir üniversite evrensel bir insan bireyi, bir aydın, bütün insanlığa hitap edebilecek bir bilim adamı, bir aydın yürüyen bir insanlık abidesi yetiştirmek gibi bir misyon gerçekleştiriyorsa ikinci hedefi de kendi medeniyetini kendi kültürünü yürüyen bir nesil yetiştirmektir. Birinci ile ikincisi arasında bir çelişki de yoktur. Her üniversite geleneği nihayetinde insanlık birikimine katkıda bulunulabileceği iddiasında bulunan bir kültür çevresinin ürünüdür. Yani Oxford üniversitesi, evrensel akademisyenler yetiştirme iddiası kadar bir İngiliz aydını yetiştirme iddiasını da taşır. Bir Çin üniversitesi evrensel alana açılacak bir aydın, bir bilim adamı yetiştirmenin yanında, dünyada yarışacak bir kişi yetiştirdiği kadar Konfüçyüs geleneğini ve bütün Çin ahlakını Çin geleneğini yansıtan bir yürüyen Çin aydını yetiştirmekle yükümlüdür.
Bizim üniversitelerimiz bakımından da, gittiği her yerde, hangi kıtada hangi coğrafyada olursa olsun, hangi dönemde olursa olsun, ait olduğu kültür ve medeniyet havzasının onurlu temsilcisini, onurlu aydınını yetiştirme sorunuyla da karşı karşıyayız. Bu ikisi birbirine çelişkili değildir. Ne zaman çelişkili olurdu? Eğer sizin kültür ve medeniyet havzanız dünyaya kapalı ve dogmatik ideolojik bir temele oturmuş olsaydı, o zaman çelişkili olurdu. Ama sizin kültürel havzanız – ki yeniden Hz. Mevlana’ya aften söylüyorum - “ne olursan ol gel” diyen bir anlayışı barındırıyorsa ve bilgiyi herkesle paylaşma, herkesten bilgi alma, “ilim Çin’de olsa alırız” prensibini benimsemiş iseniz - Çin coğrafi bir mekan değildir, uzaklığı kasteden bir mekan - bunu özümsemiş bir kültür havzası iseniz, kendi medeniyetinizin yürüyen öznesini yetiştirmek zorundasınız. Birincisini yapar ikincisini yapamazsanız bir müddet sonra üniversiteleriniz evrensel geçerliliği olan diplomalı üniversiteler olur ama kendi kültürünü geliştiremeyen, insanlığa kendi özgün katkısını yapamayan mekanik kurumlar haline dönüşür. Evrensel nitelikli kişisel kariyerlere, bu kültür bir anlamda feda edilir. İkincisini yapar birincisini yapamazsanız, kendi kültürüyle - bazen de gereksiz yere - sürekli olarak övünen ama bu kültürü dünyaya aktaramayan, dünyaya taşıyamayan, bu kültürü herhangi bir başka ülkenin ya da bölgenin veya kıtanın üniversite kulvarına girdiğinde temsil edemeyen bir sınırlı yerel kültür çevresi haline dönüşürsünüz. Bizim nihayetinde yapmamız gereken bu ikisini irtibatlandıracak yeni bir üniversite geleneğini en güçlü sürede inşa etmektir.
Bu ikisi olursa üçüncüsü yani yetiştirmek üzere bize gelen öğrencilerimizi profesyonel meslek sahibi kılma misyonu zaten paralelinde gider. Üçüncü hedef; nihayet üniversite bittiğinde bir mesleği icra edecek yetenekte, kabiliyette, birikimde mezunlar yetiştirmektir. Bu anlamda üniversitelerimiz, son dönemlerde maalesef yanlış anlaşıldığı şekilde, sadece meslek yetiştirme mekanları değil aksine bilgi üretme mekanlarıdır. Meslek bunun yanında doğal olarak gelecektir.
Eğer bu üç hedef bizim için evrensel nitelikte bir üniversite misyonu için gerekli ise şimdi müsaadenizle biraz daha detaya girmek istiyorum.
Evrensel insanlık birikiminden kastettiğimiz şey ne ve Mevlana değişim programı bizim öğrencilerimizi öğretim üyelerimizi evrensel bilgi birikimiyle nasıl tanıştırabilir ya da başka yerlerde üretilen bilgileri bize aktaracak olan, Türkiye’ye gelen, üniversitelerimize gelen öğretim üyeleriyle, öğrencilerle nasıl iletişim kurabilir?
Dünyada insanlık tarihinde evrensel bilginin harmanlanması bağlamında yani tek bir yerde üretilen bilginin harmanlanması ve bütün coğrafyalara yayılması bağlamında dört büyük etkileşim tecrübesinden bahsedebiliriz.
Birincisi, M.Ö 5inci yüzyılda başlayıp Büyük İskender’in hakimiyet alanlarıyla birlikte Yunan havzasından, Akdeniz havzasından Anadolu’ya, Mezopotamya’ya, oradan da Hint havzasına kadar giden büyük bir harmanlanmadır. Bu harmanlanma döneminde, Yunan felsefesi Mezopotamya kültürüyle büyük bir harmanlanma yaşıyor. Detaylarına girmek istemiyorum. Ama bugün hala üniversitemizin veya birçok üniversite geleneğimizin içinde de - aslında çarpıcı olan şudur ki - ortaya çıkan birçok felsefi ve bilimsel ekollerin doğması bu harmanlanma neticesinde oldu. Şehirler bilgi üretilen merkezler haline dönüştü. İskenderiye Kütüphanesi başlı başına bu büyük harmanlamanın olumlu yansımasıdır. İskender adına kurulan şehirlerde sadece ticaret malları değil, bilgiler, felsefeler, vizyonlar, insanlığın varoluşuyla ilgili kanaatler değiş tokuş edildi, aktarıldı. Teknik bir eğitim ve kültür havzası oluştu.
İkinci büyük harmanlanma 6, 7 ve 8inci yüzyıldan başlayarak, olgunlaşarak, gelişe gelişe moderniteye kadar gelen ve bünyesinde Bağdat’ı büyük bir bilim merkezi olarak, Kordoba’yı bütün Avrupa’ya o bilgi ve birikimi aktaran, kadim kültürü aktaran bir merkez olarak, Semerkant’ı astronomiden bilgi alana kadar yayan bir merkez olarak, İslam medeniyeti yayılma hakları içinde ortaya çıktı. Ve bunun zirve yerlerinden biri, merkezlerinden biri İstanbul’dur.
Şimdi Mevlana Değişim Programı’na Hazreti Mevlana’nın isminin verilmesini anlamlı kılacak bir hayat serüveni var. Belh’de doğar. Belh, benim de hala ne zaman Afganistan’a gitsem gidip hem Hazreti Mevlana’nın o manevi kokusunu olduğu yerde almak hem de Orta Asya’yla Hint havzası arasındaki etkileşimi görmek – ki Belh Horasan’dır - hem de Anadolu’ya doğru esen o hikmet rüzgarının ilk esinti yerlerinde bulunmak için sürekli ziyaret ettiğim bir yerdir. Gittiğinizde onu hissedersiniz. Bir yönünde Orta Asya, bir yönünde Hint. İstikameti de Anadolu. Mevlana orada doğar. Bakın bir kültür değişimidir. Hayatı bir kültür değişiminin, kültür harmanlamasının işaretidir. Nasıl Büyük İskender ve onunla giden kültür aktarımıyla, batıdan doğuya doğru bir serüvenle bir kaynaşma olursa; Belh’den yola çıkan bir ailenin içindeki bir çocuğun İran’dan Bağdat’tan Mezopotamya’dan Anadolu’ya Konya’ya gelişinin hikayesi de aslında bu sefer doğudan batıya doğru bir kültür aktarımının izlerini taşır.
Mesnevi’yi dikkatle okuduğumuzda, içinde İslam medeniyetinin unsurlarının, Hint ve İran kültürlerinden de etkilenerek, Mezopotamya kültüründen etkilenerek nasıl harmanlandığını, nasıl her bir sayfasında farklı kültür unsurlarının barındırdığını, ama nihayetinde de bir büyük harmanlama eseri olarak, meyvesini Konya’da, bizim kültürümüzün ve büyük medeniyetimizin inşa mekanlarından birinde verdiğini görürsünüz. Bunu bir yüzyıl sonra için bir başka kişinin şahsiyetinde de görebilirsiniz: Muhyiddin İbn Arabi. Endülüs’te doğar bütün Kuzey Afrika’yı harmanladıktan sonra Anadolu’ya gelir. Anadolu’da da öğrencileri vardır, Mısır’da da vardır ve nihayet Şam’a defnedilir. Ne zaman Şam’a gitsem makamını ziyaret ederdim.
Öğretim üyesi iken - ki Malezya’ya biraz da bunu kırmak için gitmiştim - nasıl olur da internetin, bilgisayarın, telefonun, uçağın, arabanın, trenin olmadığı dönemlerde Hazreti Mevlana’nın Belh’ten Afrika içlerine kadar talebesi olabildi de ya da İbn-i Arabi’nin Endülüs’ten Anadolu’ya kadar her bir şehirde kendi adıyla anılan talebesi oldu da benim İstanbul’da niye bir Mısırlı niye bir Afganistanlı ya da Özbekistanlı - Semerkant’a, Buhara’ya hürmeten söylüyorum - Çinli öğrencim olmadı diye hayıflanırdım. Çünkü eğer bir üniversite kendini dünya kültürlerine açamamışsa, kendinden emin değildir. Kendine güveni yoktur. Eğer bir üniversite şunları ezberleyeceksiniz ama zinhar bunlar dışında bir şey düşünmeyeceksiniz dediği anda; ya da şu ülkelerden gelenleri kabul ederim ama şu ülkelerden gelenler potansiyel risktir dediği anda; şu diller öğrenilirse tehdit oluşturur, şu diller öğrenilirse iyi olur dediği anda siz dünya kültürüyle bağınızı yavaş yavaş koparmaya başlıyorsunuz. Biz maalesef böyle dönemlerin içinden gelerek akademik birikimlerimizi sağlıyoruz. Şimdi bu harmanlanma yani kastettiğim ikinci harmanlanmanın merkez ülkesidir. Birinci harmanlanmanın geçiş ülkesidir. İkinci harmanlanmanın merkez ülkesidir, kültürel anlamda.
Eğer bizim kültür tarihimizi okumazsanız ikinci harmanlamayı anlamak mümkün mü? Sadece o değil Ali Kuşçu’nun Semerkant’tan İstanbul’a gelişini - ki Osmanlı – Timur rekabeti gibi bir sürü şeyi göz önüne alarak değerlendirin siyasal yönden de. Neredeyse her attığı adıma altın vadeden bir Osmanlı sultanının vizyonuna bakınız. Sadece bir payitaht kurmak istemez Fatih Sultan Mehmet. Bir ilim merkezi, bir Dar’ül Hikme kurmak ister. Onun için bizim üniversitemiz, üniversitelerimiz görünüşte 4-5 yüzyıl geriye gitmeyebilir, Sayın Başkanımızın dediği gibi. Ama zinhar kültürümüz ve medeniyetimiz nevzuhur bir kültür değildir. Nevzuhur bir medeniyet değildir. İlim geleneğimizde nevzuhur değildir. Aksine daha Oxford, Cambridge Üniversitelerinde basit şeklinde bir üniversite geleneği dahi yokken Harran’da vardı; Belh’te Mevlana’yı ortaya çıkaran ortamda vardı. Diyarbakır’da yaptığım konuşmada zikretmiştim. “Doğu’nun Parisi” iddiası Diyarbakır’a hakarettir dediğimde samimiyetle ve inanarak söylemiştim. Diyarbakır’da şehir varken Paris’te küçük kasaba bile yoktu. Biz çok köklü bir gelenekten geliyoruz. Bu ikinci harmanlanmadır. Bunun üzerine biraz daha duracağım.
Üçüncü harmanlanma, 18. ve 19. yüzyılda aydınlanma felsefesiyle birlikte ortaya çıkan yeni bilgi sistematiği, bilgi disiplini içinde ve sömürgecilik faaliyetleriyle bütün dünyaya yayılan - İngiliz kültürünün Hindistan’a yayılması gibi, Fransız kültürünün Afrika’ya yayılması gibi - yeni bir modern kültür. Bu da büyük bir harmanlanmadır. Üniversiteler kendilerine bu modern kültür içinde, modern analitik disiplinel ayrımlar içinde bir yer edindiler. Son iki yüzyıllık serüvenimiz aslında bu üçüncü harmanlanmaya bir vakf serüvenidir. Dar’ül Fünun’dan üniversiteye geçiş bir anlamda ikinci harmanlanma ile üçüncü harmanlanma arasında bir köprü kurma çabasıdır, bütün eksiklikleriyle, bazen de çelişkileriyle, çatışmalarıyla - ki ben bunu doğrudan bir çelişki ve çatışma olarak değil ama diyalektik olarak değerlendiririm. İkinci harmanlamayı da, üçüncü harmanlanmayı da doğru anlayanlar için bu çok doğurgan diyaletik bir süreçtir. Ve büyük fikirler de onun içinden çıkacaktır. Şimdi, bu üçüncü harmanlanmanın da hem etkisini hissettik hem üniversitelerimiz kendilerini yenileye yenileye bazen devrim niteliği taşıyan değişimlerle buna intibak etmeye çalıştık. 200 yıllık batılılaşma serüvenimiz, entelektüel anlamda yeni bir aydın geleneği oluşturma serüvenimizde bunların izini bulmak mümkündür. Bunları birbirleriyle, bu kültürleri bu tarihi yerleri birbirleriyle çelişik düşünemeyiz. İkinci harmanlanma M.Ö. 5inci yüzyılda başlayan birinci harmanlanmayla çelişkili değildir, onun üzerine inşa edilmiştir. Üçüncü harmanlanma dediğimiz modernitenin harmanlanması da aynen daha önce ki insanlık birikiminin üzerine işgal edilmiştir. Radikal bir dinamik ama bizim için bunlar arasında kuracağımız her türlü sentez insanlığa yeni bir ürün sunmaktır. Sadece ve mutlak doğruyu üçüncü harmanlanma içinde ele aldığınızda daha önceki birikimden koparsınız. Daha önceki birikime sadık kalacağım diye üçüncü harmanlanmadan, moderniteden koptuğunuzda bugünün evrensel kültürüyle ilişki kuramazsınız.
Şimdi aslında Mevlana değişim programı benim kanaatime göre dördüncü harmanlanmanın izlerini ve muhtevasını taşımaktadır. O da küreselleşmeyle birlikte gelen, artık kültürün ve bilginin tek bir merkezden diğer yerlere yayıldığı anlayışı yerine, her alanda üretilen kültürün her an etkileşim içine girebildiği yeni bir harmanlanma dönemidir. Kordoba’dan Avrupa’ya, Semerkant’tan Anadolu’ya yayılma gibi bir kültür aktarımı, Londra’dan Hindistan’a yayılma gibi coğrafi bir kültür aktarımı yerine anlık kültür aktarımlarının yaşandığı yeni bir dönemdeyiz. Diğer bir deyişle, düğmeye bastığınızda siz bir Çin üniversitesiyle iletişim içine girebiliyorsunuz. Orada ders verebiliyorsunuz, ders de alabiliyorsunuz. Ama nihayetinde anlık kültürel etkileşim olduğu gibi, meydan okuyan bir döneme giriyoruz. Büyük bir meydan okuma. Açıkçası hep dönüp hayıflanarak içinde bulunmak istediğim akademik camia açısından belki de tarihin en doğurgan, en meydan okuyucu dönemini yaşıyoruz. Siyasal meydan okuma var. Ekonomik meydan okumalar önemlidir. Bunların açılması lazım. Dış politikada ya da ekonomik kalkınmada bunu yapmaya çalışıyoruz. Ama en büyük meydan okuma ve en heyecan verici meydan okuma zihniyetle ilgili meydan okumadır. Biz yeni bir zihniyet inşa etmek zorundayız. Bunu allogmatik bir zihniyet inşa etmek, zihniyet mimarisi anlamında demiyorum. Ama bilgiye yaklaşımımızı yeniden tanzim etmek durumundayız.
Lütfedip beni Avrupalı rektörlerle buluşturduklarında, küreselleşme döneminde yeni evrensel üniversite geleneği üzerine İstanbul Teknik Üniversitesi’nde bir konuşma yapmıştım. Orada vurguladığım bir hususu, burada sizlerle de paylaşmak istiyorum. Bu yeni dönemde aslında büyük fikir akımlarına ve yeni bilimsel paradigmalara yol açacak bir devrim yaşanıyor. Ben bu son fikirlere hiç inanmadım, inanmıyorum da. “Tarihin Sonu” makalesini Fransız Fukuyama ilk yazdığında 1989’da, ben bir karşı makaleyle - daha sonra 1994’te bir kitap olarak hazırlanan bir çalışmayla medeniyet dönüşümü şeklinde - tarihin sonu gelmemiştir, tarih daha hızlı atacaktır, yaşanan bir medeniyet dönüşümü diye bir mukabelede bulunmuştum. O zaman Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde 1999’da “Felsefenin sonu geldi mi yoksa yeni bir dönem mi başlıyor” konulu bir sempozyuma katılmıştım. Seminerde felsefe için üretilecek fikirlerin limitine gelindi, yani son zamanlarına yaklaşıyoruz gibi argüman karşısında ben ısrarla - ve bugünde ısrarla üzerinde duruyorum – savundum: Felsefe yeni başlıyor. Düşünce yeni başlıyor. Bu eskilerle üretmek anlamında demiyorum. Ama böylesine büyük sorunlarla karşı karşıyayız ki, böylesine büyük meydan okumalarla karşı karşıyayız ki bir son değil, felsefi tartışmalarda belki yüzyılda kat edilen mesafenin bir ayda kat edildiği olağanüstü bir devrim yaşıyoruz.
Küreselleşmeyle birlikte gelen bu dördüncü harmanlanmadaki dört büyük meydan okumayı sizinle paylaşmak istiyorum.
Birincisi; insanın en temel sorusu kendi varoluşuyla ilgilidir. Bilgi, erdem, ahlak, din, nihayetinde onkolojik bir soruyla başlar benlik. Bir onkolojik meydan okuma eğer insanlık tarihinde yaşanmışsa, belki de en yoğun yaşandığını dönem bu dönemdir. Klonlamadan tutun da insan bireyinin ne anlam ifade ettiğine dair yapılan tartışmalara, tek bir insan biliminin varoluşsal hikayesinin nasıl yorumlanması gerektiğiyle ilgili tartışmalara baktığınızda bugünkü kadar büyük soruların içinde olduğu bir dönem yaşanmamıştır. Daha önce bahsettiğim dönemlerde insan üstün bir fani varlık olarak tanımlanırdı. Ama şimdi robot teknolojisi, klonlanma gibi özellikle biyolojik alanda yapılan çalışmalarla gelinen aşama insanın var oluşuyla ilgili soruları misliyle arttırır. Tek bir bireyin hikayesi nedir sorusuna bugün her alanda çok daha fazla muhatap oluruz. İkincisi; estomolojik alandır. Bilginin temeli ve hızı öylesine değişti ki, artık eski kavramlar eski kalıplarla bu bilgiyi sistematize etmeye çalıştığınızda bu meydan okumalara cevap verme imkanınız yok. Daha önce bilgilerin belli varsayımlar üzerinde belli doğrular üzerinden - Thomas Kuhn’un o meşhur bilgi paradigması teorisiyle - elde edildiği varsayılırdı. Ama şimdi her an üretilen her an inşa edilen sonra da yapısızlaştırılan bir bilgi bombardımanın içinden geçiyoruz. Şimdi bunu kim, hangi kurum insan zihnini inşa ederken süzgeç halinde bu bilgi tasnif edebilir. Üniversitelerimizde yeni dönemde yapılan tartışmaları daha yakından takip etmeye çalışıyorum. Şunu kabul etmemiz lazım. Parçalanmış zihinlerden tek bir zihin üretebiliriz. Bir zihin kendi başına bir bütün olduğu zaman anlam ifade eder. Her şeyden önce sosyal bilim, fen bilimi gibi ayrımlar yavaş yavaş niteliklerini muhtevalarını kaybetmeye başlıyor. Sağlam bir zaman felsefesine sahip olamayan birinin tarih felsefesine nasıl sahip olacağını veya tarih anlayışı geliştirebileceğini düşünebilir miyiz? Fizik ve metafizik arasındaki ayrımların sınırları zorlanıyor.
Ben üniversiteye başladığımda iki bölüm bitirme sebeplerimden biri – hatta üç bölüm değiştirerek iki bölüm - varolan her bir bölümde zihnimde kurmak istediğim şeyin sadece bir parçasını görmüş olmamla ilgilidir. Doktora sürecini uzatma sebeplerimden biri de bu analitik ayrımları yıkma gereğidir. Yıkmak tabi biraz ağır ifade oldu ama analitik ayırımların getirdiği duvarları aşmadan zemin inşa edilemez. Kadim Hint ve Çin düşüncesinde olan entegre bilgiyle modern düşüncedeki analitik ayırımlara dayanan bilgi terslikleri arasında yeni bir sentez kurmak zorundayız. Ve bu sentez başlı başına bir Epistemolojik problem getiriyor önümüze. Önümüze koyuyor bu problemi. Modern zihnin inşa ediliş biçimine dayalı bir Epistemoloji inşa ettiğinizde küreselleşme ile gelen meydan okumalara cevap veremezsiniz. İkinci harmanlanmada - bizim kültür hazinemizin ortaya çıktığı harmanlanmada - yine de buna cevap veremeyiz. Artık bu yeni realiteye, her sabah doğan yeni güne bir cevap bulmak durumundayız.
Üçüncü meydan okuma, değerlerle, değer sistemiyle ilgilidir. Yani onkolojik, sistemolojik ve aksiyolojik, bir davranışsal ve bilişsel bir şeyin temelinde, değerlerle ilgili - değerlerin yeniden yorumlandığı, bazı değerlerin terkedildiği, tümüyle tasfiye edilmeye çalışıldığı, bazı değerlerin yeniden üretilmeye çalışıldığı – son derece dinamik bir dönemden geçiyoruz. Üniversiteler sadece bilgi aktaran kurumlar değildir. Üniversiteler ahlak da aktarır. Ahlaktan kastım, dar kalıplar içinde bir ahlak tanımı değil. Kastım değer yargılarıdır. Burada bir şahsiyet – birey ayrıdır, o onkolojik bir konu - inşa etmek bir değerler sistemi içinde mümkündür. Özgürlükçü bir şahsiyet dediğinizde, bunu hergün özgürlüğü tekrar ederek inşa edemezsiniz. Tolerans, müsamaha bütün bunları o şahsiyetin içine yedirmeniz gerekir.
Bizim geleneksel kültürümüzde, eski gelenekte bir eser yazıldığında, dikkat çekici bir şekilde “bu bilgiyi şu şahıstan aldım, o da şundan aldı” diye bir silsile oluşturulur. Bir üniversite, medrese bahsedilmez. Modern dönemde ben şurada okudum demek daha büyük önem taşımaya başladı. Hocanızın adı bilinmiyor ama bitirdiğiniz üniversite size iyi veya kötü bir kariyer veriyor. Şu üniversiteyi bitirmişse iyidir, şu üniversiteyi bitirmişse daha vasattır gibi. Bu temel varlık aslında geleneksel kültürden aktarılan sadece mekanik bir bilgi değil, aynı zamanda kişiden kişiye aktarılan şahsiyetle ilgili bir bilgi, modern dönemde ise bu daha çok mekanik ve kurumsal bir nitelik kazanmış. Şimdi biz hiçbir kurumsal ve şahsi işi olmadan sadece internet ortamından bile eğitim verilen bir dönemde nasıl bir değer ve şahsiyet oluşumu temin ederiz? Ekrana bakıyor hiç konuşmadığı bir şehirde, bulunmadığı bir üniversite salonundan ders alıyor. O kurumun belki mekanik sistemini görüyor, ama o kurumu yaşamıyor. Ya da o hocayla bir çay içimi kadar beraber olmamış. Eskiler ise ilk önce 3 sene şunu oku yanında gör diye bir aktarım vardı. Şimdi yeni bir değer, bir şahsiyet inşa etme bağlamında ve toplumsal değerler bağlamında yepyeni bir meydan okuma var. Biz nasıl ve hangi değerlerle bu şahsiyeti inşa edeceğiz.
Dördüncüsü daha pratik, daha doğrudan yeni bir düzen almış. Düzeni de mekanik düzen olarak söylemiyorum, uluslararası insanlığın bütününe hitap eden bir düzen. Eğer bir insan kendi varoluşuna anlam katamamışsa, bu varoluşunu sağlam bir bilgi temelini oluşturacak bir epistemolojik bir arka plana, bir bilgi arka planına, bir analitik disiplin arka planına sahip değilse, bunları besleyen veya bunlardan üretilen aynı zamanda bunları besleyen bir değerler sistemi zihninde oluşmamışsa, uluslararası düzenle ilgili insanlığın çevre düzeniyle ilgili, enerji düzeniyle ilgili tüketim kültürüyle ilgili ya da ulusal veya uluslararası herhangi bir meseleyle ilgili pozisyon belirlemesi doğru değildir. Ya da anlık konjektürel tepkilerle bir politika buluşuna gidebilir. Bütün bunlar eğer sıradan inşa edilmişse nihai kertede, insanlığın geleceği ve uluslararası düzenle ilgili, ulusal düzenle ilgili fikir beyan etme noktasında daha sağlam zemine basan aydınlar yetiştirme imkânımız olur.
Bugün bütün dünyada uluslararası düzenin geleceğiyle ilgili bir tartışma var. Bunu sadece BM sistemi anlamında demiyorum. BM sistemi bugünkü uluslararası sorunlara hitap etme kabiliyetini kaybetmiştir. yeniden inşaatı kaçınılmazdır. İkinci Dünya Davaşı sonrası dönemi fakat daha ötesini anlamak, anlamlandırmak anlamında söylüyorum.
BM’de iki sene önce, Rio Çevre Zirvesi öncesinde, Meksika’nın başkanlığında dışişleri bakanlarının katıldığı bir toplantı yapıldı. Yaklaşık 70 dışişleri bakanı katıldı. Konusu çevre, insanlığın geleceği ve ekolojik dengeydi. Gerçekten, en başta da söyledim, eğer onkolojik denge bozuldu ise, sizin nerede nasıl yaşayacağınızda bir tartışma konusudur.
Bu tür çok taraflı uluslararası toplantılarda resmi tutumlar kağıtdan okunur. Baktım ben 8inci ya da 10uncu sırada konuşmamı yapacağım. Bana kadar öylesine rutin gidiyor ki konuşmalar. Herkes resmi pozisyonunu okuyor. Aldım notlarımı bir kenara koydum ve şöyle bir şey söyledim. Dedim ki, hepimiz temsil ettiğimiz devletlerin dışişleri bakanları olarak ülkelerimizin pozisyonlarını savunmakla yükümlüyüz, bu bizim görevimiz. Fakat öyle konular vardır ki, orada bizim ulus devletlerin dışişleri bakanları olarak değil bütün insanlığın içişleri bakanları olarak fikir beyan etmemiz lazım veya tüm insanlığın çevre bakanları olarak. Belli konular var ki, eğer o konularda biz insanlık adına gerekli tedbirleri almazsak bizim savunduğumuz devletlerin varoluş alanları da ayakta kalmayacak. Yani onkolojik varoluşun olmadığı yerde siyasi varoluş olmaz. Eğer dünya ve doğa tümüyle ortadan kalkmışsa siyasal varoluş da olmayacaktır. Burada resmi söylemlerimizi onlarca kez tekrar etmemizin bir anlamı yok. Hala iklim değişikliği, hala çevrenin kirlenmesi sürüyorsa bu toplantıların tekrar tekrar yapılmasında bir fayda yok.
Şimdi buradan yani bir ekolojik düzenden çıkıp politik düzene kadar düşünün. BM Güvenlik Konseyi’nin görevi uluslararası sorunları ve güvenlik sorunlarını en doğru yoldan çözüme kavuşturmak. Bakın yanı başımızda yüzbin insan öldü, milyonlarca insan evsiz barksız kaldı. BM Güvenlik Konseyi’nin bırakın karar almayı, küçük bir açıklaması bile olmadı. Bu 1990’lı yıllarda Bosna’da da yaşanmış. Üç yıl Srebrenitsa Katliamı’na kadar seyretmişler. Neden? Çünkü beş ülke karar verecek. Beş ülkenin ulusal şartlarının uzlaştığı yerde karar çıkıyor. Yok, uzlaşmıyorlarsa, diğer 187 ülke yansa kavrulsa bu beş ülkenin kararı esas. İşte bu, düzen çelişkisidir. Şu veya bu tutumu almak önemli değil. Geçen sene son BM Güvenlik Konseyi’nde - mülteciler konulu oturumda - siyasal konularda karar almanızı beklemiyorum, bari mülteciler konusunda bir karar alın; içeride susuz ekmeksiz kalan insanlara ulaşım konusunda; insani ulaşım konusunda bir karar alın diye hitap ettik. Hayır alamadılar. Çünkü çıkar ile değer arasında bir denge oluşmuş değil. Çünkü bu yapı bir yüzyıl veya yetmiş yıl önceki bir başka bir güç yapısını yansıtıyor. Yoksa bir yer yapısını yansıtmıyor.
Şimdi bütün bu meydan okumalar gözünüzün önünde. İnsanlığın kendi varoluşunu yeniden tanımlama ihtiyacı. Bilgi birikiminin tekrar tanımlanma ihtiyacı. Değerler sistemini yeniden kurma ve uluslararası insanlığı da hitap eden düzen fikrinin yeniden inşası ihtiyacı.
Şimdi evrensel anlamda yetiştireceğimiz öğrencilerimizin bütün bu meydan okumalara hazır olması, donanımlı olması lazım. Öğrencilerimizin hepsi bu kadar kapsamlı sorularla ilgilenmeyecekler. Ama en azından böylesine yeni elit bilim adamları topluluğu oluşturmak durumundayız ki bu meydan okumaların farkında olsun ve yeni bir anlam kazandırsın.
Mevlana Değişim Programı bunu sağlayacak. Dünyanın değişik üniversitelerine, köşelerine gittiğinizde, burada hiç fark etmeyeceğiniz, fark etmediğiniz konularla karşılacaksınız. Örneğin, Ekvator’a gidin; oradaki bir bölgede yürütülen bir proje var. Ekvator hükümeti o bölgedeki doğal kaynaklardan vazgeçiyor, ormanları yok etmemek için. Karşılığında da dünyadan yardım bekliyor. Türkiye de katkı vermeli, çünkü Ekvator yani oradaki ormanlar hepimizin, bütün evrenin, bütün yerkürenin geleceğini ilgilendiriyor. Mesela bunu takip edecek ya da başka bir yerde başka bir konuyu. Çin’e gitsin, takip edilen tek çocuk politikası var. Bu benim de takip ettiğim bir mesele. Ultrason testinden sonra yani kullanımından sonra Çin’de erkek nüfusunun kızlara göre olağanüstü artışı var ve denge kaybolmuş durumda. Bunun bir sürü sosyolojik sonucu var. Nihayetinde teknik bir konu gibi görünüyor, insanların tek tek tercihi gibi düşünülüyor. Devlet açısından nüfusu kontrol etme yöntemi olarak düşünülüyor. Ama doğurduğu sonuç çok daha kapsamlı bir meydan okuma. Şimdi bunları ancak bu tür kültürel değişimlerle anlayabiliriz.
Bu meydan okumalarda Türkiye’nin konumunun, üniversitelerimizin konumunu da doğru okumak lazım. Ben samimiyetle - iddialı gelebilir – ama aynı iddiayla söylüyorum. Bu meydan okumalara eğer bir cevap oluşturulacaksa, bu cevabı oluşturma kabiliyetine, kapasitesine, birikimine sahip kültür çevreleri sıralandığında ilk üçünün beşinin arasına kesinlikle Türkiye girer. Hatta en dişlisi olur. 1999 yılının son haftasında, 20. yüzyılın son büyük medeniyetler konferansı türünde bir konferans Güney Afrika’da tertip edildiğinde bir sunuşta bulunmuştum. O sunuşta dedim ki; 20. yüzyıl bitiyor; 21. yüzyılda büyük düşünce akımları, büyük çelişkilerin ama aynı zamanda büyük meydan okumaların olduğu coğrafyalardan çıkacak ve Türkiye bu anlamda 21. yüzyılın fikir hayatını, bilim hayatını şekillendirecek büyük bir potansiyele sahip diye iddialı bir sunuşta bulunmuştum. Bütün medeniyet havzamızda karşımdaydı. Bir Amerikalı bilim adamı kalktı şunu söyledi. “Torn Country”den gelen bir bilim adamı olarak - biliyorsunuz “Torn Country” Huntington’ın Türkiye için kullandığı, meşhur medeniyetler çatışması makalesinde kullandığı tabirdir. “parçalanmış kimlikleri bölünmüş ülke” - nasıl bu kadar iddialı olabilirsiniz dediğinde, şunu söyledim. Bütün büyük düşünceler farklı kimlikleri kendi bünyesinde barındıran toplumlardan çıktı, kriz gibi görünen ama o doğurgan kültür çevresine sahip olan topluluklardan çıktı. Şunu söyledim ona; sizin gibi eğitim paradigmasının yerleştiği, oturduğu, stabilize olduğu bir toplumda bilim adamı olmanın yolu ve güzergahı bellidir. Ama sonunda, nihayet varacağınız büyük bir makinanın bir parçası olarak kendinizi çalışmaya yöneltmeniz. Bizim içinse çok zordur. Çünkü siz kendi klasiklerinizi okurken aynı zamanda yerleşmiş paradigmanın klasiklerini de okursunuz. Biz ise her bir aşamada kendi klasiklerimizin farkında olmazsak, kendi kültürümüze hitap edemeyiz. Sizin paradigmanız içinde bu geliştirdiğimiz yaklaşımların farkında olmasak evrensel bir kültür üretemeyiz. Siz bir birim çalışacaksanız biz en üç birim çalışacağız. Sizin bildiğiniz her şeyi bileceğiz ki evrensel bir biçimde sizinle beraber aynı ortamı paylaşabilelim. Onu bilip de Mevlana’yı bilmezsek biz o bilgiyi üretir, o evrenselin içinde oluruz ama kendi kültür çevremizde karşılığı olmayan bir prototip oluruz. Dolayısıyla kendi klasiklerimizi, birikimimizi, kadimi - baştaki arka planı onun için verdim - bütün o harmanlanmayı, bize kadar gelen harmanlanmayı bileceğiz. Bu da yetmez, ikisini ayrı ayrı bilmemiz de anlam ifade etmez. Bir araya getirip yeni bir sentez oluşturacaksınız. Onun için sizin bir biriminiz karşısında biz üç birim çalışmak zorundayız ki kendi kültürümüzü özgün bir kültür olarak dünyaya sunalım. Türkiye’nin farkı burada.
Biraz önce söylediğim gibi birinci harmanlanma Türkiye üzerinden milattan önce 5inci yüzyılda başlar. İkinci harmanlanma İstanbul’da zirveye ulaştı. 4-5 yüzyıllık büyük serüvenlerle ve oluşumu da Hazreti Mevlana’nın o 12. yüzyıl Anadolusu Konya’sı içindedir. Üçüncü harmanlanmayı en yoğun yaşayan modernite ve modern bilgiyle en yoğun yüzleşen toplum da biziz. Çünkü kendi kültürünü, özde olmayan başka bir kültürün öznesiyle muhatap olduğunda teslim olur. Biz olmadık biz aynı zamanda hem intibak etmeye çalıştık, hem alternatif üretmeye çalıştık ve çalışıyoruz. Ayrıca, o kültür de kaynaklarını bizden bulan bir kültür. Bizden kopuk bir kültür değil. İster Yunan üzerinden ister Türkiye’deki Türklerin Avrupa’daki etkisi üzerinden.
Dolayısıyla değerli arkadaşlar, yine biz bu durum üzerinde en büyük katkıyı yapabiliriz. Burada sahip olmamız gereken şey özgüven ve birikim. Üniversitelerimizin çıtası yükselmek durumunda; öğrencilerimizi çıtası yükselmek durumunda; öğretim üyelerimizin çıtası yükselmek durumunda. Nasıl Türkiye son 10 yıl içinde her açıdan bu özgüvenle çıtayı yükseltti; 26. büyük ekonomiden 16. ekonomiye şimdi de 10. ekonomiye yükselmek için çabalıyoruz. Sadece dış temsilcilik bakımından size söyleyeyim. 10 yıl önce 93 büyükelçiliğimiz vardı. Şimdi 134 büyükelçiliğimiz var. 161 temsilciliğimiz vardı şimdi 209. Şu anda dünyada en çok temsil edilen 9. ülkeyiz. İki sene sonra inşallah sayıyı 231’e ulaştırarak dünyada en çok temsil edilen 5 ülke arasına gireceğiz.
Bu çıtayı niye sürekli yükselttik, çünkü bu coğrafyada yaşamanın bir bedeli var. Bu coğrafyada yaşamanın bir zarureti var. Bu coğrafya küçük düşünenlerin coğrafyası değil, olamaz. Küçük düşünenler bu coğrafyada barınamazlar. Bu tarihi serüven içinde, tarihin aktığı bu coğrafyada olanlar küçük düşündüğünde daralırlar, ufukları daralır ve varoluş alanları daralır. Halbuki, büyük düşündüğü zamanda gerçek katkıları yaparlar. Düşünün Hz. Mevlana’nın geldiği Anadolu, Allah aşkına bugünkünden daha mı istikrarlıydı. Bugünkünden daha mı dünyaya açıktı. Ama oradan bugüne bile ışık tutan bir büyük fikir ve şiirsel felsefe bütünü ortaya çıktı. Ne oldu, silahlar altındaki Anadolu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sağladığı düzen içindeki Türkiye’den daha mı az problemliydi. Şimdi bizim burada iddiamızı yükseltmemiz çıtamızı daha yukarı çekmemiz ama her şeyden önce her bir öğrencimize şu bilinci vermemiz lazım.
Yeni ve her yıl, hatta her ay değişen bir dünyayla karşı karşıyasınız. Bu dünyada sizi bir özne kılacak olan şey bastığınız zeminin sağlam bir şekilde zihninize inşa edilmesi idrak düzeyinde ve muhatap olduğunuz dünyanın da tam ve doğru bir şekilde anlaşılması. Bunu verdiğinizde ve bunun pratiğini yaşattığınızda büyük bir harmanlanma daha olacak.
Benim için Mevlana Değişim Programı, hem dışarıdan gelenlerin bizimle harmanlandığı hem bizden dışarıda gidecek olan öğretim üyelerinin gittikleri yerde harmanlandığı ama dönüşünde Türkiye’ye yeni değerler kattığı büyük bir buluştur. Sadece bazı öğrencilerin, bazı öğretim üyelerinin yurtdışı tecrübesi kazanması gibi çok basmakalıp denebilecek bir ifadeyle bu projeyi sınırlayamayız. Çok daha muhteva ve tarihi anlamın nedeni olan bir çerçeve katmamız lazım. Üçüncüsü yani evrensel birikim, milli kültürün veya medeniyetin yürüyen öznesi üçüncüsü de profesyonel eğitim almalılar. Yani meslek sahibi olmalılar.
Öyle bir dönemden geçiyoruz ki Türkiye’ye birçok ülke hem bir model gibi bakıyor, hem tecrübe alınması gereken ülke olarak bakıyor. Böyle bir olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. Bazen Dışişleri Bakanları toplantısında söylüyorum. Sabahleyin kalktığımızda biz Ankara’da sağımıza bakıyoruz; Yunanistan’dan başlayarak İzlanda’ya kadar bir büyük ekonomik kriz kuşağı. Güney’den bakıyoruz; Suriye’den Irak’tan ta Abbas’a kadar bir siyasi kriz kuşağı. Doğuya doğru bakıyoruz; İran’dan ta Pakistan’a kadar yine bir siyasi güvenlik kriz kuşağı. Bir taraftan ülkenizde istikrarı sağlayacaksınız, diğer taraftan, bu ülkelere karşı sorumluluğunu. Bu toplumların çoğu bizi kendisiyle kaderdaş görüyor. Onun için vatandaşlık dışında bir tarihdaşlık sorumluluğumuz var. Başları ağrıdığında, sıkıntıya düştüklerinde medet umdukları diyar bu diyar.
Hoca Ahmet Yesevi’nin huzurundaydım iki üç hafta önce. Kırgizistan’da, Kazakistan’da, orada Çimkent’te Ahıska Türkleriyle buluştuğumda - acılı, ızdıraplı bir toplum - talep ettikleri ilk şey burslarının, burslu öğrenci sayısının ellide muhafaza edilmesi oldu. Yetmiş beşe çıkaralım dedik; çünkü bir takım hesaplamalarla azalmış. Herkes bunu talep ediyor. Türkiye’de eğitim görmek istiyor. Türkiye’nin tecrübelerinden istifade etmek istiyorlar. O zaman bizim de ülkelerine döndükleri zaman Türkiye dostu olacak, Mevlana felsefesinden etkilenmiş yeni bir nesli bütün Afrika’ya, Asya’ya, Latin Amerika’ya şöyle tohum gibi serpmemiz lazım. O tohumdan nice değerler çıkıyor.
Türkiye’de okuduğu için Tanzanya’da Türkiye’nin Fahri konsolosluğunu yapan ya da Afrika’da değişik yerlerde biraz kırık da olsa Türkçe konuşanlarımız var. Türkiye’den bahsettiklerini ben hep görüyorum. Dolayısıyla, profesyonel eğitim anlamında, meslek sahibi kılma anlamında da çıtamızı yüksek tutmamız ve imkanlarımızı bu bağlamda alabildiğine ufuk derinliği içinde kullanmamız lazım.
10 sene önce 77 üniversitemiz vardı. Şimdi 170 üniversitemiz var. 10 sene önce 15 bin 800 kadar yabancı öğrenci vardı. Şimdi 36 bin. Ama size şunu söyleyeyim; bizim kapasitemize göre 36 bin hiçbir şey; bizden gelen talebe göre de hiçbir şey. En azından milyonlarla ifade edilebilecek şekilde Türkiye’nin öğrenci çekmesi lazım. Yüzbinlerle, milyonlarla ifade edilecek şekilde öğrenci çekebilecek bir potansiyele ulaşmamız lazım. Bu anlamda beklenti de yüksek, biz de iyi organize olduğumuzda bunu karşılayacak kapasiteye sahibiz. Hala dünyadaki eğitim-öğrenim pastasından aldığımız pay çok düşük. Bu anlamda Mevlana Değişim Programı’nın çok doğru zamanda, çok doğru bir çerçevede başladığını düşünüyorum. Ama kaybedilen yılları telafi etmek üzere çok daha hızlı hareket etmemizin de gerekli olduğu kanaatindeyim.
Dışişleri Bakanlığı bu muhteva çerçevesinde Mevlana Değişimi Programı ve Yükseköğretim Kurulu’nun emrindedir. Herhangi bir zorluğunuz varsa, öğrencilerin gelmesi konusunda, her türlü zorluğu kaldırılacağız. e-Vize uygulamasını en kısa zamanda öğrencileri de kapsayacak şekilde genişleteceğiz. Ülkemize gelen öğrenciyi ya da öğretim üyesini risk faktörü olarak görmüyoruz. Yani eski statik anlayışları tamamıyla terk ettik. Ne talep ediyorsanız, biraz sonra protokolde zaten bunun çerçevesi imzalarla tespit edilmiş olacak, bütün potansiyelimizle YÖK’ün, Mevlana Değişim Programı’nın emrindeyiz, yanındayız. Ben Dışişleri Bakanlığı’nda eski bir YÖK mensubu - kurum mensubu değil ama öğretim üyesi olarak - bu camianın bir mensubu olarak bulunuyorum. Rektör arkadaşlarıma da hitap ediyorum. Ne zaman bir zorluğunuz olursa öğretim üyesi ya da öğrenci getirme veya gönderme konusunda. Bir dakika bile gecikme olmayacak, ben size bunu taahhüt ediyorum. Bir Bakan olarak değil, bir meslektaş olarak problemle karşılaşırsanız da doğrudan bana başvurabileceğinizi söylüyorum. Gerçekten çok ulvi bir görev yürütüyorsunuz. Hem öğretim üyeleri olarak hem de Rektör olarak hem YÖK olarak. Ben Başdanışmanken, Büyükelçilerimiz alışkanlık gereği - daha önceden de tanıyanlar olduğu için - hocam diye hitap ederlerdi. Sonra Bakan oldum, ağız alışkanlığı yine hocam demeye devam ettiler. Hocam dedikten hemen sonra da düzeltme ihtiyacı hissettiler. Kusura bakmayın Sayın Bakanım diye. Sanki bir suç işlemiş gibi. Dedim ki, bir daha bana hocam ifadesi dolayısıyla özür dilerseniz en büyük hakareti yapmış olursunuz. Bunu yapmayacaksınız. Bakanlık geçici, hocalık baki.
Gerçekten, baba-oğul, ebeveyn-çocuk ilişkisi, hoca-talebe ilişkisi, hasta-doktor ilişkisi, bunun üçü de insanın varoluşu ile ilgili şeylerdir. Birisi fiziki varlığınızı borçlu olduğunuz ebeveyniniz, diğeri zihni varoluşunu borçlu olduğunuz hocalarınız. Öbürü de sıhhi varoluşunuzu borçlu olduğunuz doktorlarınız. Ben bu üçünü de aile hayatı içinde ayrı ayrı tecrübe ettiğim için söylüyorum. Hiçbir makam hocalık makamından daha âlim, daha üstün değildir. Bütün hocalarımız ne zaman zorlukla herhangi bir sıkıntıyla karşılaşırlarsa, devletin bütün mekanizmaları o hocalarımızın emrindedir. Yeter ki bu ulvi yolda, bilgi aktarımı yolunda gayret içinde olalım.
Tekrar teşekkür ederim.