Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal Ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısında Yaptıkları Konuşma, 18 Temmuz 2014, İstanbul

Her şeyden önce İslam dünyasının her yerinden gelen çok değerli ilim heyetini ve bu güzel girişime öncülük eden Diyanet İşleri Başkanımız Sayın Mehmet Görmez’i saygıyla, muhabbetle selamlıyorum. Çok doğru bir zamanda, çok doğru bir inisiyatif ortaya koydular.

Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi aslında sadece bu salonda bulunan çok değerli bilim adamlarının değil bütün İslam dünyasının özlediği, ihtiyaç hissettiği bir dönemde toplanıyor. Ramazan ayı hem bir bereket ayıdır hem de Müslümanlar için dönem ve zaman itibarıyla bir muhasebe dönemidir. Biz Müslümanlar günde beş kez muhasebe ederiz. Sonra haftada bir kez Cuma günü biraraya gelir yine muhasebe ederiz. Sonra yıl da bir ay nefsimizle ve bütün diğer insanlarla birlikte bir muhasebe dönemi yaşarız.

Gerçek bir Müslüman kimliğinin belki de en temel hususiyetlerinden birisi kendisiyle ilgili bir nefs muhasebesiyle birlikte insanlığın ve dünyanın geleceğiyle ilgili sürekli bir tefekkür halinde olma gerçeğidir.

Bu çerçevede, aslında çok yoğun bir muhasebe ihtiyacını hissettiğimiz bir dönemden geçiyoruz. İslam dünyası her bir unsuruyla çok ciddi sorunlarla, meselelerle, yüzleşmelerle karşı karşıya.

Böyle bir muhasebeye ev sahipliği yapmak bizim için gurur verici, ama aynı zamanda da gerçekten bu kritik dönemde bir anlamda yüzleşmeyi de beraberinde getiren önemli bir sorumluluk. Böyle bir sorumluluğu idrak için İstanbul’u teşrifiniz dolayısıyla hepinize teşekkür ediyoruz, hoş geldiniz diyoruz.

İstanbul sizin şehriniz, dersaadet olarak İslam medeniyetinin en önemli merkezlerinden biri, şimdi de böyle bir muhasebeye şahitlik ediyor. Aslında buraya gelirken son 3-4 Ramazan’ı zihnimde canlandırdım. 2011 yılında bir Ramazan günü Şam’a son ziyaretimi yapmıştım. O ziyarette, o günlerde, Hama ve Humus Suriye rejiminin topları altında inliyordu ve teraviden çıkan Müslümanlar katlediliyorlar, camiler bombalanıyordu. Bu şartlar altında bir mesaj götürmüştüm Şam’a; “Bu mübarek Ramazan ayında bu saldırılar dursun, Suriye halkı her bir mezhebiyle, her bir din mensubuyla bir barış dönemi yaşasın”. Ama olmadı.

Aynı ay içinde Somali’ye Sayın Başbakanımızla gittiğimizde orada Müslüman bebeklerin açlıktan kıvrandığına ve bir kısmının da önümüzde öldüğüne şahitlik etmiştik. Orada karar vermiştik Anadolu’daki Türklerin kardeşleri olan, Somalili kardeşlerimize yardım için çok büyük bir kampanya başlatmıştık, hala Somali’deyiz ve elimizden gelen katkıyı yapmaya çalışıyoruz.

2012 yılında bir Ramazan ayında Myanmar’a gitmiştim. 60 yıl içinde Myanmar’a yapılan, dışarıdan yapılan tek ziyaretti. Arakan Müslümanlarına ve oradaki Arakan Müslümanlarının acısına şahitlik etmiştim. 60 yıl sonra ilk defa İslam dünyasından bir siyasi lideri karşılarında görmek dolayısıyla duydukları hissiyatı hala gözlerimin önünde canlandırıyorum. Myanmar’da hala bu sıkıntılar yaşanıyor.

2013 yılında Ramazan’ın hemen sonrasında Suriye’de kimyasal silahlar kullanıldı, birçok bölgede çatışmalar yoğunlaştı. Ve nihayet 2014. Bu Ramazan’da bir taraftan gönlümüzün yarısı Filistin’de, Gazze’de, diğer yarısı Bağdat’ta, Şam’da, Halep’te, Musul’da, Basra’da, Kerbela’da, Necef’te. Hiçbir ayrım gözetmeksizin bu topraklardaki her bir Müslümanın derdi bizim derdimiz.

Buradan kahraman Filistin halkını, Gazze halkını verdikleri onur mücadelesi dolayısıyla bir kez daha selamlıyorum. Gazze’ye 2012 Kasım’ında gittiğimde - yine çatışmalar arttığında, bombalar arttığında Gazze’ye girmiştik - Gazze halkının nasıl büyük bir halk olduğunu, nasıl boyun eğdirilemeyeceğini, nasıl gönlünde büyük bir dünya taşıdığını bizzat müşahede etmiştim. Birçok bakan arkadaşımla birlikte oradayken İsrail bombardımanı devam ediyordu. Şifa Hastanesine eşimle birlikte - doktor olduğu için doğrudan da hastaneye birlikte gitmiştik - vardığımda bir genç kızın cesedi oradaydı. Yusa, hala gözümün önündedir. Babası Basil Murtaza, o genç kıza, 15-16 yaşlarındaki kıza kapanıp ağlıyordu. Emin olun o anda kendi kızımın orada yattığını hissettim, hiçbir fark yoktu. O yaşlarda benim de kızım vardı. Orada Basil’le, babasıyla kucaklaştığımda içimde bütün bir İslam dünyası adına o kucaklaşmayı yaptığım hissiyatı vardı. Aynı şekilde bütün bir İslam dünyası adına Myanmar’daki, Arakan’daki Müslümanları selamlamam ya da Somali’deki kardeşlerimle kucaklaşmam gibi. Hala gözümün önündedir o genç kızın cenazesi ve babasının hıçkırıkları. Sonra o babayı ailesiyle birlikte Ankara’da evimde misafir ettim.

Burada bir şeye dikkatinizi çekmek isterim. Bir taraftan Gazze bombalanıyordu, diğer taraftan biz hastaneden çıktığımızda Türk bayraklarıyla bizi karşılayan Gazzeliler bir taraftan bize sarılırken, sonra dönüp koşarken yanımdaki bir Gazzeli şöyle seslendi: “Allah sizden razı olsun Myanmar’da sizi gördük, ne olur Arakan’a Myanmar’a sahip çıkın.” Düşünün ki, kendisi bombalar altında inlerken, kızlarını, evlatlarını şehit vermişken, o Gazzeliler kendi geleceklerinden çok, Myanmar’daki Müslümanların geleceğiyle ilgileniyordu.

Şimdi böylesine bilinçli bir halk bu Ramazan’da yine zulüm altında, yine baskılar altında ama yine boyun eğmiyor. Allah şahittir ki, o halk orada direnirken bize uyku haramdır, bize susmak haramdır. Biraz önce İsmail Rıdvan kardeşimizin gösterdiği çocuk bedenler orada yatarken, bizim kendi çocuklarımızı iftar günü bağrımıza basmak, onu hissetmeden basmak haramdır.

Bütün çocuklar, hangi mezhepten, hangi dinden, hangi etnik kökenden olursa olsun bizim itikadımızca masumdurlar, onlara dokunulmaz. Ama öyle bir işgal ordusu var ki, öyle bir insafsız ve barbar yaklaşım var ki, o masum çocukları bulundukları yerde öldürmekte bir beis görmüyorlar. Bütün gece, dün gece sabaha kadar saat 5’e kadar bütün dünya liderleriyle önemli diplomatik şahsiyetlerle temas halindeydik. İki kez Birleşmiş Milletler Genel Sekreteriyle görüştüm, Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanıyla görüştüm. Bugün Norveç Dışişleri Bakanıyla, Alman, İtalyan Dışişleri Bakanları, birçok Avrupalı Dışişleri Bakanlarıyla görüştük. İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteriyle görüştük ve dün Türkiye olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyini acil toplantıya çağırdık. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyini toplantıya çağırdık, İslam İşbirliği Teşkilatını toplantıya çağırdık. Bunların yetmediğini biliyoruz, ama elimizden gelen bütün imkanlarla Filistin’deki bu zulmün durması için, bütün insanlar gibi Filistinli kardeşlerimizin de eşit ve onurlu insanlar olarak yeryüzünde yaşamaları için ne gerekiyorsa yapmaya hazırız. Filistinli kardeşlerimizin birlik ve beraberliğini temin etmek için ne gerekiyorsa yapacağız. Bugün Sayın Mahmud Abbas Türkiye’de. Biraz sonra onunla görüşeceğiz. Dün gece ve bugün itibariyle de iki kez Sayın Halid Meşal’le görüştük. Hem Filistin’in birliğini temin etmek, hem Filistinlileri bu zulüm karşısında desteklemek üzere bütünüyle harekete geçeceğiz.

İslam dünyası geçmişte çok büyük, benzer meydan okumalarla karşı karşıya kaldı. İslam dünyasına, kalbine Haçlılar, Moğollar, sömürge yönetimleri geldi. Her birinde biz bir olarak, birlikte bunları aşmayı başardık ve İslam medeniyetinin, şehirlerinin çok kültürlü barış şehirleri olmasına özen gösterdik.

Değerli alimler, sizler İslam dünyasının öncülerisiniz. Hep beraber gidin biraz daha bu istişareyi, bu muhasebeyi derinleştirin. Eğer İslam medeniyetinin tarihte bıraktığı izlerin en temel unsurlarından biri nedir diye bana sorsanız ben derim ki, Hazreti Peygamber Aleyhissalatu Vesselam sonrasında onun mirasına sahip çıkacak olan bir alim prototipini, bir alimler heyetini çıkarmış olmasıdır. İslam medeniyetinin en özgün başarılarından biri daha önceki medeniyetlerden farklı yeni bir bilgi paradigmasını inşa eden, yeni bir ahlakı inşa eden bir ulema heyetini insanlığın huzuruna çıkarmış olmasıdır. Eğer bütün mezhepleri, görüşleri de içinde barındıran o ilim heyeti ve o ilmi akımlar İslam medeniyeti tarafından yeni bir düşünce paradigması olarak çıkmamış olsaydı emin olunuz, askeri başarılar İslam medeniyetinin ayakta kalması için yeterli olmazdı. İslam medeniyetini teminat altına alan husus peygamberlerin varisleri olan alimlerin o medeniyet birikimine sahip çıkmalarıdır.

İşte buradan tekrar çağrıda bulunuyorum, hep beraber gelin İslam dünyasının düşünürleri, alimleri olarak bu mirasa sahip çıkalım. Bu alim prototipi 1400 yılı aşkın bir süre neyi, neye çağırdı insanları? Üç şeye çağırdı; imana çağırdı, ahlaka çağırdı, adalete çağırdı. İmana çağırdı ki, yeni bir insan idraki, yeni bir idrak inşa edilsin. Kişiyi, şahsiyeti, bireyi inşa etmek için imana çağırdı. Sosyal düzeni inşa etmek için ahlaka çağırdı. Gerek Medine’deki pazardan, gerekse daha sonraki yüzyıllardaki bütün o daha sofistike iktisadi hayat içinde İslam uleması ahlakın öncüsü oldu ve İslam uleması her zaman adalete çağırdı. Adaletin olmadığı yerde düzenin olmayacağı düşüncesiyle siyasal ve ekonomik inşa faaliyeti için adalete çağırdı. Onun için Müslümanlar ne zaman büyük dış baskılar altında kalmışlarsa ya da iç çatışmalar altında kalıp siyasi otoritelerini kaybetmişlerse geçmişte hep ilme sığındılar, ulemaya sığındılar, ilim odaklarına, ilmi merkezlere sığındılar.

Harçlılar geldiğinde İslam medeniyetinin korumasını, siyasi liderler, komutanlardan daha çok alimler üstlendi. Moğollar şehirleri yerle yeksan ettiklerinde Hoca Ahmet Yesevi’den, İmam-i Gazali’den, Mevlana Celalettin-i Rumi’ye kadar İslam Medeniyetinin yeniden inşasını İslam uleması üstlendi. Ben geçen hafta Semerkant’taydım, Buhara’daydım, Hiva’daydım. İmam Matüridi’yi, İmam Buhari’yi ziyaret ettim. Birisi hadis ilminin büyük öncüsü Kur'an-ı Kerim’den sonraki en önemli kaynağımız Sahih-i Buhari’nin müellifi. Diğeri itikadımızın kurucusu İmam Matüridi. İkisinin de mezarlarını ziyaret ettiğimde biran tefekkür ettim. Hangi şartlarda, nasıl zor imkanlarla bu ilimleri ihya etmişlerdi, inşa etmişlerdi. İmam Nakşibendi’yi ziyaret ettim, tasavvufun, ahlakın inşasını gerçekleştirelim. Nasıl Orta Asya’da bu alimler varsa, Bağdat’taki imamlarımız, İmam Ebu Hanife ve bütün ehlibeyt imamlarımız Bağdat’ta, Kerbela’da, Necef’te, Samarra’da hepsi bizim imamlarımız, hepsi bizim ilim öncülerimiz. Hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz. Moğollar, Semerkant’ın hemen yakınında Hiva’da Otrar’ı, Mervi yerle bir ederken, kütüphaneleri yakarken o kütüphanelerdeki ilme ulema sahip çıktı. Moğollar Bağdat’ı yerle bir ettiğinde herkes İslam medeniyetinin sonu geldi dediğinde insanlar fevç fevç ilme sığındılar, sadece siyasete değil. Moğollar Anadolu’yu yerle bir ettiğinde Hazreti Mevlana’nın çağrısına, gel diyen çağrısına uydular ve gittiler, Hazreti Mevlana’nın dergahında İslam medeniyetinin bir sığınağını bulmak için. Ve gel derken Hazreti Mevlana, gel ne olursan ol yine gel, bizim dergahımız ümitsizler dergahı değildir derken, aslında bugüne de hitap ediyordu. Şimdi hep beraber bu seçkin ulema heyeti gel demeli bütün Müslümanlara gel, ne olursan ol yine gel. İster Şii ol, ister Sünni, ister Zeydi, ne olursan ol gel ve İslam dünyasının üzerine çöken bu karamsarlık boyutunu dağıtmak üzere dönüp demeli ki bizim imanımız, bizim dergahımız ümitsizler dergahı değildir ümitsizliğe düşmeden gel.

Yine sömürge dönemi olduğunda, birçok sömürge imparatorlukları kurulduğunda o sömürge imparatorluklarına karşı İslam dünyasının her yerindeki direnci de yine ulema yönetti. Şimdi bütün bu dış etkilerin yanında, büyük bir iç parçalanmanın da yaşandığı yeni bir dönemdeyiz. 100 yılın bir muhasebesini, yüzlerce yılın muhasebesini yapma sorumluluğuyla karşı karşıyız. Ya bu sorumlulukların gereğini yapacağız ve nasıl Hazreti Peygamber Aleyhissalatu Vesselamdan sonra bir alim prototipi çıkmışsa, bir siyasi öncü, lider anlamında - Hazreti Ali, Hazreti Ömer, Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Osman - hem ilmi, hem adaleti, hem de ahlakı etmişler ve her biri bizi örnek teşkil etmişlerse, şimdi de ehli siyasetin, siyaset ehlinin yani devlet adamlarının, ehli ilmin yani ulemanın el ele verip, birlikte bütün bu fitnelere karşı sesimizi yükseltmenin vaktidir.

Bugünlerde susanlar ne tarih karşısında, ne de Rabbimiz karşısında hesap verebilirler. Bizler zulme karşı adaleti, ahlaksızlığa karşı ahlakı, küfre karış imanı harekete geçirmek ve bunu inşa ve ihya etmek üzere bir medeniyeti inşa etmiş nesillerin çocuklarıyız, onların takipçileriyiz. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, değerli ilim adamları, işte muhasebemizin başladığı nokta budur. Aynen Moğol istilası döneminde olduğu gibi veya daha sonra ki siyasi krizler döneminde olduğu gibi devlet yapıları, kamu otoriteleri sarsılıyor. Birçok İslam beldesinde hakkı temsil eden, adaleti savunan siyasi otoriteler yok, zayıflamış ya da bu otoriteler tümüyle devreden çıktığı için bir kaos hakim. Yine toplumsal dokular zayıflıyor, parçalanıyor. Eskiden Irak’ta bir arada yaşamış olan aşiretler, hem Sünni, hem Şiileri bünyesinde barındıran aşiretler parçalanıyor, aileler parçalanıyor. Görülmemiş bir şekilde kardeş kardeşle düşman hale getiriliyor, bağlar çözülüyor. Şimdi bu kriz döneminde, hepimizin tam bir basiretle bu bağları yeniden nasıl inşa etmemiz gerektiğini tefekkür etmemiz lazım. Bunu nasıl inşa ederiz? Ben bu noktada hepimizin ister teorik anlamda ilim yapıyor, talebe yetiştiriyor, kitap yazıyor olalım, isterse pratik anlamda bugün benim bir hizmet anlamında yürütmeye çalıştığım ve birçok değerli devlet adamının da üstlendiği siyasi sorumlulukları üstlenmiş olarak gayret sarf edelim hepimizin dikkat etmesi gereken 5 hususa, 5 temel meseleye dikkatlerinizi çekmek istiyorum.

Birincisi, bir yenilenmeye ihtiyacımız var, silkinmeye, ayağa kalkmaya, sorgulamaya, yüzleşmeye ihtiyacımız var, psikolojik bir yenilenmeye ihtiyacımız var. Bu psikolojik yenilenmenin esası ümitvar olmak. İslam toplumlarının üzerine çökmüş olan kasveti, karamsarlığı kırıp geleceğe ümitle bakacak yeni bir psikolojiyi inşa etmek durumundayız. Bu yeni psikolojinin altında Müslüman kimliğin yeniden inşası vardır. Bugün parçalanmış görünen Müslüman kimliği, şahsiyeti ve diğer insanlarla birlikte bir inşa etmek gerçek anlamda bir halifetullah olarak insanın kendi sorumluluğunu üstlenmesi. Bu anlamda her birimizin bu psikolojik yenilenmeye öncülük etmemiz lazım. Muhatabımız olan kişinin mezhebinden, etnisitesinden, ait olduğu cinsiyetten, ülkeden ya da başka bir şeyden önce onu insan olarak görmek, Allah’ın emaneti olan bir insan olarak görmek, değerlendirmek durumundayız. Bu psikolojik yenilenme olmadan, kendimizi yeniden inşa etmeden başkalarına herhangi bir tebliğde, çağrıda bulunamayız. Biz önce ciddi bir nefs muhasebesiyle acaba nerede hata yaptık ki, biz bugün bu durumdayız diyerek kendimizle yüzleşmek durumundayız. Müslüman kimliğin yeniden inşası, Müslüman şahsiyetin inşasıdır. Onurun, dirayetin, Allah indinde bütün insanların eşit olduğu ve hiç birinin diğerine üstünlük iddia edemeyeceği fikrini, insanların eşitliği fikrini tekrar kurmamız lazım, aynen Hazreti Peygamberin veda hutbesinde olduğu gibi. O “Acem’in Arap’a üstünlüğü yoktur” derken kast ettiği iki ırk değildi sadece, iki millet değildi. Kast ettiği hiçbir insanın diğer insana doğuştan gelen bir üstünlüğü yoktur, taşıdığı cinsiyetten ya da ait olduğu mezhepten, aileden, aşiretten gelen bir üstünlüğü yoktur, üstünlük ancak takva iledir, o da zamanla kazanılır. Biz de Yahudilikte olduğu gibi seçkin bir millet yoktur, seçilmiş millet yoktur. Hinduizmde olduğu gibi seçilmiş bir kast yoktur. Hıristiyanlıkta ve başka dinlerde olduğu gibi seçilmiş bir ruhban sınıfı yoktur. Gazze’de şu anda zorluk altındaki en zor şartlarda yaşayan bir insan da, Somali’de açlık içinde ıstırap çeken bir insan da ya da bir an önce birlikte olduğum Karayipler Adası’nın en ücra köşesinde yaşayan birisi de doğuş itibariyle birbirine eşittir, birbirinden ayırt edilemez. Her birinin canı, malı, namusu, aklı bize emanettir, makasıdü'ş şeria gereği onlar bize emanettir. Onlara dokunamayız şimdi bu psikolojik inşayı yeniden kurmak durumundayız.

İkincisi, özellikle ilim adamlarımızın yapması, hepimizin yapması gereken şey, entelektüel inşa, zihnin inşası, yeni bir mantığın, yeni bir zihnin inşası, dini tefekkürün yeniden inşası. Bu geçmiş dönemde müceddidler tarafından, muallimler tarafından, öncü ilim adamları tarafından yapıldı. İmam-ı Gazali’nin her eserinde dini tefekkürün inşasını görürsünüz. Bütün bu geçmişi tekrar bizim yorumlamamız lazım. Muhammed İkbal bundan takriben 100 yıl önce dini tefekkürün yeniden inşası çağrısında bulunurken Muhammed İkbal aslında bize de aynı çağrıda bulunuyordu. Moderniteyle, küreselleşmeyle yüzleşirken tefekkürümüzü yeniden inşa etmek durumundayız, kavramlara gerçek değerini vermek durumundayız. Kavramlarımız kirletiliyor, ayaklar altına alınıyor. Beni gerçekten olağanüstü ıstıraba sevk eden en önemli kavram yozlaşmalarından biri cihat kavramıdır. Bakınız ilim, ahlak, cihat, adalet bunlar İslam medeniyetinin temel zihinsel kavramları. Bunlar bozulursa biz siyaset yapamayız, bunlar yıkılırsa biz İslam medeniyetini inşa faaliyetinden bahsedemeyiz. Eğer cihat kavramını zulme karşı bir şekilde direnç olarak yorumlamazsak, nefsimizde cihat diyerek kendi nefsimizle mücadele anlamında yorumlamazsak, aksine bir başka Müslümanı katlederken bunu cihat gibi görürsek işte o zaman biz insanlara hiçbir şey teklif edemeyiz. Bir Müslüman, başka bir Müslümanı herhangi bir şekilde öldürürken bunun adına cihat diyemez. Bir zalime karşı direnişin adıdır cihat. Bir insanın kendi nefsiyle mücadelesinin adıdır. Şimdi bizim bu kavramları yeniden inşa etmemiz lazım. İslam’ın terörle adlandırılmasına, terörle anılmasına hep beraber gür bir sesle karşı çıkmamız lazım. Hiç kimse İslam’ı terör kavramıyla yan yana kullanamaz. Batı’da çıkan Neonazi örgütler, ırkçı örgütlere - ki daha geçen senelerde Almanya’da çok sayıda Türk’ün ölümüne sebebiyet verdiler - biz Katolik terörü diyor muyuz, Hıristiyan terörü diyor muyuz, Alman terörü diyor muyuz, Fransız ya da İngiliz terörü diyor muyuz? Demiyoruz. Çünkü biliriz ki, milletlerin tümü suçlu olamaz. Kim suçluysa onunla anarız isimlerini Neonazi terörü deriz veya diğer terör adlarını öyle koyarız. Hep beraber ister Sünni olalım, ister Şii hangi etnik veya mezhebi kökenden gelmiş olursak olalım hepimizin İslam’ın terörle adlandırılmasına karşı çıkmamız lazım. Ama aynı zamanda İslam’ın bir şiddet unsuru olarak kullanılmasına dayalı yaklaşımlara da bir set çekmemiz lazım.

İslam medeniyeti tarih boyunca kurduğu düzenlerde hep çok kültürlü şehirler kurdu bu da üçüncü boyut. Yeni bir sosyal düzenin inşasını gerçekleştirmemiz lazım. Eğer biraz önce söylediğim şeye İslam medeniyetinin tarihte gerçekleştirdiği en büyük başarıları sıralayın diye sorsak birisi alim prototipi diye daha önce örneği görülmemiş bir ilim paradigması kurması ise, diğeri de kurduğu şehirlerdir, kurduğu şehirlerde veya sahip olduğu, fetih ettiği şehirlerde kurduğu düzendir.

Bugünlerde bir kitap yazıyorum şehirler, bütün değişik şekillerde medeniyetlerin şehirlerle ilişkileri üzerine. Medeniyet kuran şehirler var Medine gibi. Medeniyetin kurduğu şehir var Bağdat gibi, İsfahan gibi, Semerkant gibi. Medeniyet olarak İslam medeniyetinin dönüştürdüğü şehirler var, kimlik anlamında ve yapı anlamında, Kudüs gibi, İstanbul gibi. İslam medeniyetinin bir şekilde kurduğu ve sonra maalesef şehir niteliğini kaybeden yerler var Kurtuba gibi, Marakeş’in mirasının kaynağını alan Kurtuba gibi. O güzel Marakeş’in Kurtuba şehrine vardığınızda hala bizim izlerimizi görürsünüz. Bütün Avrupa Yahudileri tanrının katilleri olup katlederken, Kurtuba her dinden, her mezhepten insanın selametle bulunduğu bir şehirdi, Granada öyleydi. Oradan kaçan Yahudiler, Müslümanlar bir taraftan Kuzey Afrika’ya sığındılar, bir taraftan da bu şehre, bu güzel şehre gelip İstanbul’da Yahudi Mahallesini kurdular ve hiçbir zaman hiçbir Müslüman şehirde gettolaşma olmadı. Vatikan Venedik’te bundan 5-6 yıl önce yapılan bir toplantıyla ilgili bir hatıramı nakletmek istiyorum çarpıcı olması açısından. 3 gün süren bir toplantıya katıldım. Avrupa’nın önemli dini temsilcileri vardı, entelektüelleri vardı. 2-3 gün boyunca İslam medeniyetinin ve İslam dünyasının nasıl dışlayıcı bir niteliğe sahip olduğu veya problemlerle hemhal olduğunu anlatan sunuşlar yapıldı, sonra da benim cevap vermem istendi. Hemen hemen her alanda çok ciddi eleştiriler getirilen bir toplantıydı. Konuşmaya başlarken şöyle bir soru sordum: Madem ki İslam dünyasının böyle dışlayıcı, başkasına tahammül etmeyen, buradaki güzel ifadeyle itidal, sağduyusunu kaybetmiş bir dünya olarak tasavvur ediyorsunuz, bizler buradaki düşünürler, din adamları, entelektüeller şu anda desek ki, hadi hep beraber çok kültürlü yani Müslüman, Hıristiyan, Musevi mimarinin de, insanların iç içe yaşadığı çok kültürlü bir şehre gidelim ve şehrin siluetinde bunları göreceğimiz bir yere gidelim, hep beraber gezelim desek nereye giderdik dedim. Roma’ya mı giderdik? Kiliseden başka bir şey görünmez. Berlin’e mi giderdik, Paris’e mi giderdik, Londra’ya mı giderdik. Yoksa Marakeş’e mi giderdik güzel Marakeş’e. Kahire’ye mi giderdik, Şam’a mı giderdik, Bağdat’a mı giderdik, İstanbul’a mı giderdik, Buhara’ya mı giderdik kalenin dibinde Yahudi mahallesinin olduğu. Bütün İslam şehirleri çok kültürlüdür tarih boyunca. Hiçbir İslam şehri yoktur ki, kalbinde, içinde, merkezinde değişik Hıristiyan mezheplerinin kiliseleri ya da Yahudilerin Sinagogları olmamış olsun. Avrupa’da böyle bir şey gösteremezsiniz diye söylediğimde - biliyorum verecekleri cevabı - bir tanesi kalktı dedi ki; Saraybosna var dedi. Dedim ki; doğru Saraybosna var çünkü Saraybosna’yı biz kurduk. Saraybosna bizim tarafımızdan kurulduğunda çok kültürlü bir şehirdi, ama 90’lı yıllarda bütün o saldırılar altında inlediğinde o çok kültür yok edilmeye çalışıldı.

Değerli bilim adamları şunu bütün bir tarihi vaka olarak göğsümüzü gere gere söyleyebiliriz. 14 asır boyunca Müslümanlar kurdukları şehirlerde her dine, her mezhebe, her etnisiteye hoşgörülü yaklaştılar. Çünkü bizim önümüzde örnek aldığımız kişi Kudüs’e giren Hazreti Ömer’dir. Hazreti Ömer Kudüs’e girerken önünde sırayla bindiği bir bineğinin de sıra hizmetinde olduğu için Kudüs’e onun bindiği binek önünde yürüyerek girmiş o mübarek şahıs vardır. Ve Hazreti Ömer Kudüs’e girdiğinde kıyamet kilisesinde patrik ibadet etmesini istediğinde o der ki; eğer ben burada ibaret edersem sonra bunu camiyeye çevirirler der ve ayrı bir mescit inşa eder, ihya eder ve Kudüs’ün dışına çıkarılmış bütün dini toplulukları Kudüs’e davet eder. Babillilerin, Romalıların yıktığı Kudüs, tasfiye ettiği Kudüs, Haçlıların ve bugünkü zalim İsrail yönetiminin tek bir dine ait olduğunu iddia ettiği Kudüs İslam asırlarında bütün dinlerin barış içinde yaşadığı bir şehirdi.

Biz Kudüs’ü terk ettiğimizde Kudüs kaosa girdi. İslam asırlarında Kudüs’te Haçlı seferleri dışında bir dini çatışma yaşanmadı. 400 yıllık Osmanlı asrında Kudüs’te tek bir dini çatışma yaşanmadı. Hıristiyan mezhep mensupları dahi emanetlerini kilisenin anahtarını Müslüman bir aileye vererek düzen kurdular. Çünkü bizde insanın kendisini ahseni takvimdir, lekad halaknel insâne fi ahseni takvimdir. Müslüman’da, Hıristiyan’da bütün insanlar ahseni takvim üzere yaratılmışlardır. Biz şehirlerimizi böyle bir temelle kurduk, ama şimdi bir bu birikime bakın, bir bu anlayışa bu derin anlayışa bakın, bir de Musul’a, Sünni şehir, Basra’ya Şii şehir, efendim Erbil’e Kürt şehir, Bağdat’a Sünni mi, Şii mi olmak için savaştığımız şehir, Kerbela’ya Şii şehir, Kerkük’e Sünni şehir dendiğini düşünün bu bize yakışır mı? Şehirlerin varlıkları ancak ve ancak her mezhebe, her entisiteye açık olduğu zaman süre gider. Ama bir şehri, bir mezheple, bir etnik grupla adlandırdığınızda şehrin ruhunu öldürürsünüz. Bizim için Samarra da azizdir, Kerbela da azizdir, Necef de azizdir, Musul da azizdir, Basra da azizdir, Kerkük de. Bütün Irak şehirleri de azizdir, ehlibeytin olduğu her şehir bize mukaddestir. Ben şunu anlayamam ki - burada çok değerli ulema heyetin huzurunda söylüyorum - Seyyide Zeynep Türbesi bizim, bütün Müslümanların kutsalıdır. Şiilerin, Sünnilere karşı korumak durumunda olduğu bir yer değildir, bütün Müslümanların korumakla yükümlü olduğu bir yerdir. Ama İmam-ı Azam’da Şii imamlarında örnek aldığı büyük bir imamdır. Azamiye’yi korumak da sadece Sünnilerin değil, Şiilerinde sorumluluğu altındadır. Ama biz şuralar Sünni kutsal, buralar Şii kutsal yerler dersek şehirlerde, sonra birileri gelir onları yok ederler, tahrip ederler. Seyyide Zeynebi korumak hepimizin sorumluluğunda olduğu gibi o güzelim Humus’da, Kudüs fatihlerinden Halit Bin Velid’in türbesini korumakta bizim görevimizdir, onun üzerine uçaklarla bomba yağdıran zalim rejime karşı çıkmak da bizim görevimizdir. Samarra’da Şii mabetlere yapılan saldırıları kınamak da bizim görevimizdir. Neredeyse binlerce caminin Suriye’de yok edilmesi karşısında tepki göstermek de bizim görevimizdir. Burada ayırım yapılamaz. Burada şunu diyemeyiz: Bu bizim mahallemiz, bu bizim mezhebimiz, bu bizim etnisitemizin mekanı bunu koruyacağız diyemeyiz. Allah adına hepsini korumak bizim üzerimize ilahi bir vecibedir. Hatta ve hatta ve bunu ayrıca zikrederek söylüyorum, Müslümanlardan “emn” (güvence) almış Hıristiyanların kutsal mekanlarını korumak bizim görevimizdir. Moğollar hatırlarsanız İbn-i Teymiye’den Hıristiyanları teslim etmelerini istediklerinde verdiği cevap hepimize örnek teşkil eder, onlar bizim emrimizdedir. Müslümanlar hiçbir şekilde, hiçbir dini topluluğu “emn” içinde oldukları topluluğun mensuplarını herhangi bir tehlike karşılığında yalnız bırakamazlar. Bize sığındıkları zaman insanlara biz emniyet veririz. “Emn” ile iman arasındaki ilişki de budur. Nasıl iman edenler Allah’a imanla “emn” içinde olurlar, “emn” alınmış, emanet alınmış kişilerde korudukları zaman sığınırlar. Biz Suriye’den gelen 1 milyon 2 bin kardeşimize böyle baktık. Girerken sormadık sen Sünni misin, Şii misin, Nusayri misin? Sormadık. Arap mısın, Türk müsün, Kürt müsün diye sormadık. Madem ki kapımıza gelmiştir, onu korumak bizim için ilahi bir vecibedir ve biz bu topraklar üzerindeyken bu sorumluluklar, bu zayıf omuzlar üzerindeyken, Allah şahittir ki, bize sığınan hiçbir mazlumu zalime terk etmeyiz. Ben o Suriyeli mültecileri bulundukları yerlerde ziyaret ettim. Keşke siz de hep beraber o mülteci kamplarına gitseniz, orada doğan bebekleri görseniz. O zaman bir başka düşünüyorsunuz. Nasıl yeni bir ben idraki kurmak, psikolojik bir inşa faaliyeti lazım, nasıl ki, yeni bir zihniyet inşası lazım, nasıl yeni bir şehir düzeni inşası lazım, yeni bir adalet temelli ekonomi, politik düzen inşası da lazım. Bugün biz Suriye’deki rejime ki geçmişinde bazı yerlerde bu tür eleştiriler geldiğini görüyoruz sanki Türkiye şu veya bu mezhep mensuplarını destekliyormuş gibi.

Hepinizin huzurunda söylüyorum, biz 7 sene ambargolar karşısında Esad yönetiminin yanında durmuşsak, Batı ambargo uyguladığında ona her türlü yardımı yapmışsak - saldırı altında olduğunda komşumuz diyerek - mezhebine bakmadık Sünni mi, Nusayri mi, Alevi mi, Şii mi diye bakmadık. Komşumuz ve kardeşimiz olarak baktık. Çünkü o zaman kendi halkını katletmiyordu. Nasıl o zaman öyle bakmamışsak daha sonra kendi halkını katletmeye başladığında da tavsiye ettiğimizde tavsiyemizi dinlemediğinde, gel bu zulmü yapma dediğimizde dinlemediğimizde ve oradan fevç fevç insanlar ülkemize geldiğinde, o zaman da yine mezhebine bakmadık. Sadece bir tek şeye baktık, kendi halkına adaletle davranıyor mu?

Hepimiz muhasebe yapmak durumundayız. Nasıl Gazze’de dökülen her kan bizim ciğerimizi yakıyor, nasıl Gazze’de yıkılan her minare bu mübarek Ramazan ayında sahip çıkmamız gereken mekan, nasıl vaktinde Bosna’daki her camiye sahip çıktık şunu da sormak hakkımız: Kimin haddinedir, hangi mezhepten olursa olsun yüzlerce, binlerce camiyi Suriye’de hava bombardımanıyla yıkmak ya da binlerce insanı yetim bırakmak. Eğer bunu bir Sünni yapmış olsaydı ki geçmişte Saddam’a da o sebeple karşı çıkmıştık, ona da karşı çıkardık. Hiçbir ayrım gözetmeden hepimizin adaleti ayağa kaldırması lazım. Bu zor dönemlerde siyasi saikler, çıkarla değil, adalet anlayışıyla bakmamız lazım. Bu siyasi anlamda, ekonomik anlamda da sizlere adalet etrafında yeni bir çığır açmak gerektiğini söylüyorum. Şimdi size, hepimize soralım - Mübarek Ramazan ayında iftara da az kaldı, vaktinizi fazla almayacağım - şu soruyu sormak bizim üzerimize vecibedir: Dünyanın en zengin ülkelerin listesini çıkardığınızda Müslümanlar çıkıyor. Yani kişi başına düşen gelir itibariyle. En fakir ülkelerin listesini çıkardığınızda yine Müslümanlar çıkıyor. Burada bir yanlışlık var. Eğer Müslümanlar bu kadar zengin topraklar üzerinde oturuyorlarsa - ki oturuyorlar -Somali’de bir bebeğin açlıktan ölmesinin hesabını biz Allah’a veremeyiz. Ya da Orta Afrika Cumhuriyetinden kaçan Müslümanların Çad’a ulaşana kadar açlıktan ölmesinin hesabını veremeyiz ya da diğer yerlerde. O zaman yeni bir adalet anlayışını inşa etmemiz lazım. Sadece kişisel zekatlarımızı vermek yetmez. Eğer bir dönemde bu kadar insan, bu kadar Müslüman büyük bir açlık ve fakru zaruret içindeyse, bazı şehirlerimiz ışıl ışıl - ki onlardan biri İstanbul, herhangi bir başka şeyi kast etmiyorum kendimize de hepimize söyleyerek zikrederek söylüyorum - ama bazı İslam beldelerine gittiğinizde de doğru dürüst yol, sokak yoksa o zaman hesabını bizim vermemiz gerekir. Onun için biz İstanbul’u Mogadişu’ya kardeş şehir ilan etmiştik gittiğimizde. Mogadişu’nun bütün ihtiyaçları İstanbul tarafından karşılanacak dedik ve 300 milyon dolarlık bir yatırımla Mogadişu’yu yeniden inşa etmeye çalıştık.

Biz Müslümanlar “Mogadişu’da kardeşlerimiz ıstırap içindeyken, fakru zaruret içindeyken, İstanbul’da rahat edemeyiz” demedikçe, kendimizi değiştirmedikçe Allah’ın rahmetini, mağfiretini beklememiz mümkün olmaz. Onun için bu Mübarek Ramazan ayında hepimizin siyasette ve ekonomik hayatta, İslam dünyasında adaleti yeniden nasıl inşa edeceğimizi düşünmemiz lazım. Bu sadece siyasilerin meselesi değildir, bu öncelikle sizin meselenizdir. Ben de ilim hayatı içinde bulunmuş birisi olarak söylüyorum, yeni nesilleri bu bilinçle yetiştirmeliyiz.

Son olarak, beşinci inşa. Yeni bir insanlığa eğer biz İslam medeniyeti olarak, İslam düşünürleri olarak, İslam devlet adamları olarak insanlığa bir şey hediye edeceksek, bir ikramımız olacaksa, insanlığa bir çağrıda bulunacaksak onlara şunu dememiz lazım: Dünyanın her bir köşesi Rabbimizin bize lütfu olan eşit mekanlar olduğu gibi her bir yaratıkta sadece insanlar değil, hayvanat ve nebatatta koruması gereken kutsal emanetlerdir. Çevrecilerin modern olması gerekmiyor, en büyük çevrecilerin Müslümanlar arasından çıkması gerekiyor, çünkü tabiat bize emanettir. Hayvanatta dahil ki savaş hukuku içinde belki de ilk defa bütün bunlara dokunulmayacağını ifade eden ve hükmeden İslam kültürüdür.

Şimdi sadece İslam dünyası krizde değil, bütün bir dünya krizde aslında. Birleşmiş Milletler doğru dürüst çalışamıyor, çözüm üretemiyor. Dünya ekonomik sistemi krizleri çözemiyor. O zaman bu dünyaya yeni bir ruh üflemek lazım. O ruh bizde var. Ben İstanbul sokaklarını dolaştığımda o ruhu görüyorum, Buhara sokaklarını dolaştığımda o ruhu görüyorum. O güzelim Halep sokaklarında dolaştığımda o ruhu görüyordum. Saraybosna sokaklarında dolaştığımda o ruhu görüyorum. Geçen hafta Semerkant’ta, Hiva’da o ruhu gördüm, biz o ruhu keşfedelim. O ruh üzerinde bugünkü küreselleşen ve yabancılaşan insan bireyine yeni bir çağrıda bulunalım. “Gelin hep beraber kardeş olalım” çağrısında bulunalım, “gelin bu dünyayı daha güzel bir dünya kılalım” çağrısında bulunalım. Gelin “nefret tohumları ekmek yerine, muhabbet tohumları ekelim” çağrısında bulunalım.

Ama insanlara bu çağrıyı yapabilmemiz için önce bizim kendi hayatımızda, kendi şehirlerimizde, kendi mahallelerimizde, kendi ailemizde bunu yaşanır kılmamız lazım. Eğer Irak’ta bir hat üzerinde Müslümanlar çarpışıyorlarsa, eğer Suriye’de hala bu zulümler devam edip çatışmalar sürüyorsa ve diğer birçok beldede bunlar yaşanıyorsa bu çağrıyı yapamayız. Şimdi gün toparlanma günüdür, gün bize büyük bir nimet olarak inmiş o güzel vahiyin temelinin dayandığı, imanı, ahlakı, adaleti yeniden kendi nefsimizde, ait olduğumuz şehirlerde, mahallelerde, ailelerde ve bütün bir cemiyette yaşatma günüdür ve bunun üzerinden bütün insanlığa çağrıda bulunma günüdür.

İşte böyle bir vesileyle bir araya gelmiş olan bu ulema heyetini tekrar saygıyla, muhabbetle selamlıyorum. Dersaadete hoş geldiniz diyorum. İnşallah saadet dolu günler önümüzdeki dönemde saadet diyarı bütün İslam dünyasında dersaadet yapabilmek içinde hep beraber omuz omuza çalışalım diyorum.

Allah’a emanet olun, Allah Ramazanınızı mübarek eylesin. Bayramımızı da gerçek anlamlarda bayram eylesin. Allah’a emanet olun.