Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Diyarbakır Dicle Üniversitesinde Verdiği “Büyük Restorasyon: Kadim’den Küreselleşmeye Yeni Siyaset Anlayışımız” Konulu Konferans, 15 Mart 2013, Diyarbakır

Değerli öğrencilerim,

 

Hem bu salondaki, hem de paralel salonlarda bizleri dinleyen çok sevgili öğrencilerim;

 

Ben her şeyden önce bu güzel bahar sabahında hepinizi saygıyla, muhabbetle selamlıyorum, Allah’ın selamı üzerinize olsun.

 

Bir borç ifa etmek üzere geldim. Yaklaşık 3 senedir Sayın Bakanımız, Valimiz, Sayın Rektörümüz hep Diyarbakır’a gelmemi, Diyarbakır’ın o derin uhrevi havasını teneffüs etmemi ve ayrıca da Dicle Üniversitesinde de öğrencilerle buluşmamı istediler, davet ettiler. Ama hepinizin de tahmin ettiği gibi dış politika yoğunluğu dolayısıyla bu borcumu ifade edememiştim. Bu borcu sizlere ifa ederken Diyarbakır’ın huzuruna gelmekten de büyük bir onur duyuyorum. Evet, bunu özellikle söylüyorum. Diyarbakır’ın huzuruna gelinir, çünkü Diyarbakır bizim için tarihin herhangi bir konjonktüründe ortaya çıkmış, bir tür insan göçleriyle meydana gelmiş herhangi bir şehir değildir. Bu sebeple benden bu konferansı vermem istendiğinde, belki birçoğunuzun beklediği gibi Ortadoğu’daki gelişmeler, uluslararası ilişkilerdeki son dönüşümler gibi bir başlık değil de “büyük restorasyon, kadimden küreselleşme yeni siyaset anlayışımız” başlığını seçtim.

 

Büyük restorasyon dedim, çünkü insanlık tarihinin en büyük dönüşümlerinin, en büyük krizlerinin yaşandığı yoğun bir medeniyet dönüşümünden geçiyoruz. Bütün insanlık yeni arayışlar içinde. Seneler önce, 1989 yılında Francis Fukuyama soğuk savaşın bitişini ilan eden Tarihin Sonu tezini yazdığında ben doktora tezimi yazmaktaydım ve mukabil bir makale kaleme almıştım. Ve tarihin sonunun hiçbir zaman gelmediğini, aslında tarihin bundan sonra çok daha hızlı bir şekilde akacağını, yoğun muhasebelerle insanlığın yeni arayışlar içine gireceğini ve tarihin hızının ivme kazanacağını iddia etmiştim. Ve hep bir ilim adamı olarak bu ivmeyi anlamaya çalışmak için teorik çalışmalar yapmak ümidiyle doktora, doktora sonrası doçentlik ve profesörlük çalışmalarını yürüttüm. Ama nasip, takdir sadece bir bilim adamı olarak değil bir devlet adamı olarak bu sürecin, bu ivmenin içinde bulunma sorumluluğunu omuzumuza yükledi. Allah bu yükü kaldırmayı nasip eylesin. Çünkü bu sadece mensubu olduğumuz ülke, aidiyet hissettiğimiz medeniyete karşı değil bütün insanlığa karşı bir borç. Büyük bir restorasyon ihtiyacı var insanlığın. Uluslararası düzen lime lime dökülüyor, krizlere refleks gösterme kabiliyetini kaybetmiş, teknolojideki gelişmeler insanlığın geleceğini sadece biyolojik geleceğini değil aynı zamanda psikolojik manevi geleceğini de önemli ölçüde etkileyebilecek büyük değişimler içinde. Felsefeye, düşünsel çalışmalara her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Yeni arayışlara yeni çözümler üretmek zorundayız.

 

İnsanlık ve uluslararası sistem genel bir restorasyondan geçerken bölgemiz ve özellikle son 2-3 yıl içinde Ortadoğu bölgesi büyük bir iç restorasyondan geçiyor, yeniden yapılanıyor. Geçenlerde verdiğim bir röportajda bunu 100 yıllık parantezin kapanması olarak nitelemiştim. Evet, 100 yıl içinde yaşanan sömürgecilik döneminden ve soğuk savaşlarla, suni çizilmiş sınırlarla, ayrıştırılmış ulus devlet tecrübelerinin üzerinden geçen acılı yıllardan sonra bütün bir bölge tekrar bir bütünlük, bir iç restorasyon arayışı içinde. Ve bu bölge bizim kadim medeniyetimizin doğduğu bölge.

 

İnsanlık büyük bir restorasyon ihtiyacı içinde. Bölgemiz büyük bir restorasyon ihtiyacı içinde. Ve bütün bu büyük restorasyonların merkezindeki ülkemiz de kendi içinde büyük bir restorasyon çabası içinde. Aslında yaşadığımız süreçleri bu anlamda yani yavaş yavaş değerleri, mimari özellikleri kaybolmaya başlayan köklü bir yapının tekrar bütün haşmetiyle, bütün derinliğiyle insanlık tarihine çıkmasını sağlayacak, yeni bir imar, yeni bir doğuş müjdesi olarak görmek gerekir.

 

Peki, bu restorasyonun kökeninde ne var, neye ihtiyacımız var? Arkadaşlar, her şeyden önce bu restorasyonun kökeninde aslında insanlığın kadim birikimini tekrar keşfetmeye ihtiyacımız var. Kaybettiğimiz değerleri tekrar bütün derinliğiyle idrak etme ihtiyacımız var. Mesele sadece uluslararası ilişkiler meselesi değildir, mesele sadece bir iç siyaset meselesi de değildir. Mesele, tümden ve bütün külli yönleriyle yeni bir zihniyet inşa etme meselesidir. Ve böyle bir zihniyetin ana unsurlarını paylaşma ihtiyacı söz konusu olduğunda, belki de bunun en doğru paylaşılacağı yer Diyarbakır’dır. Çünkü Diyarbakır bizim için kadim şehirdir, şehirlerin mürşididir. Onun için Dicle Üniversitesinde okuyan öğrencilerim çok şanslısınız. Öğretim üyeleri, aslında bir büyük üstadın dizinin dibinde, Diyarbakır gibi bütün kadim geleneği kendisinde temsil eden manevi bir üstadın dizinin dibinde bir ilim-irfan arayışı içindesiniz, çok şanslısınız. Keşke ben de o kadar şanslı olsam ve bir gün bütün bu sıfatlardan arınmış bir şekilde Dicle Üniversitesinde öğretim üyesi, ama Diyarbakır’ın manevi huzurunda sıradan bir öğrenci olabilsem.

 

Bizim bu büyük restorasyonumuzun her bir şehirde bir ifadesi var. Büyükelçiler Konferansı dolayısıyla bildiğiniz gibi birçok şehirde toplantılar yaptık. Değişik vesilelerle gittiğim şehirlerde hep o şehirlerin kendi hikayesinden, o şehirlerin kendi derinliğinden hareketle bu büyük zihniyet dönüşümünü ve bu yeni siyaset anlayışını arz etmeye çalıştım.

 

İlk Büyükelçiler Konferansını Mardin’de yaptığımızda ki ben Mardin’e aşığım aynen Diyarbakır gibi, -aramızda Mardinliler varsa onlara da selam ediyorum- Mardin’i medeniyetimizin biblo şehri, insanlığın biblo şehri olarak tanımlamıştım.

 

Daha sonra Erzurum’da toplantı yaptığımızda Anadolu yaylasının kale şehri demiştim, Konya’da kendi doğduğum şehre gittiğimde, medeniyetimizin merkez şehri, Anadolu’nun merkez şehri.

 

Tabii İstanbul, dersaadet. Napolyon’un ve birçok büyük devlet adamının söylediği gibi; Eğer bir gün bir dünya devleti, tek bir devlet doğmuş olsaydı, başşehri İstanbul olurdu denir.

 

Edirne’ye gittik, bir kapı şehir. Ecdadın Rumeli’ye açılan kapısı, sonra da Rumeli’den rücu edenlerin, dönenlerin Anadolu’ya giriş kapısı. Selimiye’yle estetik boyut kazanmış bir kapı.

 

Bu senenin başında İzmir’e gittiğimde ufuk şehir dedim, medeniyetimizi Akdeniz’e açan şehir.

 

Şimdi buraya gelirken Diyarbakır’ı nasıl tanımlayayım diye düşündüm, tek bir kavramda Diyarbakır’ı izah etmenin zorluğunu hissettim. Eğer tek bir kavramda izah edilseydi, konuşmama başlık olarak seçtiğim kadim kavramıyla izah ederdim. Ama başka tanımlamaları da var Diyarbakır’ın. Ve aslında Diyarbakır’ın özelliklerinden hareketle ben sizle siyasi tasavvurumuzu ve dünya tasavvurumuzu paylaşmak istiyorum. Niçin Diyarbakır kadim şehir? Ve biraz önce bir tabir kullandım, alkış esnasında fark edilmemiş olabilir, şehirlerin mürşidi dedim. Başka şehirlere ışık olan bir şehir. Bir makale yazmıştım seneler önce, medeniyetlerin eksen şehirleri diye. Ve şehirleri tasnif ettim, medeniyet kuran şehirler; Medine gibi, Atina gibi, Roma gibi. Medeniyet tarafından kurulan şehirler; Bağdat gibi, Buhara gibi. Ve bir de medeniyetlerin harmanlandığı şehirler, İstanbul gibi. Diyarbakır bu açıdan bakıldığında beni hep bir yönüyle Kudüs’e, bir yönüyle Şam’a döndürür yüzümü. Ve kadim, belki genç arkadaşlarımız kadim kavramı üzerinde daha fazla tefekküre ihtiyaç hissederler. Kadimin en basit ifadesiyle karşılığı şudur: Geriye doğru araştırdığınızda başlangıç noktasını bulamayacağınız kadar eskiye ve insanlığa ait olan değerler veya şehirler veya kültürler. Bu üç şehre ben gittiğimde, 1983’te Kudüs’e ve bir gece büyük bir hayranlıkla gözümü ayırmadan Zeytundağından Mescidi Aksa’ya baktığımda, sanki Mescidi Aksa ve Kudüs bütün o haşmetiyle şunu diyordu: Bütün insanlık bende birikti ve bende tekrar tarih şeklinde tecelli etti. Yine bir sabah namazı Emevi Camiinde –ki Allah Suriyeli kardeşlerimize yardım eylesin- kıldıktan sonra Kasiyun Tepesine çıkıp Şam’a doğru baktığınızda Habil ile Kabil’in ilk kan döktüğü Dımeşk denilen alan ve ilk insanlık söyleminin başladığı Şam’da şunu hissedersiniz: Her şey burada oldu, bütün tarih burada yaşandı. Diyarbakır’a geldiğimizde yine bu sabah olduğu gibi, her şehrin bir ziyaret adabı vardır, her şehirde önce selam ile başlanır ve selam edilecek makamlar ziyaret edilir. İstanbul’a ziyaret Ebu Eyyup El-Ensari ile başlar. Ve sonra şehrin huzuruna tevazu ile girilir. Benim için Diyarbakır’ın bu yöndeki anlamı da Hazreti Süleyman ile başlar. Ve şehre adapla, edeple, tevazu ile girilir ve şehrin her bir sokağında şehir size şunu söyler: İnsanlık ne yaşadıysa ben burada onları gördüm. Özellikle öğrenci kardeşlerime söylüyorum; yaşadığınız şehrin ruhuna nüfuz edemezseniz oradan ilim alamazsınız. Diyarbakır’ı anlayın, Diyarbakır’ı anlayan bizi anlar, Diyarbakır’ı anlayan medeniyetimizi anlar, Diyarbakır’ı anlayan çok iddialı gelebilir size ama bütün insanlığı anlar. Çünkü Afro-Avrasya ana kıtasında bir şekilde medeniyet kurmuş hiçbir insan topluluğu yok ki yolu bir şekilde Diyarbakır’a uğramamış olsun. Gezin dolaşın sokaklarını Diyarbakır’ın. Önce haritadan bakın.

 

İkinci bir isimle Diyarbakır’ı anlatmak iktiza eder benim için; beşik şehir. Güneydoğu Torosları kuzeyden, Karacadağ ve Mazıdağıyla öyle bir havza ki sanki insanlık tarihinde Eğil’deki o büyük nebilerle birlikte şunu der: Burada vahiy ile ahlak, ahlak ile siyaset, siyaset ile mimari öylesine harmanlandı ki burada o harmanı doğru anlayanlar daha sonra büyük düzenlere, büyük açılımlara, büyük öncülüklere zemin oldular. Diyarbakır bu anlamda medeniyetlerin harmanıdır. Diyarbakır bu anlamda kavimlerin harmanıdır. Ama hep Diyarbakır Diyarbakır’dır. Gelene hitap eder, geleni etkiler ve devam eder tarihin akışı. Ve Diyarbakır devletlerinin, siyasi entitelerin, Anadolu ekseninde, Mezopotamya ekseninde, Levant ekseninde siyasi düzen kuracak olan entitelerin bir anlamda olgunlaştığı bir havzadır.

 

Bakın geleneksel medeniyetlere, antik medeniyetlere, Akdeniz’den, eski Yunan’dan, Mezopotamya, Mısır, Kafkas ve bütün bu bölgelerdeki göçlere, hareketliliklere bakın, coğrafi olarak bir merkez, optimum bir merkez aramaya çalışın, o optimum merkez coğrafi olarak Diyarbakır çıkar. Hazar’la Akdeniz, Karadeniz’le Basra ve Akabe arasında optimum bir yerdedir. Onun için göçler, hareketler ta İskitlerden, Urartulardan, Perslerden, Medlerden bu yana insanların kaynaştığı ve her bir değeri içine bir havuza, bir heybeye atarcasına o değerlerin harmanlandığı büyük bir medeniyet birikimi burada şekillendi. Bunu anlamak çok önemli. Çünkü, bunu anladığımızda aslında bugün o büyük restorasyon için gerekli olan kadim değerleri de keşfetmemiz mümkün olur. İşte onun için hem insanlık birikimi bağlamında, hem de bizim medeniyetimizin oluşum seyri bağlamında, hem de bir nizami âlem olarak insanlığa adalet dağıtmak üzere kurduğumuz siyasal sistemlerin bütün temelinde o kadim değerlerin izleri var. Biz o değerleri tekrar tekrar anlamak, keşfetmek durumundayız. Onun için de Diyarbakır’ın talebesi olmak durumundayız.

 

Bakınız İstanbul’la farkını ortaya koyabilmek açısından, İstanbul’da nihayet üç imparatorluk dönemi deriz uzun egemenlikler dönemi vardır; Roma, Bizans, Osmanlı. Ancak Diyarbakır’da hâkim olan ve bir şekilde bu şehre etkisini gösteren devletlere, tarihi serüvenlere baktığınızda ve biraz önce saydığım o antik dönemlerden 639’da Hazreti Ömer zamanında ilk tevhit inancının Diyarbakır’a girmesiyle birlikte yeşeren o yeni medeniyet uyanışının arkasından gelen yönetimlere baktığınızda, Emeviler, Abbasiler, Mervaniler, Hamdaniler, Büveyhiler, Artuklular, Eyyubiler, Selçuklular, Akkoyunlular, Osmanlılar ve bugüne kadar gelen bütün o birikimin harmanlanmasıdır.

 

Bizim şehirlerimiz hiçbir zaman tek boyutlu, tek kültürlü, tek dilli olmadı. Biraz önce değerli kardeşlerim, hepsinin de gözlerinden öpüyorum, muhteşem, kısa, keşke daha uzun dinleyebilseydik verdikleri o güzel konserde; biraz daha dinleseydik muhtemelen başka dillerin güzellerini de hissedecektik. Aslında bize bir müjdeyi de verdiler, baharın gelişi, cemrenin havaya, suya, toprağa düşmesidir. Aslında biraz önce dinlediğimiz musikinin nameleri de bize Nevruz’un ön habercisi olarak, bir bahar müjdesi olarak Diyarbakır’a, bu güzel şehre nüfuz eden o güzeller dillerin tınısını kulaklarımıza işledi. Onlara teşekkür ediyorum.

 

Arzu ettiğimiz yeni restorasyonda bütün bu renkler olacak, hiçbir renk, hiçbir dil, hiçbir kültürel unsur dışlanmayacak. Nasıl uluslararası düzende dışlanmaya karşıysak, küçük görülmeye veya bir şekilde sistemin dışına itilmeye karşısıysak, kendi ülkemizde de hiçbir rengimizin soluklaşmasına, hiçbir unsurumuzun önemini kaybetmesine izin veremeyiz. Hepsi bütün haşmetiyle, bütün güzelliğiyle bizim değerlerimiz. Ama şunu da bilelim: Bu değerler bizim ruhumuzda akisler uyandırdığı zaman başka yerlerdeki yansımalardan da o değerleri koparmamamız lazım.

 

Ben 2001 yılında, ki o zaman çocuklarımla her yıl bir 5-10 gün Türkiye’nin bir bölgesini gezerdim, 2001 yılında o zaman böyle güvenlikler, protokoller de olmadığı için rahat ve özgürce seyahat edebiliyordum. Belki o özgürlüğü tekrar yaşarız Diyarbakır sokaklarında inşallah önümüzdeki yıllarda bu görevlerden arınıp bir akademisyen olarak gelirsem. Bütün bu bölgeyi adım adım gezdik, istedim ki o kadimin havasını teneffüs etsin çocuklarımız.

 

Sonra onları Balkanlara götürdüğümde zihinlerinde şunun canlanmasını istedim Mostar’ı gösterdiğimde: Malabadi Köprüsüyle Mostar Köprüsüne bakın, iki köprüyü zihninizde canlandırın, işte o zaman aslında bizim için biçilen sınırların çok ötesinde ortak değerleri paylaştığımızı hissedeceksiniz. Ve o zaman Ortadoğu’yla Balkanlar’ın, Kafkasya’yla Kuzey Afrika’nın bir ayrılık döneminden sonra tekrar hiç ayırılmayacak şekilde bütünleşmesinin zaruretini anlayacaksınız. O estetik, o zarafet ve doğayla, suyla bir köprünün böylesine güzel buluşması; işte bizim medeniyetimizin ürünü bu. Ve burada her bir dil, her bir renk kendi güzelliğini yaşar.

 

Bir hatırımı naklederek dillerin aramızdaki o engin şeyi nasıl temin ettiğini de ifade etmek isterim.

 

Geçen sene Ramazan Bayramı vesilesiyle Saraybosna’daydım. Akşam bayram şenlikleri yapıldı, orada benim de bir konuşma yapmam istendi, çok kalabalık, 10-15 bin kişilik bir topluluk bir yerde, bir stadyumda. Bir Boşnak kardeşim de tercüme ediyordu, benim eski bir öğrencim. Bir yer geldi ve şunu söyledim: Eğer insanlığın kurduğu bütün şehirler yıkılsa, geriye hiçbir şehir kalmasa, sadece Saraybosna kalsa ve Saraybosna’nın vicdanı kalsa, o vicdan üzerinden insanlık yeniden inşa edilirdi. Daha ben cümlemi bu şekilde bitirdiğimde, siz anladınız, alkışladınız, oradaki Boşnaklar tercümeyi beklemeden alkışladırlar. Boşnak öğrencim tercümeyi yaptıktan sonra döndü bana dedi ki, Hocam, Boşnakların Türkçeyi ne zaman öğrendiklerini ben de bilmiyorum. Dedim ki, eğer biz dilden kulağa konuşuyor olsaydık sana ve tercümeye ihtiyaç vardı, gönülden gönüle konuşanlar için tercümana ihtiyaç yoktur. Biz sınırlarımızın ötesinde kalanlarla da, hele hele sınırlarımızın içindeki canlarımızla hep önce gönülden gönüle konuştuk.

 

Dün gece gelirken, Sayın Bakanımız ile Diyarbakır üzerine konuşurken Diyarbakır’ın şeklini uçaktan kalbe benzettik. Ve biraz önce değerli sunucu kardeşimiz Diyarbakır’ı aşkla anlattı. Evet, Diyarbakır bir aşk şehridir, fiziki olarak kalp şehridir. Her şeyimizi kaybedebiliriz, her şeyi tekrar kazanırız, , kaybettiğimiz her şeyi yeniden inşa ederiz, ama ne olur aşkımızı kaybetmeyelim, gönülden gönüle konuşmamızı kaybetmeyelim.

 

Bakın, Diyarbakır üzerine konuşmaya başlayınca durmak mümkün olmuyor,  ama bir-iki hususu daha zikredeceğim. Hazreti Süleyman Caminden bahsettim, ama ne olur Ulu Camiyi özellikle kardeşlerimi iyi anlasın. Ben Ulu Camide Mescidi Aksa’nın kokusunu hep hissettim. O kadim geleneğin belki de dünyadaki görünen cismani mekânlarından biri Ulu Camidir. Hem adı gibi uludur, ama girdiğiniz anda sizi cezbeden, girdiğiniz anda size sanki fizikle metafizik, tarihle, yaşanan zamanla zaman ötesi arasında bir yerde olduğunuzu hissettirir. Bunu Rabbim lütfedip Kabe’nin içine girdiğimde hissetmiştim, bir sabah namazında Mescidi Aksa’da hissetmiştim, Mescidi Nebevi’de, bir de Ulu Camide, Diyarbakır’ın ve Bursa’nın Ulu Caminde.

 

Ve dikkat ediniz, o tarihi serüven içinde Diyarbakır’a bir şekilde uğrayan herkes, Gıyaseddin Keyhüsrev’den 4’üncü Mehmet’e kadar, Melikşah’tan Nisanoğlu’na kadar herkes Ulu Camiye bir şekilde iz bırakmaya çalıştı. Sanki o iz ile o mimari ile, o dokunuş ile cennetteki karşılığını görürüm ümidi içinde bir fizikle metafiziğin bir âlemin içinde yaşadı. Bunu aynı hisle Bursa Ulu Camide de hissettim. Hangi güç şimdi Bursa’nın Ulu Camisiyle Diyarbakır’ın Ulu Camine mesafe koyabilir, ayırabilir, bölebilir, gönülleri koparabilir?

 

Evliya Çelebi Bursa Ulu Camiye gittiğindeki dizileriyle, menkıbeleri anlatışıyla Diyarbakır Ulu Camine gelip, bu ibadethanenin Hazreti Musa tarafından inşa edildiği rivayetini nakleder. Çünkü bizim geleneğimizde her şey kısas-ı enbiya üzerinden ta Hazreti Adem’e kadar uzatılır. Ve onu okuyan ister Türk olsun, ister Kürt olsun, ister Arap olsun, ister Boşnak olsun şu bilinci öğrenin kısası enbiyadan: nebiler diyarından, peygamberlerin tecrübesinden, bütün bu kimlikler, kavimler, geçicidir, baki olan beni adem olmaktır, baki olan beni adem olmanın hakkını vermektir. Bu hakkı verenler kendi halkına sahip çıkarlar, kendi ülkesine sahip çıkarlar, kendi bölgesine, lütfen dikkat ediniz, iki kavramı biraz sonra izah edeceğim için, kendi vatandaşlarına, tarihdaşlarına ve nihayet bütün insanlığa sahip çıkarlar.

 

Bizim meselemizin sınırları yoktur. Büyük bir birikiminin içinden geliyoruz. Hem insani anlamda, hem de milletimizin ki bu milleti kadim kavramıyla birleştirerek söylüyorum, milleti asli anlamı içinde kullanıyorum, asli anlamını hepiniz bilirsiniz. O kadim içinde bu ideali taşıyan herkes, insanlığa adalet götürmek üzere yola çıkan herkes, rengine, ırkına, diline bakmaksızın bu kadim milletin bir parçasıdır ve ebediyen parçası olacaktır.

 

Bakınız, camilerini gezin Diyarbakır’ın, her birinde bir başka izi göreceksiniz,  Parlo Caminde, İskenderpaşa’da, Fatihpaşa Caminde. Minarelerini yana yana getirin gözünüzün önünde, başka şehirlerde tek tip görünen, Konya’da mesela, daha birbirine yakın görünen Selçuklu ve Osmanlı birikimine rağmen minareler burada bir çeşitlilik gözünüzün önünde... Sadece minarelerine bakarak Diyarbakır tarihi üzerinde bir fikir yürütebilirsiniz kimler geçmiş diye. Artuklular, Akkoyunlular, Selçuklular, bir harman.

 

Allah aşkına, o dönemde bu harmanı yaşayanlar, 7 Kardeşler Burcunu Artuklular, Nur Burcunu Selçuklular inşa etti surlarda, Keçi Burcunu Mervaniler. Acaba Türk müydüler, Kürt müydüler, Arap mıydılar, hangi dili konuşuyorlardı ki Diyarbakır’ın her bir taşına, her bir minaresine, her bir camine, hatta birlikte yaşadıkları Süryani, Hıristiyan topluluklarla birlikte her bir kilisesine o kadim geleneğin mührünü vurdular.

 

Bu kadimdir, modernite döneminde yeni gelişen kimliklerle kadim kimlikleri bize unutturmaya çalıştılar,  hep parçalamaya gayret ettiler, dar kalıplar içinde siyasetimizi, anlayışımızı, dünyamızı daraltmaya çalıştılar.  Bizim bugünkü siyaset anlayışımız, bu şekilde açılan parantezi kapatmak ve kadimden bütün insanlığa hitap edecek olan bir küreselleşme sürecine geçerken, kadimin değerlerinden hareketle yeni bir siyaset anlayışını önce ülkemizde, sonra bölgemizde, sonra bütün dünyada egemen kılmak; hedefimiz bu.

 

Şimdi gelin, bu hedefe ulaşmak için neler yapmak, biraz da üzerine tefekkür edelim, çünkü vaktimiz daralıyor ve Ulu Cami bizi çağırıyor. Ulu Caminin davetine hayır denmez; bir, geç kalınmaz, iki; icabet şarttır.

 

3 ayaklı bir büyük restorasyona ihtiyaç var.

 

Birincisi; iç restorasyon, insanoğlunun kendi içinde yaşayacağı restorasyon ve ülkemizin ve ülkemizin kendi içinde yaşayacağı restorasyon. Bu restorasyon çok önemli. Önce yeniden zihniyetlerin, psikolojilerin inşa edilmesi lazımdır. Bu psikolojiler üzerinden geçmiş korkuların, geçmiş dürtülerin, geçmiş dışlanmışlıkların, geçmiş tahrik edilmelerin aşılıp yeni bir ahlakın, tevazuun, karşılıklı saygının ve evet, aşkın ve muhabbetin egemen kılınması lazım. Son 10 yıl içinde aslında bütünüyle yapmak istediğimiz şey bunun tekrar keşfedilmesi.  İnsanoğlunun yaptığı siyasetin eğer bir anlamı olacaksa,  tek bir hedef içinse o anlamı insan onurunu korumak, insan onuruna saygı göstermek.  İnsan onurunu korumayan hiçbir siyaset kalıcı olamaz.

 

Bakınız, Arap devrimleri dolayısıyla birçok analizler yapıldı, dışarıdan yönetildikleri iddiası getirildi, birçok komplo teorileri, vesaireler yapıldı. Ben size şunu söylüyorum: Her bir Arap gencini, Tahrir Meydanında sokağa çıkanları şahsen tanıdım, önemli liderlerini Konya’da seçim kampanyamda dahi ağırladım, Bingazi’de devrim sürerken sokağa çıktım ve biliyorsunuz Bingazi’de halka Ömer Muhtar’ın torunları, size Anadolu’dan selam getirdim dediğimde binlerce insan tekbirlerle karşıladılar. O zaman da tenkit edildik.

 

O insanları tanıdığımda şunu fark ettim: Bugün Bingazi’de ya da Tunus’ta, Tahrir’de ya da Hama’da, Humus’ta ya da Sana’da ayağa kalkan o Arap gençler, o kardeşlerimiz, birçoğunda, özellikle Suriye’de tabi Arap, Kürt, Türkmen,Sünni, Nusayri, Hıristiyan, onların aradıkları tek bir şey var arkadaşlar, insanlık onuruna saygı. Onurlu yaşamak istiyorlardı, saygı görmek istiyorlardı ve saygıyı hak ediyorlar.

 

Şimdi bizim yapmamız gereken en önemli mesele, insan onurunu ve bu onurun gerektirdiği hak ve özgürlükler de dahil olmak üzere, her şeye saygı içeren yeni bir kültürü aramızda egemen kılmak. İç restorasyonumuzun temel meselesi bu ve buna bağlı olarak bir özgüven oluşturmak.

 

Dün Diyarbakırlı bir kardeşim 97’de Diyarbakır’a  geldiğimde yaptığım bir konuşmaya atıfla şunu söyledi: “Siz o zaman tarihte özne olmak zorundayız, özne olmaya geliyoruz demiştiniz” dedi.  Evet, o zaman bir akademisyendim. Ve şimdi yine aynı iddiayla söylüyorum; kadim medeniyette bir kez özne olmuş toplumlar, halklar, milletler bir daha nesneleştirilemezler. Bugün insanlık her zamankinden daha çok bir özne olarak bizim tarihe tekrar dönüşümüze ihtiyaç hissediyor. Tarihten aldığımız hızla, o birikimi kullanarak, ama bütün insanlığa hitap edecek şekilde yeni bir yeni özgüven kültürü oluşturmamız lazım.

 

İkincisi; kimliğimizin inşası konusunda, medeniyet aidiyetimiz konusunda hiçbir tereddüde mahal bırakmaksızın ortak bir zeminde buluşmamız lazım.

 

Biraz önce iki kavramdan bahsetmiştim, vatandaş ve tarihdaş. Müsaade ederseniz önce tarihdaştan başlayalım. Bakınız, eğer tarihi parçalamaya başlarsanız, gidersiniz önce kavimler olarak ayırırsınız, sonra şehirler olarak, sonra daha alt kabileler, sonra kasabalar, sonra mahalleler ve bir müddet sonra parçalanmış bir tablo çıkar.  Bundan birkaç ay önce bir gazetede artık ulusçulukla hesaplaşma vakti geldi dediğimde birçok eleştiriye maruz kaldım. Kastettiğim şey açıktı; Avrupa milletlerini feodaliteden çıkarıp küçük küçük ünitelerle daha büyük ulus devletlere dönüştüren ulusçuluk, asırlarca beraber yaşamış olan Balkan, Ortadoğu, Kafkas, Orta Asya halklarını birbirinden koparacak şekilde yorumlandı, tarihdaş olma niteliğimiz zayıflatıldı.

 

Biraz önce zikrettiğim devletleri düşünün, Melikşah’ın Ulu Camini tekrar imar etmek üzere geldiğinde Diyarbakır’ın kompozisyonunu düşünün ya da 4’üncü Murat’ın Deliler Hanına gelip kaldığında ya da Artukluların Mardin’i, o güzelim Mardin’i inşa ettiklerinde ya da Selahattin Eyyubi’nin bütün bir milletin onuru adına Kudüs’e doğru yürüdüğünde acaba ordusundakiler hangi kimliğe aittiler? Acaba Ulu Cami’ye her bir şekilde hizmet eden Gıyaseddin Keyhüsrev, Melikşah ve orada bulunanlar hangi etnisite duygusuyla hareket ettiler? Büyük göçler yaşandı; Mezopotamya o kadar köklü bir kültür ki, Asurilerden, Urartulardan bugüne kadar gelen bütün bu göçlerle harmanlandı, yeni kültürler oluştu, Artuklu bunun ürünü, Selçuklu bunun ürünü.

 

Dün yine bir Diyarbakırlı kardeşim Türklerle Kürtlerin ilk buluşmasını Malazgirt’le izah etti, sonra Kurtuluş Savaşıyla, Bağdat seferleriyle izah etti; doğrudur, doğrudur. Öylesine uzun bir tarihi serüvendir ki bu, 12 ile 14. yüzyıllar arasını anlamayan bizim o büyük medeniyet harmanımızı da anlayamaz. Bu anlamda üç büyük harman geçirdi bu bölgede coğrafi kültürler.

Birincisi; Milattan Önce 5. ve 7. yüzyıllar arası Büyük İskender’in Yunan kültürünü Mezopotamya’ya, ta Hint’e, İran’a kadar harmanlayarak götürdüğü İskender adıyla anılan şehirlerin doğduğu kültür.  İkincisi; tevhit inancı etrafında İslam medeniyetiyle birlikte bütün bu havzaların birleşip Harran’da okulların, Diyarbakır’da mimarinin, Mardin’de medreselerin, Zinciriye’nin, Mesudiye’nin Diyarbakır’da doğduğu o büyük kültür. Üçüncü harmanlanma da; Türklerin Kürtlerle kaynaştığı, Araplarla kaynaştığı, Arapların Kürtlerle, hatta dediğim gibi Hristiyan unsurlarla birlikte de kaynaşarak oluşturdukları kadim birliktelikler. İşte biz o kadim birlikteliği bir tarihdaşlık olarak görürüz. Dış politikamızın esasında da bu vardır. Kim ne derse desin, nerede bir tarihdaşımız varsa, o aynı zamanda bizim soydaşımızdır, kaderdaşımızdır, o aynı zamanda bizim dış politikamızın ana unsurudur. Bunu tanımlarken de hiçbir zaman Türk’ü Kürt’ten, Arnavut’u Boşnak’tan ayırt edemeyiz. Hepsi bizim için tarihdaşlığımızın gereği olarak borçluluk hissettiğimiz yerlerdir.

 

Böyle bir sorumluluk üzerimizdeki değerli kardeşlerim, dün yine bir vesileyle aktardım; bugün karşı karşıya kaldığımız restorasyon sorumluluğunun ne kadar deruni bir yük üzerimize yüklediğini görmeniz için sizlerle de paylaşmak istiyorum. Diğer coğrafyaların bize nasıl baktığını görmeniz için. Bizim restorasyonumuzun diğer yerlerde nasıl büyük restorasyonlara bir domino etkisiyle etki yapacağını görmeniz için. Bugünlerde buralarda esen bu bahar havasıyla çözüm sürecinin bütün bölgelere nasıl büyük bir bahar havasını estireceğini görmeniz için. Benim memleketimin manevi mimari Mevlana Celaleddin Rumi’nin sadece hayatına bakın. Belh’te doğup İran’ı geçip Bağdat’ta, Mezopotamya’da bütün bu kadim kültürü öğrenip Konya’ya gelip Mesneviyi Farsça yazmak. Bir Türk olarak Farsça yazmak, hiçbir şey gözetmeden bütün bu kadimden etkilenerek. Bakan olduğumda Hazreti Mevlana’nın memleketi Belh’e gittim, çok güzel karşılandık, aynen dün burada Diyarbakırlı kardeşlerimin kucakladığı gibi. Hepsine minnettarım, ne kadar misafirperver olduğunuzu bir kez daha gösterdiniz. Oturduk, basının önünde Belh Valisi selam kelamdan sonra saymaya başladı; Sayın Bakanım, Mezar-ı Şerif’te okula ihtiyaç var, Şibirgan’da camiye, şurada yola, diğer yerlerde çocuk parkına. Başkonsolosumuzu, Büyükelçimizi çağırdım, tek tek yazın dedim, bir sene sonra geldiğimde bunlar açılacak.

 

Dışarı çıkarken gazeteci bir dostumuz dedi ki, Sayın Bakanım, Belh Valisi öyle bir istedi ki, gören de Belh Valisi değil Konya valisi zanneder. Evet, o kadar rahatlıkla istedi. Neden biliyor musunuz? Çünkü onların dönüp baktığında bu topraklarda oturanlara her şeyi atfedebilirler ama acziyet atfetmiyorlar. Diyorlar ki, eğer bir bu topluluk Anadolu’daysa, bütün bu o kadim medeniyeti harmanlamışsa, onlara, İstanbul’da oturanlara acziyet yakışmaz, Anadolu’da oturanlara acziyet yakışmaz. Bu tarihdaşlığımızın hissedilmesi lazım.

 

Ondan 15 gün sonra Sancak’a gittik, Sancak Yenipazar Belediye Başkanı da aynı taleplerle, aynı rahatlıkla geldi. Diplomat arkadaşlara döndüm, Sancaklı bir Boşnak’la Afganlı bir Tacik arasında, Belh Valisi, ortak ne özellik vardır? Dedim ki, ikisi de bir şekilde bizi borçlu görüyor. Elhamdülillah ki borcu görüyor, elhamdülillah ki onlara yardım elini uzatabilecek kudretimiz var.

 

Şimdi bakınız, Başbakanımızın 2005’te Diyarbakır’da yaptığı konuşma, işte bu tarihdaşlığı yeniden inşa edilmesi için atılan bir tohumdu. O günden bu yana bu tohum serpildi, gümrahlaştı. İnşallah öyle bir esenlik ve hepimizin altında barınacağı bir gümrah, gölgelik, bir çınar oluşturacak ki bu ortak tarihdaşlık paydası, birçok başka kavim de Türklerin, Kürtlerin, diğer bütün Anadolu coğrafyasında yaşayan kimliklerin oluşturduğu o çınar altında kendilerine bir mekan bulacaklar.

 

10 dakika içinde çıkmamız gerekiyor diyorlar, ama ben bir müddet daha sizinle devamı gerekli görüyorum, birkaç hususu zikredeceğim, inşallah yetişiriz. Yanlışlık şurada: Beni böyle dikkatle dinleyen göz göze konuştuğum bir öğrenci kitlesiyle aynı salona koydular. Ben böyle bir kitleyle biraraya geldim mi saatleri unuturum, ama Cuma namazını unutmam.

 

Şimdi burada yapılması gereken bu tarihdaşlıkla çağdaş bir devletin vatandaşlığı arasında doğrudan bir irtibat kurmak. Vatandaşlık bir hukuktur ve o hukuk vatandaş olan herkese eşit şekilde verilir. Kim hangi vatandaş, hangi kökenden, mezhepten, dinden, etnisiteden gelirse gelsin eşit olarak bundan istifade eder.

 

İç restorasyonumuzun bu anlamda kimliği yeniden inşa edici özelliğinin bir diğer boyutu da; ta 2002 yılından itibaren benim ilk bir televizyon konuşmasında zikrettiğim, dış politika prensiplerini zikrederken zikrettiğim birinci prensiple ilgili; özgürlük-güvenlik dengesi. Bugün demokratikleşme, iç restorasyonumuzun ana unsuru olan demokratikleşme ilkesi, demokrasi aslında özgürlük ile güvenlik arasında yeni bir denge bulma çabasıdır. Çünkü, insanoğlu ta ilk çağlardan, Hazreti Adem’den bu yana iki şeyi aradı: güvenliği ve özgürlüğü. Bu iki ihtiyacı karşılanmazsa, insanoğlunun onurunu ikame etmesi mümkün değil.

 

Geçmişte öyle dönemler oldu ki, biz de ve şimdi de Arap toplumlarında, insanlara döndüler şunu söylediler: O kadar büyük güvenlik risklerimiz var ki, özgürlüğü bir müddet unutun. Halbuki özgürlük unutulmaz, her şey unutulur özgürlük unutulmaz. Beşar Esed’in halkına söylediği şimdi bu, Arap rejimlerinin, otokratik rejimlerin söylediği de buydu. 10 sene önce AK Parti iktidarlarıyla başlayan demokratikleşme sürecinde özgürlük-güvenlik dengesi, demokrasiyle güvenlik arasında yeni bir denge kurulmasıyla aslında biz bu restorasyonun temelini attık.

 

Şu ilke önemlidir, Mervanilerde de önemliydi, Abbasîlerde de, Emevilerde de, Artuklularda da, Selçuklular da, Osmanlılarda da, bugün de Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde bu temel bir ilke olmak durumundadır; Devlet, o devlettir ki, hem kudretli, hem şefkatli olmak zorundadır. Şefkatli olup da kudretli olmayan devlet acizdir. Sadece yanar yakılır, ama yardım gücü olmaz Belh’e ya da Somali’ye, efsaneleşmiş Somali yardımını yapamaz kudreti olmayan şefkatli devlet; sadece üzülür, en fazla dua eder. Ama bir devletin kudreti var da şefkati yoksa zalimleşir, tiranlaşır. Bizim yeni siyaset anlayışımız kadim kültürlerden, siyasetnamelerden, uhuvetnamelerden gelen o kadim kültürümüzün esası budur, Şeyh Edebali’nin nasihatına zerk edilen asırlarca sürdürülen kültür de budur. Ve bu kültür de Artuklu Mardin’iyle Osmanlı Bursa’sı ya da Saray Bosna’sı arasında bir fark yoktur.

 

Devletimiz şefkatli ve kudretli olacak onurlu olmak için kudretli olacak, insanlara saygı duymak ve yardım edebilmek için şefkatli olacak; iç restorasyonumuz bu esasa dayanır.

 

Başkalarından 10 sene önce olduğu gibi yardım dilenenler şefkat sahibi olsalar bile hep tahkir edilirler. Ama bugün hamdolsun ki bir bakanlar kurulu toplantısında Sayın Başbakanımız dönüp Maliye Bakanımıza şunu diyebiliyor ve bu kararlar alınabiliyor. Tunus’taki kardeşlerimizin böyle bir demokrasiyi inşa döneminde yardıma ihtiyaçları var, Mısır’daki kardeşlerimizin yardıma ihtiyacı var Tunus’a 500 milyon dolar, Mısır’a 2 milyar dolar kredi açalım. Borsa’da geri dönüş için Srebrenitsa’dan Doğu Bosna’dan koparılanların geri dönüşleri için yardıma ihtiyaçları var, 100 milyon dolar kredi açalım. Bingazi’de 1 Ramazan 2011 Ramazanı ki hala efsane olarak anlatılır. Eğer oradaki Müslümanlar iftar edebilmişlerse Türkiye’nin gönderdiği 300 milyon dolarlık krediyle yaptılar.

 

Şimdi bunu çevre bölgelere kanat gererek yapan bir devlet tabi ki kendi halkına en üst standardı getirmek durumundadır. Onun için GAP projesi var onun için KOP projesi, KODAP projesi birçok projeleri geliştirdik. Onun için bu Güneydoğu Anadolu’nun insanlığın bütün o kadim en köklü, en güzel, en mamur şehirlerini barındıran bu güzel bölgemizin Mardin’imizin, Diyarbakır’ımızın, Urfa’mızın, Van’ımızın, Ergani’mizin, bütün ilçeleri sayarak söylüyorum Harput’umuzun dünyanın en mamur şehirleri olmaya hakkı var. Diyarbakır bir zamanlar hani Doğu’nun Paris’i falan gibi ifadeler Paris ne ki, Paris dünkü şehir.

 

Diyarbakır büyük bir merkez halinde bütün bu çevre şehirlere mürşitlik ederken şehir nasıl olur öğretirken Paris diye bir şehir yoktu. Sayın Valimiz burada sabah Hazreti Süleyman Camini ziyaretten namazdan sonra gezerken de konuştuk, bir kentsel dönüşüm yürütülüyor, ama emanetimiz ve talebimiz şudur ki, Diyarbakır’ı, Diyarbakır yapan tek taş dahi zayi olmamalıdır. Bir taşın üzerindeki tek bir işlenmiş o güzel hat kaybolmamalıdır. Bu bizim mirasımız, bu bütün insanlığın mirası. İşte buradan ekonomik restorasyona geçiyoruz ikinci ayağı. Ekonomik restorasyon aslında bizim kendi iç siyasi sınırlarımızın dışını da kapsayacak şekilde bir restorasyondur. Bakın Cumhuriyetimizin 100. yılıyla ilgili bir hedef koydu Sayın Başbakanımız; Hükümet olarak bunu ilan ettik: dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girmek. Fakat diğer 9 ülke hangisi olacak? Bu 9 ülkenin hemen hemen hepsi kıta ölçekli ülkeler. Amerika Birleşik Devletleri başlı başlına bir kıta, tek başına Texas bile coğrafi olarak bizden büyük. Rusya dünyanın en büyük ülkesi, Kanada’yla birlikte, Brezilya bizden 10 misli büyük, Avusturalya, Hindistan, Çin hepsi kıta ölçekli peki biz nasıl bunların arasından sıyrılıp çıkacağız? Arkadaşlar bir tek yolla bunu yapabiliriz; sınırlara saygı göstereceğiz ama çevremizdeki hiçbir sınırın duvar olmasına izin vermeyeceğiz.

 

Sınırları bu Ortadoğu’daki değişim rüzgârı içinde, kendi iradeleriyle halkların iradesiyle iktidara gelen ve gelecek olan yönetimlerle birlikte bu sınırları anlamsızlaştıracağız. Tel Adyab ile Akçakale arasında nasıl sınır yaşayabilir?  Diyarbakır Musul’dan, Urfa Halep’ten koptuğunda hinterlandı yok olmaz mı? Batum’la, Rize arasında soğuk savaşın sınırları devam etseydi bugün ilişkiler gelişebilir miydi? Edirne niçin bir çıkmaz sokak gibi olsun, ta Saray Bosna’ya kadar açılmasın? Onun için biz vizeleri kaldırma politikası izliyoruz. Her oturduğum Dışişleri Bakanı’yla ilk açtığımız konu, vizeler kalkacak. Çünkü biz istiyoruz ki, insanımız hareket etsin eski siyaset anlayışı bizim vatandaşları kontrol etmeye ve bir yerde tutmaya dayalıydı. Bir yerde toplayalım, göçler yaptıralım, kontrol edelim. Çünkü insanına güvenmiyordu biz de şimdi diyoruz ki, Diyarbakırlısı, Edirnelisi, İzmirlisi dünyanın her yerinde seyyal şekilde hareket etsin, hareket ettikçe değer üretirler. Ve nereye giderlerse adım attıkları her yerde büyükelçiliğimiz olacak, adım attıkları her yerde o vatandaşlarımıza sahip çıkacağız. O zaman biz kendi hinterlandımızı açabiliriz. İşte kadim dediğiniz de ekonomi de ne akla gelir? İpek Yolu. Çin’den kalkardı kervanlar o develerle ta bizim üzerimizden biz derken bütün Orta Asya’yı, Buhara’yı, Semerkant’ı, İran’ı, Mezopotamya’yı, Diyarbakır’ı, Konya’yı aşar Avrupa’ya ulaşırlardı. Şimdikinden daha kolay giderlerdi, bu kadar sınır teknolojik imkâna rağmen bu kadar çok sınırda bekletilmez, bu kadar işkenceyle karşı karşıya kalmazlardı her sınırda. İstiyoruz ki, öyle bir yeni bölgesel düzel kuralım ki bütün bu hinterlandımızla en derin yere kadar bütünleşelim. Asya’nın içlerine kadar, Hint Okyanusuna kadar onun için Somali’de dahi bütün Afrika’ya açılım politikası takip ediyoruz ekonomik restorasyonumuzun temeli bu. Ve bunun için vizeleri kaldırıyoruz, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyleriyle aslında bir büyük restorasyonun, bölgesel restorasyonun önünü açıyoruz. Bunun dediğimizde bize diyorlar ki Yeni-Osmanlıcı. Niye diyorlar biliyor musunuz? Balkanlardaki bazı milletleri, Ortadoğu’daki bazı milletleri bize karşı kışkırtmak için. Osmanlı’yla gurur duyarız, Selçuklu’yla gurur duyarız, Artuklu’yla, Mervani’yle, Selahattin Eyyubi’yle gurur duyarız kim ne derse desin. Ancak şunu da sorarız: Bütün Avrupa sınırları kaldırıp bütünleşirken yeni Romacı, Yeni Kutsal Roma Germen imparatorlukçu olmuyor da niçin biz 100 sene önce bir arada yaşayan halklar tekrar bir araya gelsin derken suçlanarak yeni Osmanlıca ilan ediliyoruz.

 

Onlar ne derse desin bütün şehirlerimiz kendi hinterlantlarıyla buluşarak yükselecekler. Diyarbakır eskiden olduğu gibi Basra’dan kalkan gelen şeylerin ta Karadeniz’e kadar gittiği, Orta Asya’dan gelenlerin, İran’dan geçip de gelenlerin Akdeniz’e kadar gittiği kavşağın üzerinde olacak ekonomisi bununla canlanacak. Burada iki yol var ya yeni bir siyaset anlayışıyla, yeni bir düzen anlayışıyla bütün bu bariyerleri önce zihnimizde, sonra gönlümüzde, sonra fiiliyatta ortadan kaldıracağız ve daha büyük ölçeklere doğru hep beraber yürüyeceğiz. Türküyle, Kürdüyle, Arnavutuyla, Boşnakıyla, Arabıyla her bir milletiyle yürüyeceğiz ya da bizi lime lime edip küçük parçalara ayırmaya çalışacaklar, irademiz net ve açıktık artık bu parantez kapanmalıdır. Önce Sykes-Picot haritalarıyla, sonra sömürge yönetimleriyle sonra suni çizilmiş haritalar üzerinde ortaya çıkan ve her biri diğerini suçlayan ulusçuluk ideolojilerine dayalı nevzuhur devlet anlayışlarıyla gelecek inşa edilemez. Sykes-Picot’un bize çizdiği o kalıbı kıracağız.

 

Balkan Savaşları, Trablusgarp Savaşı hayatta belki de son yıllarda duyduğum en büyük iç muhasebelerden biriydi Libya’dan tahliyeleri yaparken bunu da söyleyip bağlıyorum hareketi hissediyorum iki dakikada. Libya’da olaylar başladığında önümüze rapor geldi 25 bin vatandaşımız Libya’nın her bir kentinde dağınık şekilde bulunuyorlar.  Biz o vatandaşların çatışan taraflar arasında zarar görmesini zaten istemeyiz. Türklerle, Araplar arasına tekrar kan girdi denmesini hiç istemezdik, istemeyiz. Sene 2011’in Şubat’ı bir an gözümün önünden bütün bir tarih geçti 1911 geçti bizim Trablusgarp’tan koptuğumuz yıl, Bingazi’den ayrıldığımız yıl. Tahliyeye başladık ve bütün dünyanın takdir topladığı bir operasyonla 1 hafta, 10 içinde Libya’nın her bir şehrinden tek tek vatandaşlarımızı alıp 25 bin vatandaşımızı ülkemize getirdik. İşte devlet olmak budur.

 

Ondan 12 yıl önce deprem olduğunda bu ülkenin Başbakanı biliyorsunuz Adapazarı’na gidememişti. 25 bin vatandaşımızı getirdik, yetmedi 63 ülkeden 10 bun farklı kişiyle oradan boşalttık. O tahliyeyi yaparken içim cız etti bir taraftan ve Libyalı kardeşlerimize hitaben şunu söyledim: Sakın ola ki Anadolulu kardeşleriniz sizi terk ediyor diye düşünmeyin. Tekrar gelmek için geçici bir süre sizden izin alıyoruz ve 2011’in Ağustos ayında Sayın Başbakanımızla Trablus’ta, Misrata’da, Bingazi’de, Tacura’da on binlerce Diyarbakırlılar nasıl coşkuyla karşılıyorsa Başbakanımızı aynı coşkuyla karşılandığımızda o gece şükür secdesi ettim. Elhamdülillah ki geri döndük aramıza denizler giremedi dedim. Şimdi de söylüyorum, kopmadık Kuzey Afrika’ya tekrar iş adamlarımızla, bütün kapasitemizle gidiyoruz ki onlara yardımcı olmak için. 2012, 1912’nin 100. yılıydı yani Balkan Savaşları’nın. O acıları unutmak için Balkanlar arasında mekik dokuduk, Türkiye, Bosna-Hersek, Sırbistan, Türkiye, Bosna-Hersek, Hırvatistan üçlü mekanizmaları kurduk, bütün Balkanlar’ı adım adım gezdik. İstiyoruz ki, aynen Ortadoğu’da olduğu gibi Saray Bosna’yla, Üsküp’le, Edirne’yle, İşkodra’yla, İstanbul hepsi tekrar kenetlensin ve etnik ayrım gözetmeden, din, mezhep ayrımı gözetmeden bütün Balkanlar yeni ve geniş çok kültürlü bir havza haline gelsin. 1914, 1. Dünya Savaşının yıl dönümü 100. yıl. Ortadoğu’dan kopuşumuzun ama nasıl Kut'ül Amare’de Türk’ü, Arap’ı, Kürdü, Hristiyan’ı, Yezidi’si, Keldani’si aynı saftaysa nasıl 1915’in 100. yılı olacak. 2015’de tekrar hatırlayacağımız gibi Çanakkale Savaşında şehit düşenler aynı toprakların insanlarıysa, Diyarbakırlıyla Konyalı, Konyalıyla Üsküplü yan yanaysa 100.yıllarda da onları tekrar yan yana getireceğiz, omuz omuza getireceğiz kimse buna engel olamaz.

 

Bu tarihi parantezi kapatmaktan kast ettiğimiz tekrar başlığa dönüyorum kadim birliktelikleri inşa etmek o kadim birliktelikten yeni bir siyaset anlayışı ortaya çıkartmak ve insanoğlunun büyük restorasyonunda öncü bir rol üstlenmek. Onun için Birleşmiş Milletlerde etkin bir şekilde mücadele ediyoruz, onun için yeni bir bölgesel düzen arayışı içerisindeyiz. Neye dayalı bir bölgesel düzen? Ortak güvenliğe, çok kültürlü yapıyla, kültürel etkileşime, ekonomik karşılıklı bağımlılığa ve ortak kader bilincine. Sadece Türkiye içinde bir ortak kader bilinci değil, bütün bu bölgelerde yeni bir ortak kader bilinci oluşturacağız. Ve bu kader bilincinin üzerinde kadimden gelen ve en çok da Diyarbakırlıların anladığı, anlayabileceği, geliştirebileceği o değerlerle birlikte yeni bir siyaset kuracağız. İşte o gün geldiğinde tekrar tarihe bu medeniyetin, kadim medeniyetimizin özneleri olarak tarihe döneceğiz ve bütün insanlığa işaret saçacak fikirlerin, anlayışların, değerlerin öncüsü olacağız.

 

Ben Diyarbakır’da bu öncü olma aşkını gördüğüm için mutluluk duyuyorum, hepinize saygılar sunuyorum, Cumanız mübarek olsun.