Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Dünya Kadınlar Haftası Vesilesiyle Türkiye İş Kadınları Derneği Tarafından Düzenlenen Toplantıda Yaptıkları Konuşma, 9 Mart 2013, İstanbul

Nilüfer Hanım’a çok teşekkür ediyorum.

 

Uzun zamandır aslında planlıyorduk. Her karşılaştığımızda Nilüfer Hanım ne zaman birlikte olabileceğiz diye sordu? Benden bir netice alamayınca bu sefer Sare Hanım üzerinden tekrar tekrar sorular devam etti. Ama gecikmenin demek bir hikmeti varmış. Çok anlamlı bir günde bir araya geldik. Dün 8 Marttı, bugün 9 Mart. Kadınlar Gününüzü tekrar kutluyorum. Gecikme sebebimizi hem izahat edeyim, hem özür dileyeyim. Bugün önce size söz verdim. Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nu da epeydir bekletiyorduk, onlarla da bir randevum vardı. Tabi düşünüldüğünden uzun sürdü. Ben iş erkeklerine kabahati atacaktım ama orada iş kadınları da vardı. Mısır-Türkiye İş Konseyi Başkanı Zuhal Hanım gibi birçok iş hanımı da vardı. Dolayısıyla gecikme dolayısıyla özür de diliyorum.

 

İş Kadınları Derneği konuşulunca genellikle iki hataya düşmek mümkün: Birincisi, her şeye bir şekilde kadın meselesi üzerinden yaklaşıp sanki diğer alanlar orada ikincil görülecek şekilde bir takdimde bulunulabilinir. Bir diğer hata da, kadınların özellikleri üzerine veya kadınların özgün konumları üzerine bir şey söylemeden konuya geçerseniz de iş kadınlarının misafiri olmanın hakkını vermemiş olursunuz. Ben onun için müsaade ederseniz önce, benim nazarımda ulvi kadınla - özellikleriyle diyeyim - takip ettiğimiz dış politika ve uluslararası sorunların irtibatını kuracak şekilde bir bağ kurayım. Biraz felsefi boyut ile stratejik boyutu birleştirmeye çalışacağım.

 

Tabi insanoğlunun - Adem oğlunun ve Adem kızının - hepsi büyük mucizelerle donatılmış. Yani insanın bedeni, ruhi özelliklerine, akli melekelerine baktığınızda her bir anda, her bir süreçte, her bir harekette, her bir histe çok büyük mucizeler görebilirsiniz. Bakan göze göre bunların şeklinin, renginin üzerine  kütüphaneler dolusu eserler yazılmıştır. Ama objektif bakan gözler Adem kızının mucizelerinin kesinlikle Adem oğlundan daha fazla olduğunu fark eder. Ve eğer bir ayrım gözetmek gerekirse - ki o ayrım insanoğlunun özelliği bakımından yapılamaz. Ama dikkat ederseniz biz de bütün his derinliğini ifade eden şeyler hanımlarla ve hanımla özdeşleşmiştir: Merhamet, şefkat, rahim, rahmet, bereket… bunları uzatabiliriz. Merhamet dediğinizde ilk canlanan simge - hayatımızda bir roman yazacak olsak da - bir annedir. Annenin merhametini aşan herhangi bir merhamet mümkün değil. İşte kızım burada, benimle kızlarım arasındaki bağı tarif etmek mümkün değil. Fakat ne olursa olsun annenin merhameti, rahim ve rahmet ismiyle de bütünleşecek şekilde, hiçbir şey ona ulaşamaz. Erkek adı olmakla birlikte Cemil kelimesini bir erkek için kullanamazsınız. Cemile’dir, güzellik dediğinizde, Cemal dediğinizde genellikle bu kadınlarla özdeşleştirilir. Ama yine Allah’ın isimlerinden Cabbar dediğimizde daha çok erkek canlanır zihinlerde.

 

Bunu şunun için söylüyorum: Eğer uluslararası sistemde bir yumuşama, bir insani hisle yoğunluk gerçekleştirmek istiyorsak aslında bu kadınla özdeşleştirilen bu güzel duyguların oraya nüfuz etmesini sağlamamız lazım. Hani biraz önce Nilüfer Hanım’ın Colin Powell’a sorduğu, eğer orada kadınlar otursaydı acaba savaş kararı bu kadar kolay alınabilir miydi sorusu gerçekten doğrudur. Bu bütün hanımlar için böyle. Bazen alınan zor kararların bedellerini erkeklerden çok kadınlar öder, bazen değil çoğu zaman. Ben pratikte de bunu çok gördüm. Ama şunu da ifade edeyim: Kahraman ifadesi daha çok savaşan erkekler için söylenir, ama ödedikleri bedeller ve karşılaştıkları zorluklar bağlamında eğer kahraman ifadesini birileri için kullanmak gerekirse, savaşan erkeklerin arkalarında bıraktıkları kadınlar için kullanmak gerekir. Çünkü savaşan erkek bir kere ölür ama savaşan kadın yanındaki çocuklarıyla, yetimleriyle bütün hayat boyu büyük bir şeyi omuzlar. Kahramanlık unvanı eğer birisine verilecek olsa o kadına vermek gerekir. Bizim babaannelerimizin, anneannelerimizin dünya savaşında ne büyük çileler çektikleri malum. Genellikle şehitlerimizi Sarıkamış’ta biliriz, Yemen’de biliriz. Ama ya onların arkasında bıraktığı kadınlar ve çocuklar ve o kadınların ne büyük çilelerle yeni bir nesil yetiştirme çabaları… Bunun hikayesi çoğu zaman yazılmamıştır. Esas kahramanlar onlar.

 

İş kadını dendiğinde yine mümkün olduğu kadar dış politika anlayışımızla irtibatlandırmaya çalışacağım. İş kadını dediğimizde bu sefer çiftte bir kahramanlık var bunu ifade edeyim. Özellikle Türk iş kadınları için bir erkeğe göre 3 misli kahramanlık diyeyim. Çünkü, böyle bir tabir kullanmak gerekirse, iş erkeği işini yapar ve evine geldiğinde dinlenmeyi kendince hakkı görür. Ama iş kadını işini yapar, evine gelir bir başka işe başlar. Yetmez bütün bir yükü üzerinde hisseder.

 

Şahsi hayatımda da mesela benim çok yoğun çalıştığım ve gerçekten dünyanın her bir köşesinde sürekli hareket halinde olmam dolayısıyla düzensiz bir hayat yaşadığım düşünülür. Düzensiz olduğum kesin. Ama Sare Hanım’ın bir iş kadını olarak günlük temposuna baktığımda benimkisi kahramanlıksa onunkisi üç misli kahramanlık. Ben burada herkesin hissiyatı açısından söylüyorum. Keşke sen biraz geç gelmiş olsaydın gıyabında konuşmuş olsaydık. Bu bir iltifat gibi objektif bir gözden: ben doktora tezimi yazarken bilgisayar o zaman keşfedilmişti. Sefure doğdu. Hanım gece çocukla ilgilenir, ben o sırada doktora tezini yazmaya devam ederim. Hanım sonra ihtisas yaptı, bu sefer üçüncü çoğumuz oldu; o hem çocuğa baktı, hem ihtisas yaptı, ama ben çocuğa bakamadım. Bir taraftan da benim el yazım kötü olduğu için yaptığım tezin bazı alıntılarını da o yazardı. Bunu bir itiraf gibi söylemiyorum.

 

Gerçekten baktığımızda iş kadınları başka ülkelerde, Batılı ülkelerde, Amerika’da, Avrupa’da iş erkeklerine göre bazı dezavantajlarla başlarlar. Ama iyi olduğu için söylemiyorum;  vaka bu. Bu birinci hayat kabul edildiği için toplumda tek başlarına o rekabeti diğer erkeklerle yürütürler, olumsuz şartlarda olsalar, pozitif ayrımcılığa tabi tutulsalar dahi. Bizim kadınlarımız iş kadınıysa çok daha zor şartlarda rekabet etmek durumundalar. Çünkü geleneksel komünal değerlerle, aile değerleriyle modern birinci değerleri sentez etmek zorundadırlar. Edemezlerse bizim aile kültürümüz o aileyi, o bağı kaldırmıyor. İşten geldikleri, eve girdikleri anda bir başka sorumlu hissederler. Ben Sare Hanım’ın boyun fıtığı olmamasına şaşıyorum, epey ağrıları var ama. Evde nasıl çalıştığını tarif ettiğimde bu çok tipik. Aslında hepinizin güncel yaşantısı böyledir. Bir taraftan yemek yapar, bir taraftan kulağına mobil telefonu dayar hastasıyla konuşur, öbür taraftan da bana seslenir beni düzene koyabilmek için. Bana sabretmek durumundadır, çocuklara sabretmek durumundadır. Hastaları da ayrı şefkat bekler. Her birimize de güzel söz söylememesi durumunda yani o psikolojiyle hitap etmemesi durumunda rolünü oynayamaz duruma gelir. Aynen sizlerin iş hayatında çoğu zaman bunları yapmak durumunda olduğunuz gibi. Tabi tercihleri gereği evlenmemiş olan, aile ilişkileri farklı olanlar olabilir. Ama her halükarda bizim toplumda anne olmak, iş kadını olmak, eş olmak birbirini ikame etmemesi gereken yan yana aynı tempoda sürdürülmesi gereken misyonlar olarak görülür. Bunun sizler üzerinde oluşturduğu olağanüstü bir yük var. Ama bir taraftan da aslında bu yükün getirdiği bir bereket de var. Ben kendi şahsi hayatımda da bunu gördüm.


Geleneksel değerlerimizden fedakarlık yapamayız, bizi farklı kılan o değerlerdir. Aile yapımız çözüldüğünde en önemli güç kaynağını kaybederiz. Onun için bunu söyledikten sonra fedakarlığı kadınlardan bekliyoruz. Bunu da yine itiraf ederek söylüyorum; bu durumu bir haksızlık olarak görüyorum. Ama başka yolu var mı? Onu da zor görüyorum. Çünkü annenin çocuğa vereceği şefkati hiç bir şey, baba bile ikame edemiyor. Baba başka şeyleri ikame ediyor. Bazen babanın oluşturduğu boşluğu da annenin doldurması bekleniyor. Oğlumda bundan seneler önce hafif bir dikkat eksikliği vardı. Gittik, çok ilginç bir gözlemi oldu doktorun. Dedi ki, problem, sizin rolünüzü annenin sürdürüyor olmasından, yani benim yokluğumda disiplini anne sağlıyor. Biraraya geldiğiniz de bu sefer çocuklar nihai kararın kimden çıktığını o kadar açık fark ediyorlar ki. Benden bir şey talep ettiklerinde akıllı bir şekilde iki anı tercih ediyorlar: Bir ben bir şey yazıyorsam, okuyorsam, ne söylenirse söylensin evet derim. Bir an önce uzaklaşsın ben işime devam edeyim diye. Hele kitap okurken;  gelip o anı kullanırlar baba şunu yapalım, tamam kızım derim gider. İkincisi de, bana bir şey soracakları, izin alacakları zaman benim elimi veya yüzüme tutarlar “Baba, anneme bakmadan cevap ver” diye. Çünkü o sırada ben bir tek soruya cevap vereceğim. Sare Hanım o sorunun arkasındaki buzdağını biliyor. Çocuk biliyor ki, ben o sırada bakacağım, bir kaş, göz işaretiyle hissediyor. Ve bu çocuğun bu hissine cevap vermesini de yine anneden bekliyoruz.

 

Biz de fedakarlık yapmıyor muyuz bazen, benimde yaptığım fedakarlıklar oluyor. Şimdi daha az yapabiliyorum ama gece ikide bir şey olduğunda, ani bir doğum haberi olduğunda, Başdanışmanken bile Sare Hanım’ı bizzat ben götürürdüm. Tabi içeride doğum olurken, dışarıda ben kitap okuyorum, bir şey okuyorum. Birçok kişi şaşırarak gelirdi; Hocam hayrola falan diye. Başkasına emanet edemezsiniz gecenin o yarısı, kadın doğum doktoru da olsa eşiniz gidersiniz. Bu fedakarlıklar tabi birlikte yürütüldü, fakat nihai kertede bir hulasa çıkartıldığında, ben şahsi hayatımdan hareketle söylüyorum, Türkiye’deki iş kadınları gerçek kahramanlardır ve her şeyden önce bu akşam ben bu kahramanları selamlıyorum.

 

Beklentiler yüksektir, bir terfi veya daha iyi bir konuma gelmek konusunda erkek rakiplerinize göre çok daha zor şartlarda rekabet etmek zorundasınız. Aynı anda üç işi düşünmek durumundasınız. Bunun kazandırdığı büyük bir beceri de vardır. Ben Sare Hanım’ı gözlemlerim. Onun için nasıl aynı anda bunları yapabildiği konusunda bazen hayret ederim. Çalışan bazı Büyükelçi hanımlarımızda da aynı şeyi görüyorum. Bu farklı bir psikoloji. O anlamda, hani kadınlarla, erkeklerin doğası farklı. Hepimizin bir insan doğası var. Ama kadınlara öyle nimetler verilmiş ki… Kadınlar bu nimetleri değerlendirdiğinde erkeklere göre büyük bir avantajı da sağlayabiliyorlar. Geçen hafta bunu da söyledim. Sonra yavaş yavaş bunların dış politikayla alakasına geleceğim.

 

Bir lokantada, dost meclisinde birkaç aile çocuklarla bir aradayız. Sare Hanım’a bir hastasından acil telefon geldi ama restorandayız. Telefon geldi kalktı ve yürümeye başladı uzaklaştı, hastalar açısından telefonda bazen mahrem bir şeyler de açılabiliyor. Dedim ki, şimdi dikkatli bakın etrafı toparlamaya başlayacak. Kulağında telefonla konuşurken gitti restoranın tablolarını birer birer eliyle düzeltmeye başladı. Herkes ona bakıyor ama hiç farkında değil, o sırada bir taraftan hastasına şu ilacı al bu ilacı al diyor ama bir taraftan da her şeyi düzeltti. Ben ne kadar düzensizsem, O o kadar düzenli. Hepimizin ona baktığını bitirdiği anda fark etti. İşte çalışan iş kadını bu. Çünkü bir kere alışkanlık olmuş. Aynı anda iki işi yapamazsa olmaz. O anda kendisini evde zannetti ve normal yapması gereken işleri yerine getirdi.

 

Bunlar aslında kadınlarımızın ne kadar da verimli çalıştığını ve yaşadığını gösteriyor. Bu verimi iş hayatına yansıtmak iş hayatındaki verimi de artırıyor. Huzur ve kendisiyle barışık olmak her şeyin esası. Kendisiyle barışık olmayanın ne dış politikası olur, ne iç politikası, ne de iç huzuru. Kendisiyle barışık olmak için Türk iş kadınları bu üç işi - iş kadını olmak, anne olmak, eş olmak - beraber yerine getirmek durumunda kalıyorlar. Görünüşte bir haksızlık ama başarıldığında gerçekten büyük başarı hikayeleri de böyle çıkıyor. O bakımdan TİKAD diye bir kuruluşu düşünmüş olmaları ve muhtemelen de bu sıkıntıları da içine alacak şekilde istişare zemini oluşturmaları dolayısıyla Nilüfer Hanım’a ve ekibine teşekkür ediyorum.

 

Biraz zamanlama dışında şimdi bütün bu hususiyetlerin, bu özelliklerin uluslararası sisteme yansıması konusu. Uluslararası ilişkiler artık sadece savaş kararı alma ya da savaşma meselesi değil. Uluslararası ilişkilerin mahiyeti artık değişti, devletlerarası ilişkiler olmaktan da çıktı. Mesela çevre konusu eskiden uluslararası ilişkilerin çok önemli bir alanı olarak görülmezdi. Teknik, bilimsel ve biraz ahlaki, etik bir konu olarak görülürdü ve bir müzakere konusu olmazdı. Mesela mayınlardan arındırma, silahsızlanma, nükleer silahlara karşıtlık vesaire. Bütün insanlığı ilgilendiren konuları ele alın. Emin olun kadın doğası bunları anlamakta erkek doğasını göre çok daha avantajlıdır ve çok daha ilkelidir.

 

Çok iyi hatırlıyorum, bundan iki sene önceydi. Meksika Dışişleri Bakanı, çok saygıdeğer bir hanımefendi Patricia, Meksika’nın başkanlığında bir Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’na  ev sahipliği yaptı. Hazırlık toplantısı için 60’a yakın Dışişleri Bakanı ile Birleşmiş Milletler’de New York’ta toplandık. Meksika Dışişleri Bakanı Hanım çok güzel bir açılış yaptı. Söz söyleme sırası bana gelene kadar herkes kendi ulusal pozisyonuyla ilgili bir kağıt okudu. Benim genellikle hiç yapamadığım bir şey kağıttan konuşmaktır, ama bazen uluslararası toplantıysa, resmi bir tavır beyan edecekseniz kağıttan okumaya başlıyorsunuz, okuyorlar yani. Baktım herkes kağıttan okudu ve dikkatler dağıldı. Çünkü herkes zaten Amerika’nın Kyoto Protokolüyle ilgili çekincelerini, efendim, başka bir ülkenin başka bir salınımla ilgili rezervlerini biliyor. Baktım dikkat çok dağılıyor birkaç husustan sonra dedim ki: “Ben size resmi bir pozisyon okumayacağım. Çünkü bizim Dışişleri Bakanlığının birinci görevi temsil ettikleri devletin çıkarlarını ve yaklaşımlarını savunmaktır. Bu bütün konular için geçerlidir, ama bazı konular var ki, bizim orada ait olduğumuz devletin, temsil ettiğimiz devletin Dışişleri Bakanı olarak değil, insanlığın İçişleri Bakanı olarak konuşmamız lazım.” Bir anda dikkatler toparlandı. Çünkü insanın varoluşunu tehdit eden unsurlara tedbir alınmazsa, insanoğlunun var oluşu tehdit altındaysa, siyasal varoluş olamaz. Ontolojik var oluşun olmadığı yerde siyasal varoluş olamaz. Devletler olamaz, bakanlar olamaz. Ben, her şeyden önce hepimizi bulunduğumuz devletin resmi pozisyonlarını açıklamaya değil, insanoğlunun İçişleri Bakanı olarak konuşmaya davet ediyorum ve bu vasıfla konuşacağım dedim. Toplantının mahiyeti değişti ve buna en önce tepki verenler de hanım bakanlar oldu.

 

Şimdi, onlar için varoluş sadece bir onur meselesi değil. Dikkat edin, eski Yunan mitolojisinden bugüne kadar o görkemli heykellerin çoğu erkek görüntüleridir. Kadınlar zarafeti temsil ederler. Onun için de siyaset ve devlet meselesi bir onur ve kendini ispat etme meselesi olarak görülür. Halbuki aynı zamanda siyaset pamuk kadar ince, yumuşak olsun ve insanlara bu mesajı iletebilsin.

 

Eğer insanlık tarihini savaşlar tarihi olarak ele alırsanız ve her birinden bir kahraman üretirseniz bir müddet sonra insanlığın geleceğinde sadece böyle görkemli heykelleri ayakta kalan liderler olur ama insanlığın geleceği kalmaz. Bu konular, yani çevre de dahil olmak üzere bütün bu evrensel anlamda pamuk yumuşaklığında olan konular, aslında realist bakımdan da insanoğlunun tam da dokusuna, geleceğine dokunan konulardır. O bakımdan uluslararası politikada kadınlarımızın, bütün insanlık kadınlarının çok daha fazla ağırlığını hissettirmeleri lazım. Bunda hiçbir şüphe yok. Bir konuşmada şunu demiştim: Daha özelde yani Türkiye devlet adamı olarak, burada devlet adamı, devlet kadını diye ayrım yapmadan, bütün teşmiliyle söylüyorum. Çünkü benim de ta gençliğimde okuduğum en güzel romanlardan biri de “Devlet Ana”dır. Devlet baba sokaktaki ama devlet, anadır, Anadolu’dur, vatanımız Anadolu. Yani ananın olmadığı yerde hayatın olması mümkün değil.

 

Yine şahsi bir şey söyleyeyim. Ben annemi 4 yaşımda kaybettim. Sare Hanıma da - ilginç bir şekilde kader hazırlamış - 7 yaşında kaybetmiş annesini. Sefure’ye de adını verdiğim mübarek bir hanım büyüttü beni, ikinci annem diyeyim. Üç kız kardeşim ilk annemden, ikinci annemden de üç kız kardeşim vardı. Konya’nın o şartlarında hastaneye yetişemediği için doğum üzerine vefat etmiş annem. Hatırlamıyorum, 3,5 yaşında filandım, zihnimde canlanmıyor. Beni büyüten ikinci annem hep derdi ki; annelik duygusuyla doktor olmamı isterdi. Senin annene ödemen gereken bir borcun var. O doktora yetişemediği için vefat etti diye. O şartlarda benim de hayatım hep siyaset, iktisat, tarih, felsefeyle geçmiştir. Lise sondayız, annem bastırıyor doktor olmalısın. Anne, ben başka bir alanda okuyacağım. Bir taraftan da kırmak istemiyorum. Hayattaki nadir beyaz yalanlardan birini söylemek zorunda kaldım. Dedim ki - burada herkes benden daha genç ama bizim nesil olanlar bilir, o zaman biz 14 tane tercih yapardık - 14 tercihin 13’nü senin istediğin gibi yapacağım. Hepsini tıp yazacağım ama bir tanesini bırak ben başka bir şey yazayım, tamam de. O düşünüyor ki, 14’de 1 şansım var. Halbuki en yukarıya birinci tercihe Boğaziçi Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, sonra Çapa Tıp Fakültesi, sonra Cerrahpaşa sonra Hacettepe hepsinin puanı Boğaziçi’nden yüksek, aslında tek tercih yaptım. Böyle gelince ne yapayım dedim. Rahmetli 95’te vefat etti, kaderine razı oldu. Ama o kadar iyi niyetliymiş ki bir kadın doğum doktoru eş nasip oldu. Ve dedi sen kaçmaya çalıştın ama doktor eve geldi. Kadın hassasiyeti, anne hassasiyeti ister gerçek annelik olsun, ister bir başkasının çocuğuna annelik yapıyor olsun, o yumuşaklığı taşır izinde.

 

Ben düşünürüm, diyelim Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri bir hanım olsa, bütün insanlığın annesi gibi düşünme kapasitesine bir erkekten daha fazla sahiptir. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri bir erkek olsa bütün dünyaya nasıl nizam verip, arkada ne kadar güzel, onurlu bir isim bırakacağının hesabını yapabilir. Kimseyi itham ederek söylemiyorum. Ama kadın bir genel sekreter aynı zamanda arkada ne kadar merhamet yüklediğini de düşünür. Bu kendi çocuğuyla ilgili bir şey. Çünkü biz erkekler ikinci bir varlığı içimizde hissetmeyiz. Kadınların belki de en mucizevi yönü ikinci bir varlığı kendi bedenlerinde hissetmeleri. O hisle yaşayan birisi için başka bir varlığın başka insanın değeri farklı. Ben bunu anlayamıyorum ama en azından anlamaya çalışıyorum. Annelik böyle bir farklılık getiriyor, uluslararası ilişkilere de bunu katar.

 

Bugün sizlerle buluşmamız çok zamanlı oldu, teşekkür ediyorum. Ama benim onurla imzaladığım, belki de Dışişleri Bakanlığında en fazla gurur duyduğum olay, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Başkanlığı dönemini Türkiye olarak üstlendiğimizde, Bakanlar Komitesine ilk yaptığım teklif daha sonra İstanbul Sözleşmesi diye anılacak olan kadınlara karşı şiddet ve aile içi şiddete karşı uluslararası sözleşmeyi hazırlamamız oldu. Ve onu da dönem başkanlığımız sırasında İstanbul’da imzaladık ve İstanbul Sözleşmesi olarak biliniyor. Ve bu açıldı ilk imzasını ben attım, daha sonra Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği imzaya açtı. Bunun verdiği haz ve vazifeyi yapma duygusu başka herhangi bir yerde yok. Küresel bazda kadınların uluslararası sistem içinde daha fazla seslerinin çıkması daha şefkatli daha merhametli daha adaletli bir dünya için bir zaruret.

 

Şimdi gelelim kendi ülkemiz açısından… Türkiye, zor bir coğrafyada, bunu hepiniz görüyorsunuz. Dün İngiltere’de de aynı şeyi söyledim. Sorumluluk hislerine sahip insanlarız, bizim yaptığımız görev nihayet herhangi bir pozisyonun gereğini yapmak değil, omzumuzda biraz önce söylediğim gibi insanlığın İçişleri Bakanı gibi düşünmek dışında, bütün bu bölgenin de eline baktığı - eline baktığından kastım dilendiği anlamında değil, yardımını beklediği - bir ülkenin Dışişleri Bakanısınız, hükümetinin parçasısınız. Şimdi siz zihninizde tahayyül edin lütfen. Muhasebe yapıyorsunuz gece yatarken, sabah kalktığınızda sağa doğru dönüyorsunuz. Batı’ya doğru döndüğünüzde Yunanistan’dan başlayıp Portekiz’e kadar bir ekonomik kriz hattı var. Bu ekonomik kriz herhangi bir kriz değil, kadınların hayatını zorlaştıran, çocukları, gençleri işsiz bırakan - yüzde 40’a kadar işsizlik oranları var, gençlerde daha da yüksek – bir kriz. Böyle bir işsizlik ortamı var, Allah kimseye göstermesin. Hepiniz evlerinizin genellikle hazinedarları olduğunuz, masraf yapanları ve tasarruf yapanları olduğunuz için 2001 krizinde neler çektiğimizi biliyorsunuz. Şimdi Yunanistanlı hanımlar, İtalyan, Fransız, Portekiz, İspanya’dan İzlanda’ya kadar Avrupa’daki birçok hanım ister yalnız yaşıyor olsun, ister bir evi idare ediyor olsun o ekonomik krizin sarsıntısını hissediyor. Öbür tarafta, bu sefer gözünüz Güney’e iniyor, Irak’tan başlayın özellikle Suriye’de yoğunlaşacak şekilde, Magrip’e kadar bir siyasi kriz kuşağı. Öylesine büyük bir deprem yaşanıyor ki, sadece siyasi etki uyandıran bir deprem değil, sosyolojik, psikolojik travmaların yaşandığı, ailelerin bölündüğü bir deprem. Hiç bir şey o insani histen daha fazla önemli değil, özellikle Suriye bağlamında. Doğu’ya dönüyorsunuz İran’dan, Afganistan’dan, Pakistan’dan Güney Asya’ya kadar inen bir başka kriz kuşağı. Kafkaslara doğru Kuzey’e doğru donmuş bir sürü krizler. Ortada bütün bunlarla hemhal olmak zorunda olan bir ülke olarak iyi bir istikrar adası olmak durumundasınız. Türkiye bir taraftan kendi travmaları olan, kendi zorlukları olan, bunları aşmak durumunda olan bir ülke. Ama bir taraftan da bazı ülkeler vardır, kendi problemini aştığında kimse ondan bir şey beklemez, problem olmasın yeter der. Türkiye’den ise herkes bir şey bekliyor. Bunları sizinle biraz daha paylaşmak istiyorum ki daha net anlaşılsın.

 

Şimdi son 10 yıldır büyük bir restorasyon yaşıyoruz. Bu restorasyonun üç ayağı var: Birisi demokratikleşme. Kendi insanımıza verdiğimiz değer ve o insana duyduğumuz saygı dolayısıyla o insanın siyasal, ekonomik, kültürel hayatta daha özgür ve etkin bir şekilde yer almasını sağlayacak demokratik bir yapının kurulması, güçlendirilmesi, iç siyasi restorasyon. İkincisi, ekonomik restorasyon. İnsanlar özgürlüklerini kullanabilir ama eğer tok değillerse özgürlük zamanla anlamını kaybedebilir ve başkasının özgürlüğünü tehdit etmeye başlar. Onun için iş kadınlarını, iş dünyasını özel sektörü daha da ilgilendiren bir şey ekonomik restorasyon. Karnınız tok olacak ki, başınız dik olsun. Üçüncüsü de dış politika restorasyonu. Dış politikada dünyanın her yerinde söz söyleyebilecek, öz güvenli aktif bir tavır sergilemeniz. Bunun üçü birbiriyle ayrışmaz şekilde bütünleşmiştir, birbirinden ayrılamaz. Birini diğerinden ayırdığınızda gücünüz zayıflar.

 

Türkiye’de demokrasi olmasa, mesela geçen 2011 yılında biz herkesin takdir ettiği objektiflikte, özgürlükte bir seçim yapmamış olsaydık, Ortadoğu’ya dönüp, ben Dışişleri Bakanı olarak bu halkların demokratik talepleri karşılansın diyebilir miydim? Kendimizin yaşamadığı bir şeyi başkasının yaşaması gerektiğini söyleyebilir miydim? Ya da ekonomimiz zayıf olsa, kendi kendimizi besleyemez durumda olsak, bu kadar çok Büyükelçiliği son 4 yıl içinde açabilir miydik? Aktif dış politika olmamış olsaydı, insanımızda bu kadar özgüven olur muydu? Vizeleri kaldırmamış olsaydık, iş kadınlarımız, iş erkeklerimiz dünyanın her yerinde bu kadar rahat dolaşabilir miydi? Bunların hepsi bir diğeriyle ilintili. Türkiye’nin bu 10 yıl içinde yaptığı restorasyon Hükümet istikrarı, siyasi istikrarla bezenmiştir. Bu Başbakanımızın başkanlığında bir hükümetin organik bir bütünlük olarak çalışıyor olmasındandır.

 

Bugün zikrettim, mesela 90’lı yıllarda dünya ekonomisi aslında genişledi. 90’lı yıllar dünya ekonomisi için büyük bir genişleme dönemiydi, bütün ülkeler genişledi. Türkiye’nin o dönemde ekonomisi hemen hemen hiç büyümedi. Kişi başına düşen gelirimiz 2700 dolar civarındaydı 1991’de. 2002’de 3200, 3300 dolar civarında yani 200-300 dolarlık bir oynama. 2002’de 3200’dü, şimdi 10 bin 800, 4 misli arttı. 275 milyar dolar civarından 800 milyar dolara geldik. Bu da ne zaman oldu? Dünya ekonomisinin daraldığı, ekonomik krizlerin olduğu bir dönemde. 10 yılda yaptık biz bunu. Yine bir uluslararası toplantıda bu restorasyonun sırrı nedir diye sordular. 10 yıl içinde biz büyük bir doğalgaz kaynağı keşfetmedik, petrol de keşfetmedik. Sömürge geçmişine sahip bazı ülkelerde olduğu gibi sömürge döneminden gelen büyük sermaye birikimimiz de yoktu. Neyi keşfettik değerli hanımlar, arkadaşlar? İnsanımızı keşfettik, insanı mobilize ettik, insana özgüven verdik.

 

Bazen bizim çok iddialı şeyler söylememiz, hedefler ortaya koymamız tenkit ediliyor, maceraperestlik de deniyor, efendim, hayalperestlik de. Ben şunu gördüm; bizim toplumun Akdenizli olmasından diyeyim, Akdenizlilik psikolojisinden deyin, Anadolu deyin, eskiden beri göç ederek büyüyen bir tarihimizin olmasından deyin, bizim kanımız kaynamadıkça kolay kolay değer üretemeyiz. Özgüvenimiz yüksekse, büyük başarılara imza atarız. Özgüvenimiz zayıflamışsa hiç kimsenin yaşamayacağı bozgunları yaşarız. Yani düşünün Balkan Savaşı’nda bozgun yaşayan da aynı milletti, ondan 4 sene sonra Çanakkale’de dünyanın en gelişmiş donanmalarını yenen de aynı ordu. Burada halkınıza güven vereceksiniz, motive edeceksiniz. İnsanınızın hareket etme kabiliyetini artıracaksınız. Onun için biz vizeleri kaldırıyoruz, son 2-3 yıl içinde 21 ülkeyle vizeleri kaldırdık. Her gün vize kaldırıyoruz, vizesiz seyahat edebileceğimiz ülke sayısı 64’e çıktı.

 

Dün Yeni Zelanda Dışişleri Bakanı ile görüştük. İngiltere’den geldim, akşam yemeğini onunla yedim. Dedim ki şaka yollu: “Vizeler hala var, bu bizim için bir utanç meselesi. Sizin dedeleriniz bize gelirken vize falan sormadılar, Gelibolu’ya gelirken pat diye bir baktık gelmişler, siz şimdi niye bize soruyorsunuz”. Yeni Zelanda’yla da karar aldık, kaldıracağız. Niye bunu söylüyorum? İnsanımızın değer üretmesine zemin hazırlamak devletin görevi.

 

Bu üç unsurdan şu anda bizim için en acili nedir derseniz, hiç birinin aciliyet bakımından diğerinden geride kalması gereken bir durum yok. Hani derler ya, öncelikleriniz yok mu dış politikada? Hayır arkadaşlar, bunların üçünü de birarada yapmak durumundayız. Demokratikleşmeyi artırırken, bu çözüm sürecinde özellikle, son dönemde terör meselesi de dahil olmak üzere, iç barışımızı, aidiyetimizi pekiştirirken aynı tempoda dış politika yürüteceğiz, aynı tempoda ekonomimizi ayağa kaldıracağız. Şöyle diyorlar mesela: Kıbrıs gibi bir konu varken niye Afrika’yla ilgileniyorsunuz? Kıbrıs konusu 50 yıldır var. Bu konunun çözülmesini mi bekleyeceksiniz? Ya da içeride bu kadar sıkıntımız var kendi Kürt meselesini çözememiş Türkiye niye Suriye’yle, Mısırla ilgileniyor? Eğer şunu demeye başlarsanız hastalığa benzer aynı bu  -tabi Sare’nin yanında ukalalık yapmak istemem, başka doktorlarımız, hocalarımız da var burada. Ama hastalığın yüzde 50’si bedeniyse yüzde 50’si de psikolojik. Yani siz kendinizi hasta hissederseniz, bir müddet sonra bedeninizde o hastalığı kabul eder. Siz kendinizi yorgun hissedersiniz, kendi kendinizi ikna edersiniz, yorgun hissederseniz. Ama ben insana bir yedek motor verildiği kanaatindeyim, en zor zamanlarda bunu hissederim. Hayır ben şu anda ayakta durabilirim, konuşabilirim, şunu yapabilirim derseniz, bu o hastalığı ve o zayıflığı da aşabilecek psikolojik bir şey. Yani insan psikolojisiyle, biyolojisi arasında böyle bir ilişki var. Aynen bunun gibi devletlerin, milletlerin psikolojileriyle, fiziki varlıkları arasında da böyle bir ilişki var. Benim gençliğimde - hepimiz heyecanlı gençlikler yaşadık 70’li yıllarda - her kış komünizm gelecekti. Sonra 90’lı yıllara geldik, terör faaliyetleri yazın arttığı için her yaz bölüneceğiz diye çıktı. O psikolojide yaşadığı zaman insan, yavaş yavaş kendinden şüphe etmeye başlar.

 

Bizim son 10 yıl içinde dış politikada yapmaya çalıştığımız esas şey, -açıkçası benim de yeni kavramlar, yeni terimler, bazılarına slogan gibi gelen iddialar üretirken esas yapmaya çalıştığım şey - özgüvenimizi güçlendirmek. Çocukların 2 yaşında bir isyan dönemi vardır. Sefure’de yaşamıştık, şimdi torunumda yaşıyoruz Sefure’nin kızında. Hafif bir öfkeli hal, sonra ergenlikte bir daha tekrar ediyor. Siz o dönemde onları bastırırsanız, onların isyan etme haklarını yok ederseniz, kişiliklerini de zayıflatırsınız. Çocuk hafif isyankar olmalı ki şahsiyeti de gelişebilsin. Niye bunu söylüyorum? Aynen bunun gibi milletlerin psikolojilerini de böyle sürekli bir korku haliyle, sürekli bir tedirginlikle beslerseniz öyle gider. Şimdi bizim yapmaya çalıştığımız şey şu: Zorluklarımız olabilir, yaralarımız, sorunlarımız olabilir ama sağlıklı tarafımız baskındır. Gücümüzü ayakta tutacak olan şey psikolojimizin bu sağlıklı tarafını tahkim etmek de olabilir.

 

İş hayatında siz de yapıyorsunuz, görüyorsunuzdur. Ben Dışişleri Bakanlığında da görüyorum. Öğrencilerle sınıfta üç ay geçirdikten sonra veya bir ay bazen daha da kısa olabilir, öğrencileri üçe ayırırım. Bir, çok başarılı olabilecek olanlar yani normalin üstünde olanlar, iki normal vasat, biraz vasat üstü, biraz vasat altı olanlar, üç epey geride olanlar. Genellikle tablo şudur: İş hayatında da bu böyle, yüzde 20 civarında birinci kategori, yüzde 60 civarında ikinci kategoridir, yüzde 20’de üçüncü kategori. Takriben söylüyorum, sizin birinci kategorinin çıtasını sürekli yükselterek hızını artırmanız, ikincileri onlara yaklaştırmaya çalışmanız, üçüncüleri de ihmal etmemeniz gereklidir. Hiç birini kaybetme şansınız yok. Hedefleri koyarken buna barfiks yöntemi diyordum. Çok iyi öğrencilerime bunun ortaya çıkması için mutlaka çok zor ödevler veririm, kolay ödevle bunu çıkartamazsınız üçüncüyü esas alırsanız farkı göremezsiniz, ikinciyi esas alırsanız adil görünürsünüz ama çok iyileri keşfedemezsiniz. Birinciyi esas alırsanız diğerlerine haksızlık yapabilirsiniz. Ama bir iki kere birinciyi esas alacaksınız, keşfetmek için. Onun için de mutlaka o çocuğun kapasitesinin üstüne koyacaksınız çıtayı. Barfiks yönteminden kastım şu: Bir bedeni geliştirmek için nasıl barfiks çalıştığınızda vücudunuzun biraz üstünde olacak. Kapasitenizin üstünde olacak, eğer boyunuzla aynı olursa barfiks tahtasının anlamı yok, boyunuzun altında olursa barfiks kambur yapar eğilirsiniz. Boyunuzun hafif üstünde olması gerekir ki, çocuk, genç zıpladıkça boyu büyüsün. Ama barfiksi biraz daha yukarıya çekeceksiniz her seferinde.

 

Dış politikada da böyle bir şey. Komşularla sıfır sorun dediğimde aslında tam da kadınlarımızın anlayacağı bir şey söylemiştim. Bazı erkekler zor anlıyor bunu. Ama kast ettiğim şey şu: Bir toplumun psikolojisi sürekli etrafı düşmanlarla çevrili gibi bir kanaatle beslenmişse huzursuz olur, kendini sürekli kollama ihtiyacı hisseder, toparlayamaz kendini. Ruslar bizim asırlardır düşmanımız, Yunanlılarla şöyle savaştık, Araplar bize ihanet etti, Ermeniler şöyle yaptı. Bir müddet sonra kendi alanınızı da daraltmaya başlarsınız. Tabi ben bu kadar tarih okumuş bir akademisyen olarak, bir de  dört çocuk büyütmüş bir baba olarak, büyüten anneye nezaret etmiş veya yardımcı olmuş bir baba olarak onlar arasında bile ihtilafsız bir dönemin olmadığını bilirim. Ama esas bizim toplumumuzun psikolojisini değiştirmek gerekiyordu. Kriz odağından çıkarıp vizyon odağına yöneltmek gerekiyordu. Hedefleri yukarıya doğru itmek gerekiyordu. Yaraları sürekli deşmek yerine, o yaraların üstünü hafif bekletip, hedefi yükselttikçe o yaraları çözmek gerekiyordu. İddialı bir dış politika söyleminin arkasında bunlar vardı.

 

Düşünün geçen Yunan Dışişleri Bakanıyla Başbakanlarımızın eş başkanlığında yaptığımız toplantıda sunuş sırası bana geldiğinde dedim ki; ikili ilişkileri, bölge ilişkilerini söyledikten sonra bir de uluslararası ilişkiler de iş birliğini geliştireceğiz. 50-60 yıl Türk diplomatlarla, Yunanlı diplomatların ömürleri birbirini takip etmekle geçti. O nereye müracaat etti, ben ona karşı ne yapayım, o ne açıklama yaptı, ben ona karşı ne yapayım? Türkler Yunanlıları takip etti, onlar bizi. Bu dönemi kapattık dedim. Bundan sonra birlikte adaylıklarımızı destekleyeceğiz, birlikte müracaatlarda bulunacağız. Bu sebeple bizim bütün ufkumuz 50-60 yıl Yunanistan’la rekabete sıkıştırıldı. Halbuki onu aştığınız zaman Yunanistan’la bizim herhangi bir kategoride rekabet etmemizin ne kadar anlamsız olduğu ortaya çıktı. Çıtayı yükseltmek gerekiyor, toplumun kapasitesini zorlamak gerekiyor, hedefleri büyütmek gerekiyor ki, harekete geçilebilsin.

 

Böyle bir coğrafyada dış politika alanında yapmaya çalıştığımız şey - üçünün de dayandığı - psikolojik restorasyon. Bu şahısları, kişilikleri, toplumları güçlendirerek harekete geçireceğiniz bir şey. Çevredeki bize dönük beklentiler ne kadar artarsa - ki artıyor - aslında dış politika hedeflerinizde o derece ileriye doğru taşınıyor. Yapmaya çalıştığımız ne? İçeride iç restorasyonu tamamlamak. Yani dış politikayı da olumsuz etkileyecek şekilde içeride tel örgü veya belli ayrışmaları körükleyen çevrelerin karşı çalışmalarına karşı aidiyet hislerini güçlendirmek. Eminim aramızda Türkiye’nin her köşesinden arkadaşlar vardır. Bütün yapılarımızda, bütün unsurlarla Türkiye’nin temsil gücünün olması lazım. Erkek, kadın temsil oranı kadar, Türkiye’nin her kesiminin de, her yapımızda olması lazım. Aidiyetimizin güçlenmesi lazım. Çevre bölgelerle, halklarla, topluluklarla iletişimizin takviye edilmesi lazım. Onlarla daha yakın ilişkiyle insani boyutu güçlendirmemiz lazım.

 

Biliyorsunuz Suriye bağlamında çok eleştiriye maruz kaldık. Demokratik ortamda bunlar doğaldır. Siyasi konularda eleştiriyi bile anlayabilirim. Ama mülteciler konusunda eleştirildiğimde, hele bunun bazen hanım muhalefet milletvekillerinden geldiğini gördüğümde, çok büyük ızdırap hissediyorum. Siyasi perspektiflerimiz farklı olabilir. Şimdi yine bir anne hissiyatıyla sizlerin çok daha iyi kavrayacağınızı düşünüyorum. Ben gittim mültecilerle oturdum, kalktım. Türk İş Kadınları Derneği olarak da mültecilere özel ilgi gösterirseniz minnettar olurum. Şu anda 187 bin 500 kadar mülteci var kamplarda, şehirlerde 150 bin civarında. Yarın da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri misafirim olarak Ankara’ya gelecek. Bu çoğu zaman hissedilmez insani yönü biliyor musunuz?  Bu kamplarda 1,5 yıl içinde 2904 tane yeni bebek dünyaya geldi. Mesela her çocuğun kendi sıcak evinde doğma hakkı var. 26 bin 792 çocuk, sabah 9 akşam 5’e kadar eğitim alıyorlar. Biz Başbakan Yardımcımızla, AFAD ile çalışmalar yaparken, mülteciler bizim gibi insan, insan olmanın ötesinde akrabalarımız dedik. Arap olsun, Kürt olsun, Türkmen olsun, Sünni olsun, Nusayri olsun, Hıristiyan olsun hiç önemli değil. Bunların hepsinin çocuklarının gideceği bir okul olması gerek. 387 tane sınıfımız ve okulumuz var. 1120 tane öğretmen var, bunların çoğu mülteciler arasından alınmış öğretmenler. 17 kamp arasında 17 bin, 20 bin civarında nüfusu olan kamplarımız var. Orada bir şehir var, hayat sürüyor. Nasıl benim çocuğumun ihtiyacı varsa, nasıl gözüm titriyorsa sabah okula giderken, o çocukların da ona ihtiyacı var. 776 bin 500 civarında tıbbi müdahale yapıldı kamplarda. 30 bini aşkın ameliyat yapıldı poliklinik dışında. Bunlar orada akan günlük olaylar. Evet bu bize 600 milyon dolara mal oldu, ama o bebekler, o anneler nesiller boyu bunu anlatacaklar. Ben Türkiye’deki kampta doğdum diyecek. 600 milyon doları inşallah onların da dualarının bereketiyle bu millet tekrar kazanır. Ama eğer bu insanlar sınırın öbür tarafında kalmış olsalardı. Torunlarımıza anlatacağımız bir başarı hikayesini bırakın, biz onlarca yıl yüzlerine bakamayan bir utancı yaşardık.

 

Bir Suriye lideri uluslararası bir toplantıda kalktı söyledi. Türkiye’nin yaptıkları için 100 yıl teşekkür etsek yetmez diye. Ben de söz aldım, hiçbir teşekküre mahal yok, biz bir borcu eda ediyoruz, komşuluğumuzun, kardeşliğimizin borcunu dedim. Bu sadece dış politikanın görünen bir yüzü. Emin olun, Libya’da olaylar başladığında 25 bin vatandaşımızı Libya’dan alıp, onların hanımlarına, çocuklarına kavuşması için 10 gün uyumadık. Uyumadık fiilen söylüyorum bunu, belki 2-3 saat. Her bir gemi dolduğunda haber ediyorlardı. 2 bin kişi oldular, 2500 gemi hareket etti. Ben bilgiyi alıyordum, Başbakanımıza gece 2-3’te haber veriyordum. Elhamdülillah gemimiz sağ salim geldi. Şurada sıkıntı çıktığında müdahale ediyorduk. Çünkü bunların hepsi tek tek insan hikayesi. İlk mülteci gurubu geldiğinde gittim sınıra bir yaşlı kadın gördüm, 70 yaşlarında. Dedim ki, teyze sen niye geldin? Dedi ki: “İki oğlumu öldürdüler Şebbihalar. Köyümdeki bazı kızlara tecavüz ettiler ve namusumu kurtarmak için kaçtım.” Şimdi böyle gelen birine kapıyı kapatabilir misiniz?

 

İşte burada kadın hissi, yani o merhamet ve şefkat hissinin öne çıkacağı bir toplumsal psikoloji lazım. Sadece realist bakan erkeklerden oluşan… Erkekleri burada çok da tahkir etmek istemiyorum. Ama nihayetinde anne hissinin duyarlı olduğu bir konu. Şimdi biz içerideki konsolidasyondan sonra ikinci olarak, havzada ve onun ötesinde, elhamdülillah sahip olduğumuz bu güçle o insanlara şefkat elimizle ulaşmamız lazım. Somali’ye gittiğimizde Sayın Başbakanımız, eşleri, bakanlar ve Nilüfer Hanım sizle de hep beraberdik. Orada gördüğünüz manzaralar zihninizden çıkabildi mi? Şimdi orada bizim stratejik çıkarımız vesaire olmaz artık. Ama Somali’ye söz verdik. Bakın bir devletin devlet olma kapasitesi buralarda ölçülür. Verdiği sözü yerine getiriyor mu? 25 bin kişiyi Libya’dan çıkartırken 10 gün içinde Dışişleri Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, AFAD, Kızılay bütün devlet harekete geçti. 10 gün içinde getirdik hatırlarsanız. 1999 depreminde birkaç günde devlet Ankara’dan Adapazarı’na gelememişti, devletin organizasyonu bu. Somali’ye dedik ki, Büyükelçilik açacağız; iki ay içinde açtık. Havaalanını rehabilite edeceğiz; dört ay içinde yaptık. Türk Hava Yolları uçuşlara başlayacak; 6-7 ay içinde başladı. Şu anda oraya Mogadişu’ya giden tek havayolu Türk Hava Yolları. Hastaneyi yapacağız; Digver Hastanesini yaptık. Şimdi parlamento binası yapacağız dedik. Kasım ayında ben oradaydım, yapıyoruz. Her bir bakanlığı yeniden kuracağız dedik; kuruyoruz. O zaman da sizin uluslararası itibarınız artıyor. Bunun getirdiği kamu diplomasisi hiçbir parayla ölçülmez. Yani biz dünyanın en önemli sinemalarına, en önemli dizilerine, en büyük şehirlerine billboardlarda Türkiye reklamı yapsaydık ve bunun için mesela 500 milyon dolar ayırsaydık, emin olun Somali’ye ayırdığımız 300 milyon doların yaptığı kamu diplomasisini yapamazdı. Bütün Afrika’da bir Türkiye efsanesi esiyor. Myanmar’a gittik Başbakanımızın eşleriyle birlikte. Hep beraber orada gördüğümüz manzaraya bir insan olarak benim dayanmam mümkün değil, ama yazdı gazeteler Myanmar’da ne işleri vardı diye.

 

Yürek olması lazım insanda, yani bir insan hissiyatı olması lazım... Niye bizi Ortadoğu’ya bulaştırıyorsunuz diye soru sorabiliyorlar. Sanki Ortadoğu’yla ilgilenmezsek Ortadoğu bize bulaşmayacak. Sanki duvar örebileceğiz Halep ile Antep arasına,  Tel Abyad ile Akçakale arasına. Bu anlayışın değişmesi gerekiyordu. Dış politikamız bu çevre bölgelerle bütünleşmeyi tahkim etti.

 

Tabi bir başka boyutu, Avrupa Birliği, NATO ve diğer unsurlarla birlikte geleneksel olarak devam edegelen dış politika ilişkilerinizi tahkim ediyoruz. Avrupa’daki her bir meseleyle ilgiliyiz. Bizim tarihimiz, Avrupa tarihinin bir parçası. Avrupa tarihi Osmanlı arşivleri olmadan yazılamaz. İşte dün İngiltere’de bütün ilgili bakan arkadaşlarla da uzun uzun konuştuk. Avrupa’da kıpırdayan her yaprağı takip etmek durumundayız. Almanya’yla, Fransa’nın birlikte Avrupa’da mali politikalarla -ki siz bunları yakından takip ediyorsunuzdur- parasal politikaları birleştirme çabasının getireceği siyasal sonuçlar, buna karşı İngiltere’nin Avrupa’ya tepkisi, bunları hep tartışıyoruz. Soru olursa yine üzerinde dururuz. Ama Avrupa’nın biz bir parçasıyız ve kimse bizi bu anlamda dışlayamaz.

 

Avrupa’da 5 milyona yakın vatandaşımız var. Her birinin derdiyle ilgilenmek durumundayız. Geçen sene bir ülkede ilk defa 6 gün kaldık, Almanya’da. Sebep neydi biliyor musunuz? Almanlarla büyük çözeceğimiz problemler olduğundan değil. 6 yılda, 2001’den, 2007’ye kadar 9 Türk, ırkçı cinayetlerle öldürülmüştü. Adına da dönerci cinayetleri demişlerdi. Bir tane de olsa yazık değil mi? Bizimkilerinkilere tabi ki yazık, ama Türk zannedilip bir Yunan öldürülmüştü. Onların tek tek evlerine gittim, şehirlerinde, evlerinde ziyaret ettim ve bilgi aldım. Bir anne ve kız, gerçek kahramanlar… Ağlayarak sarıldı, ilk defa kapımız çalındı diye. Hanımın eşi öldürülüyor, hanım başka bir gayrimeşru ilişki var zannıyla kendi eşini öldürmekten sorguya çekiliyor. Kızı annesiyle işbirliği halinde, babasını öldürmekten sorguya çekiliyor yıllarca zanlı olarak. Bütün 9 ailede de bunu gördüm. Sonra Alman İçişleri Bakanıyla oturduğumuzda dedim ki: “Beni yaralayan sadece bu acılı ailelerin yaşadığı acılar değil. Onların Neonaziler tarafından öldürülmesi de değil. Böyle caniler her yerde çıkabilir. Ve esas beni sorgulamaya sevk eden şey sizin polis teşkilatınızın, ‘bu Türkler öyle cani, öyle vahşi, barbar varlıklardır ki hanım beyini öldürebilir, kız babasını öldürebilir, baba oğlunu öldürebilir’ diye bütün bu ihtimalleri gözetmesi ama Almanların arasından ırkçı birinin çıkabileceğini düşünmemesi ve 10 yıl bu ihtimal dışında ihtimaller ile  çalışmış olması. Bunun getirdiği çok daha büyük bir zihniyet problemi var.”

 

Bunu hususiyetle söylüyorum, bütün o vatandaşların hukuku da dahil olmak üzere Avrupa’yla ilişkilerimiz Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz, vizelerin kaldırılması, bunları hep yapacağız. Ve nihayet Birleşmiş Milletler sistemi dahil olmak üzere dünyanın her yerindeki olaylarla ilgileniyoruz. Şu anda huzurunuzda net olarak söylüyorum, bizim üye, gözlemci üye, diyalog ortağı, stratejik ortak olmadığımız dünyada hiçbir örgüt kalmadı. Hepsiyle bir ilişki; Latin Amerika Örgütünden ASEAN’a kadar, Mercusor’dan Karayipler Örgütüne, Afrika Birliğine kadar. Bir Arktik Birliği var, Kuzey Kutbunun etrafındaki ülkelerden oluşuyor. Ona da gözlemci üye olmak için müracaat ettik. Ne işiniz var Arktik’te demeyin, orada çok önemli enerji kaynakları var, ne olup bittiğini görmemiz lazım. Bu uluslararası küresel takibi de yapmaya devam edeceğiz.

 

Son olarak şunu söyleyip bağlayalım: Türkiye’de de, dünyada da bu hızlı tarihi değişim sürecinde kadınlarımızın çok daha fazla iş dünyasına, çok daha uluslararası ilişkiler alanına girmesi lazım. Bu çerçevede beni davet ettiğiniz için çok memnuniyet duyuyorum.

 

Ama annelik ve eşlik vasfınızın da, olanlar için söylüyorum, en azından bu iş kadınlığı vasfınız kadar ve onlar kadar değerli ve uğurlu olduğunu da unutmayacağınızdan eminim. Ve bunları bir arada yaşattıkça bizim toplumumuzun hamle gücünün de, geleceğe dönük vizyon üretme kabiliyetinin de sizlerle çok daha büyük bir kapasite kazanacağına inanıyorum,

 

Saygılar sunuyorum.